“Kuyudaki Taş, asıl niyetini belli etmeden izleyenleri deliliğin içine bırakıveriyor. Sinema ve kültür tarihine, deliliğin/akıllılığın sınırlarına, bunları ayrıştırma çabasına bıyık altından gülen bir belgesel katılmış oldu böylece.”
04 Şubat 2021 14:56
“Deliliğin” gerçek bilgelik veya “akıllılıkla” bağlantısı üzerine yapılan güzellemeler herkesçe aşina olunan bir konu. İnsanlık tarihi bu iki kavramı ayrıştırmaya adanmış kitaplar, oyunlar ve psikanaliz gibi teorilerle bezeli. “Deli olmamayı,” veya “akıllı olmayı” öncelediğimizde neden bahsediyor oluruz? Ne korkutur “delilikle” ilgili? Tahmin edilemezliği mi, sarıp sarmalayan bulaşıcılığı mı, sınırsızlığı mı? Cevaplar muhtelif ve “deliliğin” bir manyetizması olduğu aşikâr.
İKSV’nin festival seçkisinde kendine yer bulan Gökçin Dokumacı’nın ikinci uzun metrajı Kuyudaki Taş (2019) da böyle bir çekimle yaklaşmış öznelerine. Filmin tanıtım yazısında şiirsel bir giriş, bir açıklığa, muhabbete tanıklık önerisi var:
Işığın içinde kırılmış tüm renkleri görenlerin,
Işığını kaybetmişlere yol gösterme çabasıdır bu.
Akıl yordamıyla özgürleşmiş zihinlerdeki gerçeğin yansımasıdır.
Güneşi göremeyen, müziği duyamayan, yüzmeyi ve de
uçmayı bilmeyenlere uzanan yardım sesidir bu.
Kırk kilitli kapının ardında kalabalık zihinler…
Bilinç ve köprü altlarından incelikli bir muhabbet.
İster dinleyin bu kelamı ister tıkayın kulaklarınızı.
İster inanın gerçeklere ister çekin vurun aklınızı.
Gerçek görünür bazen, bazen de görünmez.
Tanıtım bölümünden anlaşıldığı kadarıyla oyuncular tanınmış: Alican Yücesoy, Hatice Aslan, Tülin Özen… Filmin tanıtım görseli de, posteri de filmin ana karakterlerine referans vermeden, merak duygusuyla tavlıyor insanı. Bir film izleyeceğimizden eminiz, ama nasıl bir film? Belgesel mi kurmaca mı? İlk cümleyle, bir anlatının göbeğine düşüveriyoruz izleyiciler olarak: “Dünyaya geldiğimde gördüm her şeyi…” Sık sık tanıdığımız oyuncularla kesilen, hikaye anlatımlarına tanıklık etmeye başlıyoruz. Kaçınılmaz olarak merak ediyor insan: izlediğimiz hikayede oyuncular “deli performansı” mı yapıyor, yoksa izlediğimiz şey “deli insanların” kendilerini anlattıkları bir belgesel mi? Karakterlerden biri (Kangal Seyfettin) veriyor cevabı: “oynadıkça gerçek oluyor, ne istersem onu yapıyorum, dünya benim.” Gittikçe derinleşen, felsefi hale gelen bu monologlarla İstanbul’un çeşitli semtlerinde (Tophane, Kumkapı, Kartal, Tahtakale, Üsküdar, Balat) delilerin hikayelerine, onlarla eşit bir kafa karışıklığıyla düşüveriyoruz. Burada artık “delilik-akıllılık” ikiliği yok, sınırlar alabildiğine bulanık.
Deliliğin performansla ilişkisi üzerine yazdığı, Hamlet üzerine bir bölümle Akıl Sağlığı Üzerine[1] kitabına başlayan Adam Phillips de bu anlatıma paralel olarak deliliğin performatif çekiciliğinden bahsediyor. Phillips de Hamlet’ten başlayarak deliliklerin yıkıcılığına, gerçekleri gün yüzüne çıkarıcılığına dair anekdotlar sıralarken, deliliğin oyunla, performansla ilişkisinden bahsediyor:
“Delilik tiyatro değilse de tiyatro olmaya meyleder… Akıllığın draması yoktur iyi ve akıllı karakterlerin hatırlanabilir dizesi yoktur.” (s. 26)
Gerçekten de Hamlet’i ve onun olmak ya da olmamak’ını kim unutabilir ki? Ya da geriye dönüp şöyle bir izlediğimiz şeylerin tarihine bakış atınca, maceraperestlikle delilik arasındaki o ince çizgide gezinen “çatlak, deli, konvansiyonelin dışında” karakterler değil mi sanat tarihinde iz bırakanlar?
