Sonunda deniz küstü: Marmara'nın isyanı

“'Bir zamanlar…'diye başlayan cümleler kurmaktan başka bir şey yapmayanlar, haberiniz olsun, o yok olanlar listesine –ki o liste ciltlerce kitap olacak kadar uzun– bir yenisi daha eklenecek: Marmara Denizi."

Yaşar Kemal’in İstanbul’u konu edinen romanı Deniz Küstü 1978 yılında yayınlanmıştı. Marmara Denizi’nde yaşayan balıkların nasıl yok edildiğini, denizin, balıkçıların ve de balıkların uzun uzun anlatıldığı romanının kahramanı Selim balıkçı, denizlerde süregelen acımasız avcılığa isyan eder:

Olacak olan nedir ki Selim balıkçı?

Sustu, gene yürekten, çok değerli, can pahasına bir gizi varmış da söylemiyormuşçasına, çocukçasına, ak dişlerini göstererek güldü.

Arayacağım... Bir zamanlar var ya, bu Marmara Denizi ağzına kadar kılıçla doluydu, na bu kadar bu kadar, her birisi üç dört metre uzunluğunda, üç yüz, beş yüz, altı yüz kilo ağırlığında... Balıkçılar, çelebiler, dinamitçiler, zıpkıncılar kökünü geçirdiler. (…)

Yunusların da köklerini geçirdiler. Oysaki yunuslar insanların kardeşi, balıkçıların dostu, can yoldaşıydı. Eskiden, bir yunus balığı arkadaşım vardı, familyasıyla beni, ben nereden denize açılırsam, ister Boğaz’da, ister Pendik, ister Ambarlı, ister Adalar olsun, benim tekneyi, Düldül’ü görür, kırk günlük yolda da olsa kokusunu alır, hoplaya sıçraya yanımda yöremde türküler söyleyerek, beni ta gittiğim yere kadar götürürdü.

(…)

Selim balıkçı her zaman sözlerini:

‘Deniz size küsecek, deniz bize küsecek, bu yaptığımız kötülükten sonra deniz bize bir çaça bile vermeyecek… Deniz bize küsecek…’ diye bağlıyordu. İşte o zaman Selim’in adını balıkçılar, deniz küstü Selim koydular.

Sonunda kaçınılmaz olan oldu… Deniz küstü! Bunca yılın sonunda Marmara Denizi de isyan etti. 1950’lerden itibaren çevresine yerleşen irili ufaklı sanayi yapılarının atıkları yetmezmiş gibi, tepelerinde “yeşeren” mahallelerin atıklarını boşalttığımız Haliç gibi Boğaziçi ve sonunda Marmara Denizi de isyan etti. İsyanını önce balıkların birer birer yok olmasıyla, ardından balon balıkları, denizanaları, şimdi de deniz salyası da denen müsilaj ile haykırmakta! Uzun yıllar boyunca “deniz kirleniyor, önlem almak gerek” deyip, toplantılar ve planlar yapıp nihayetinde bu acı gerçekle yüzleşmek de bizi isyan ettiriyor.

Yaşarken değerini bilmediğimiz, sonsuza kadar aynı kalacağını sanarak hoyratça, acımasızca davrandığımız, yok olurken umursamadığımız ne varsa yok olduktan sonra onu yere göğe sığdıramayan, ağıtlar yakan kaderci bir toplum olduğumuzdan, “Bir zamanlar…” diye başlayan cümleler kurmaktan başka bir şey yapmayanlar, haberiniz olsun, o “yok olanlar listesine –ki o liste kitap olacak kadar uzun– bir yenisi daha eklenecek: Marmara Denizi.

Dünyanın en genç denizlerinden biri

Marmara Denizi, Karadeniz’i Ege Denizi’ne ve Akdeniz’e bağlayan bir iç denizdir. İstanbul Boğazı’nı Karadeniz’e, Çanakkale Boğazı’nı Ege Denizi’ne bağlayan Marmara Denizi, Avrupa ile Asya kıtalarını birbirinden ayırır. Eski ismi “Propontis” olan deniz, Marmara Adası’nda mermer yatakları olması nedeniyle Yunanca mermer anlamına gelen “Marmaros” ismiyle de anılmıştır.

Günümüzden 12 bin yıl önce su seviyesi çok aşağıda bulunan Marmara Denizi bir göl halindeyken, yaklaşık 6.500-7.000 yıl önce su seviyesinin yükselmesiyle birlikte deniz haline gelmiştir. Yaklaşık olarak 11.350 km² yüzölçümüne, 240 km. uzunluğa ve 70 km. genişliğe sahip olan Marmara Denizi’nde doğu-batı yönünde bir akıntı bulunmaktadır. Denizin yüzeyi ile dibi sıcaklık, tuz, oksijen değerleri bakımından farklılık gösterir.

İstanbul ile Çanakkale boğazları arasında bulunan bir iç deniz olan Marmara Denizi’nde bulunan adalar İmralı Adası, Marmara Adaları ve Prens Adaları olarak gruplanır. Marmara Denizi’nde bulunan körfezler ise şöyle sıralanır: İzmit Körfezi, Gemlik Körfezi, Bandırma Körfezi, Erdek Körfezi. Marmara Denizi, Karadeniz’i Akdeniz’e bağlayan tek deniz yolu olması sebebiyle Karadeniz’e sınırı olan ülkelerin ticaret ağında büyük öneme sahiptir.

Marmara Denizi edebiyattan tarihe, coğrafyadan yerbilimine birçok kitaba konu olur. Seyyahların seyahatnamelerinden, anılarından birkaç örnek verelim…

Önce Knut Hamsun ve Hans Christian Andersen’in yazılarından derlenen İstanbul’da İki İskandinav Seyyah isimli kitabından Marmara Denizi ile ilgili birkaç satırı okuyalım. Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Norveçli yazar Knut Hamsun, 1899 yılında İstanbul’a yaptığı gezinin anılarında Marmara Denizi’nden şöyle söz eder:

Türkiye’nin payitahtı üç denizin, Marmara Denizi, Altın Boynuz ve Boğaz’ın birleştiği yerde kurulmuş. İki kıtanın arasına yerleşmiş, iki yakasında tabiat harikası tepeler ve eteklerinde deniz olan bu şehrin dünyada bir benzeri yoktur. (…)

Arkamızda Karadeniz yemyeşil ve sakin uzanıyor. Gurup vakti; güneş batarken ufuk çizgisinin en dibinde kan ve altın karışımı bir kuşak alev alıyor. Gök kubbenin altında başka hiçbir yerde böylesine bir renk cümbüşü gördüğümü zannetmiyorum ve başka hiçbir şeyin de Tanrı’nın yaptığı kadar güzel olamayacağını hissediyorum. Ufuktaki kan ve altın kuşağı yavaş yavaş çözülürken, altımızdaki deniz kararıyor, ağırlaşıyor. Karanlık basarken, Kavak’ın ışıkları yanıyor, biz de gemici fenerlerini asıyoruz.

Sırada İtalyan edebiyatının usta kalemi Edmondo De Amicis’in, İstanbul (1874) isimli kitabı var. İstanbul ile ilgili seyahatnameler arasında önemli bir yeri olan kitaptan, Amicis’in Galata Kulesi’nden gördüğü Marmara Denizi’ni anlattığı bölümden birkaç satırı birlikte okuyalım:

Boğaz’ın ilerisinde masmavi Karadeniz gökyüzüyle karışıyor; arkada, Marmara Denizi, İzmit Körfezi, Prens Adaları, köylerle beyazlaşmış Rumeli ve Anadolu sahilleri; daha ileride ince, gümüş bir kurdele gibi parlayan Çanakkale Boğazı; Çanakkale’nin ötesinde hayal meyal beyaz bir parlaklık, Ege Denizi ve loş bir kavis, Truva sahili; Üsküdar’ın öbür tarafında Bursa ve Uludağ; İstanbul’un öbür tarafında Trakya’nın dalgalı ve sarı ıssızlığı, iki körfez, iki boğaz, iki kıt’a, üç deniz, yirmi şehir, binlerce gümüş kubbe ve altın minare, insanı bu manzaranın bizim seyyaremize mi yoksa Tanrı’nın daha sevdiği başka bir yıldıza mı ait olduğu şüphesine düşürecek bir renk ve ışık cümbüşü.