Phillips devam ediyor analizine:
“Deliliğin teatralliği, akıllılığı tahayyül etmemizde yaşayacağımız zorluklara karşı bizi uyaran bir ipucudur. Hamlet’in deliliği insanları şüphelendirir, merakını alevlendirir, onları bunun hakkında konuşmaya iter.” (s. 26)
İnsanları, film evrenlerindeki karakterleri konuşmaya iten, bir şeylerin yanlış gittiğini, dünyanın yanacağını, diktatörlerin savaşı kaybedeceğini muştulayanlar da, kehanetlerin gerçek olacağını söyleyenler de onlardır. Yunan mitolojisinde, kehanetleri olan, deliliğe yakın karakterler[2] kahramanın yolculuğundaki kilit rolü de üstlenirler.
Kuyudaki Taş, asıl niyetini belli etmeden izleyenleri deliliğin içine bırakıveriyor. Sokakta tanımadığımız insanlarla nasıl karşılaşıyorsak aynen öyle: tesadüfen, beklenmedik, bir anda. İstanbul’da yaşayan “delilerin” hayat hikayelerini dinliyoruz. Kimisi politik komplo teorilerini arka arkaya diziyor, kimisi “aldığı elden,” inancından bahsediyor, kimi de inançsızlığından. Bütün bunlar olurken, kentin tarihi ve gündelik kareleriyle iç içe geçiyor anlatıcıların hikâyeleri: Üsküdar ve Tophane’de, Gökhan ve Ammo Ahmet’le bol bol cami, islam ve iftara tanıklık ettikten sonra, Balat’ta Mösyö Erdinç’le meraklı bakan turistlerle göz göze geliyoruz. Tarlabaşı’nda gezerken “Nerdesin Aşkım?” sesleri yankılanıyor güzel bir hayal gibi. Seyirciyle ve karakterlerle atışan grafittiler ve yazılamalarla dolu şehri adım adım geziyoruz anlatılar eşliğinde.
Klasik belgesel janrından epey uzak izlediğimiz şey: ne insanların adı yazıyor herhangi bir yerde, ne de ne izlediğimize dair bir tanımlama mevcut. Öyle ki, 1,5 saatte arka arkaya dizilen konuşmalar, birbirinin içine geçen kurgu, bir kişinin hikâyesiymiş gibi hissediyor izleyici. Durmamacasına akan, hipnotik, insanın yakasını bırakmayan ve akışının yönü tahmin edilemez bir monoloğa dönüşüyor film. Belki de bu yüzden film bittiğinde hırpalanmış, tokat yemiş gibi hissediyor insan. İçine düşüverdiği bir muhabbeti yakalamaya çalışır ya da parça pinçik bilgileri bir araya getirip bir anlam yoğurmaya çalışır gibi. Yönetmen belgeseli bu kafa karışıklığında kurgularken aslında performansla, oyunculukla, hikâye anlatıcılığıyla “delilik” arasındaki incecik çizgiyi gitgide görünmez hale getiriyor. Oyuncular “deli,” “deliler” tüm oyunbaz performanslarıyla oyuncu olabiliyor, roller sürekli değişiyor. Böylece aslında “delilik” de bir çeşit performans, bir duruş haline geliyor.
Sonuç olarak, filmin başında bir delinin kuyuya attığı taşı konuşa konuşa hiçbirimiz çıkaramıyoruz, film öylece bitiveriyor. Sinema ve kültür tarihine, deliliğin/akıllılığın sınırlarına, bunları ayrıştırma çabasına bıyık altından gülen bir belgesel katılmış oluyor.
•
[1] Adam Phillips, (2020) Akıl Sağlığı Üzerine, Ayrıntı Yayınları
[2] Troya kralının kızı Cassandra Troya savaşının yenilgiyle sonuçlanacağını şehrin surlarından bağırarak ilan eder. Ama delilik atfedilmiştir bir kere ona, kimse dinlemez onun kehanetini.