“Boğaziçi bir İstanbul ırmağıdır…”

Ece Ayhan “Yort Savul” isimli şiirinde der ya, “Boğaziçi bir İstanbul ırmağıdır”; gerçekten İstanbul’a güzellik katan, İstanbul için yaratılmış bir ırmak gibidir Boğaziçi…

Avrupa ile Asya kıtalarının birleştiği, Karadeniz (Pontus Euxinus) ile Marmara Denizi’ni (Propontis) birbirine bağlayan dar bir su yolu olan İstanbul Boğazı, şehri Avrupa yakası ile Anadolu yakası olmak üzere ikiye ayırır. Her iki yakadaki yerleşim bölgeleri “Boğaziçi” adıyla anılır. Eski çağların ünlü tarihçileri Herodot, Polybius, Strabon, Plinius, Bizanslı Dionyzos tarafından yazılmış eserlerde İstanbul Boğazı’na ait mitolojik hikâyeler yer alır. Diğer dillerde “Bosphore” veya “Bosphorus” olarak geçen “İstanbul Boğazı”, “İnek-Sığır Geçidi” anlamına gelir. Yunanca “İnek Geçidi” anlamını taşıyan “Boos-Foros”tan gelen sözcüğün dayandığı efsane mitolojik bir aşk hikâyesidir.

Kuzeyde Anadolu Feneri’ni Rumeli Feneri’ne, güneyde Ahırkapı Feneri’ni Kadıköy İnceburnu Feneri’ne birleştiren İstanbul Boğazı’nın oluşumuna ait farklı görüşler bulunmaktadır. İstanbul Boğazı’nın Karadeniz’in taşan sularının aşındırması sonucunda oluştuğu görüşü kabul görür. Farklı sıcaklık ve tuzluluk oranına sahip iki deniz, Karadeniz ve Marmara Denizi arasında yer alan İstanbul Boğazı’nın deniz trafiğini etkileyen akıntı sistemi; Karadeniz’den Marmara Denizi’ne doğru giden üst akıntı ile Marmara Denizi’nden Karadeniz’e doğru giden alt (dip) akıntıdan oluşur. Dar ve girintili olan Boğaz’ın fizikî yapısı akıntıları önemli kılmaktadır.

İstanbul Boğazı, Bizans döneminde “Bosporos”, Osmanlı döneminden başlayarak “Halîc-i Bahr-i Rûm” (Marmara Denizi Boğazı), “Halîc-i Bahr-i Siyâh” (Karadeniz Boğazı), “İslâmbol Boğazı” gibi isimlerle anılır. Konumu nedeniyle çağlar boyunca önemini koruyan İstanbul Boğazı, stratejik konumu ile yüzyıllar boyunca savunma amacıyla inşa edilen kalelere ve askerî birliklere ev sahipliği yapar. Boğaz’dan geçen gemilerden alınan gümrük vergileri de İstanbul’un gelir kaynaklarından biridir.

Bizans ve Osmanlı dönemlerinde çoğunlukla balıkçılıkla geçinen Boğaziçi köyleri Osmanlı döneminde 17. yüzyıldan sonra gelişmeye başlar. Su yolu ulaşımının kolaylaşması köylerin, mahallelerin gelişmesine neden olur. 19. yüzyılın ortalarında kayıkların yerini buharlı gemiler alınca, 1838’de Tersane-i Amire vapurları ile başlayan seferler 1854’te de Şirket-i Hayriye vapurları ile devam eder. Çarşı, çeşme, han, hamam ve cami, kilise ve sinagoglardan oluşan ibadet yapıları ile Boğaziçi, ününü tarih boyunca inşa edilen bağ, bahçe, saray, kasır, köşk ve yalıları ile kazanır. Ormanları, koruları, bahçeleri, su kaynakları, çeşmeleri ve tarihî yapıları ile ünlü Boğaziçi, zaman içinde sayfiye, dinlence ve eğlence merkezi olarak değişime uğrar.

Boğaziçi şiir, musiki, edebiyat ve resim gibi sanat eserlerinde yaşamaktadır. Boğaziçi’nin yüzyıllar boyunca geçirdiği değişimi yerli, yabancı şair ve yazarların, şairlerin güftelerinde, bestekârların bestelerinde, ressamların tablolarında izlemek mümkündür.

Abdülhak Şinasi Hisar, Boğaziçi Mehtapları kitabında yer alan “Boğaziçi Medeniyeti” başlıklı yazısında Boğaziçi’ni, yalıları ve denizi şöyle anlatır:

Bu asrın ilk yıllarında Boğaziçi –en çok hatıra getirdiği eski Venedik gibi– sanki bir göl tarzında kendi üstüne kapanmış ve kendine mahsus âdetleri ve zevkleri olan büsbütün hususî bir âlemdi. Barındırdığı birçok ananeler kendine has tabiatının hususiyetlerine katılarak ona, birçok kısımlarıyla eş bulunduğu İstanbul medeniyetinden bile ayrılan, hususî bir medeniyet kurmuş oluyordu.

Her sene, zamanı gelince, İstanbul’un mahallelerinden Boğaz’ın köylerine göçler başlardı. Boğaziçi’nin kenarlarına yapılmış ve hâlâ kısmen olsun eski erkân sedirleri, kerevetler üstünde şilteler ve halılar üstünde yer minderleri gibi eski eşyalarla döşenmiş, geniş odalı, ferah gönüllü yalılara taşındırdı.

Yaşayan herkesin hayran kaldığı Boğaziçi gecelerini Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Aydaki Kadın adlı romanından aktaralım:

Yan yana bir müddet rıhtımda denize baktılar. Ne gökte ne de suda bir saat evvelin ateş oyunları ve renk cümbüşü yoktu. Boğaz geceyi kabule hazırlanıyordu. Karşı kıyıda akşamın yerini hafif bir sisin arasından geldiği için turuncu ile kızıl arasında sallanan ışıklar almıştı. Ve bu ışıklar önlerindeki suda birbirine kenetlenen ince, aydınlık yosunlar, büyük gerdanlıklar, tek mücevherler halinde çoğalıyor, küçük ürperişlerle bir sahilden ötekine kadar uzanıyor, dalgaların tesadüfüyle kırılıp birleşiyor, Boğaz gecesi denen büyük, yüklü ve zengin terkibi yapıyordu.”

Marmara Denizi ve Boğaziçi denince ilk akla gelen balık ve balıkçılık olurmuş. Bizans’tan bu yana deniz kıyısına kurulan köylerin başlıca geçim kaynağı balıkçılıkmış. Yazar Musahipzade Celâl, Eski İstanbul Yaşayışı isimli kitabında İstanbul balıklarından söz eder. İşte, Musahipzade Celâl’in kaleminden kaybettiklerimiz:

Boğaziçi ve Marmara havzasında her mevsime göre bir nevi balık tutulur.
Mevsim balıkları:
Mart: Uskumru, Lüfer, Hamsi, Gümüş.
Nisan: Kefal, İlarya, Vatus.
Mayıs: Kalkan, Sardalya, Kırlangıç, Istakoz.
Haziran: Kalkan, Levrek, Barbunya, Tekir.
Temmuz: Mercan, İstavrit, Böcek, Yengeç.
Ağustos: Dilbalığı, Pisi, Hani, Kofana.
Eylül: Palamut, Torik, Kefal.
Ekim: Karagöz, İzmarit, İstavrit.
Kasım: Uskumru, İzmarit, İstavrit.
Aralık: Kefal, Uskumru, İlarya.
Ocak: Palamut, Torik, Lüfer.
Şubat: Levrek.

Haliç’in bereketli denizini nasıl yok ettik…

İlkçağlardaki adıyla “Altınboynuz”, gerek topraklarının gerekse de denizinin bereketliliği ile bilinir. “Altınboynuz” adının kaynağı antik Yunan mitolojisine dayanır. Bolluk ve bereketiyle bilinen bir iç deniz olan “Khrysokeras”, Bizans döneminde “boynuz” anlamına gelen “Keras” adıyla anılmaya başlar. Tarihçi Strabon’a göre halicin girinti ve çıkıntılarından dolayı bir geyik boynuzuna benzediği için bu ismi almıştır. Osmanlı döneminde “Halic-i Konstantiniye” adıyla bölge daha sonra da “Haliç” olarak anılmaya başlamıştır.

Haliç’te ilk yerleşim Alibeyköy Deresi civarında kurulur. Bizans ve Osmanlı döneminde Haliç’te yer alan liman sayesinde semt büyüyerek gelişir. Haliç, Hindistan’dan Avrupa’ya gidecek gemilere ev sahipliği yapar. Bizans döneminde olduğu gibi Osmanlı döneminde de İstanbul’un en önemli liman bölgesi olur.

Haliç sahil sarayları, kasırları, yalıları, bağları, bahçeleri, kahvehaneleriyle, tersaneleri ve irili ufaklı fabrikalarıyla İstanbul’un en renkli semtlerinden biri olarak tarihe geçer. Osmanlı döneminde, 1455 yılında Kasımpaşa’da kurulan Haliç ve 1886’da Taşkızak tersanelerini 1839’da Feshane Fabrikası, 1884’te Cibali Tütün Fabrikası, 1913’te Silahtarağa Elektrik Fabrikası izler.

Cumhuriyet döneminde Fransız mimar ve şehir plancısı Henri Prost’un 1936 ile 1951 yılları arasında İstanbul Nazım Planı’nı hazırlarken Haliç’i bir endüstri bölgesi olarak tasarlaması, 1950’den sonra da bu yerleşime uygun yeni fabrikaların açılması Haliç’in yok olmasının başlangıcı olur. Prost o yıllarda 800.000 civarında olan İstanbul’un nüfusunun artacağını, Haliç’te yeni mahalleler açılacağını ve denizin hem evsel hem de sanayi atıklarıyla hızla kirleneceğini öngöremez. 1940’lı yıllarda Haliç kıyılarını ticaret ve küçük sanayiye, ardından Alibeyköy ve çevresini de büyük sa­nayiye uygun gören şehir planı gereği yıllar içinde küçük ve büyük sanayi Haliç kıyılarına yerleşir.

Galata Köprüsü’nün altındaki deniz hamamında denize girilen, neredeyse kepçeyle balık tutulan Haliç de sonunda isyan eder. Artık denizin rengi mavi değildir ve kokudan yanına yanaşmak mümkün olmamaktadır. Sınai ve evsel atıkların neden olduğu kirlilik artık dayanılmaz bir durum almıştır. 1981 yılında başlayan çalışmalar 2000 yılına dek devam eder. Haliç’i kirleten küçük sanayi mekân değiştirir. Haliç’in dip çamuru temizlenir, denize oksijen verilir, Boğaziçi’nden pompalarla temiz su taşınır.

Peki, Haliç temizlendi mi? Yakın tarihte İstanbul Büyükşehir Belediyesi, “dip çamur temizliğinin, su yüzeyinin ve çevresel temizliğinin sıkı kontrolünün yapıldığını” açıkladı. Eser Tutel’in Haliç adlı kitabının son sözleriyle noktayı koyalım:

Haliç aslında bir deniz… Güvenli bir liman… Bir yeryüzü cenneti… Doğa, aslında böyle bir yeryüzü cennetini pek az bir ülkeye bağışlamış… Çünkü Haliç sözcüklerle anlatılamayacak kadar büyüleyici… Satırlarla ifade edilemeyecek kadar görkemli… Tarihi, İstanbul’unkiyle iç içe, üstelik de ilgi çekici… İnsanları renkli… Semtleri hareketli… (…)

Haliç bugün artık o eski güzelim Haliç değil… Şehrin en mutena köşelerinden biri olma durumunu çoktan kaybetmiş. Suları bulanık… Havası durgun… İnsanları yorgun…

İstanbul’da deniz kirliliğiyle mücadele

Yıl 1953… Haliç kirlenmeye yeni başlıyor. Deniz kirlenmesiyle mücadele için İstanbul Belediyesi doktor ve kimyagerlerinden bir heyet kuruluyor. Toplantılar yapılıyor, raporlar yayınlanıyor. “Fabrika atık sularının derelere ve Haliç’e verilmemesi, katı atık ve çöplerin Haliç’e atılmaması, tersanelerin kaldırılması, kanalizasyon yapılana dek fosseptik yapılması, dip çamurun programlı bir şekilde temizlenmesi” önerilerini kimse dikkate almıyor.

Yıl 1976… Haliç kirlenmiş, dip çamuru deniz canlılarını çoktan yok etmiş, Boğaziçi ve Marmara Denizi de kirlenmeye başlamıştır. Bu kez bir “resmî kurum” bu duruma kayıtsız kalmayarak bir rapor hazırlar: “T.C. Başbakanlık Devlet Planlama Teşkilatı, Deniz Sorunları Özel İhtisas Komisyonu Raporu.” Raporda deniz kirliliğinin nedenleri şöyle sıralanır:

Pis sular ve kanalizasyon: Bugünkü şehirlerde pis suları ve kanalizasyon sularını arıtmadan denize vermek imkânı kalmamıştır. Artığın miktarı şehir çevresindeki deniz alıcı ortamının massetme kapasitesinin çok üzerindedir. (…)

Sanayi tesislerinden denize akıtılan kirlilik: Bütün dünyada bu konu büyük önem taşımaktadır. Kullanılan üretim teknolojisinin bir sonucu olarak kimyevi maddeler ve süreçler deniz ortamını hızla bozmaktadır.

DPT Raporu önerilerle sona ermekte:

- Deniz kirlenmesini önleyici mevzuatın etkin ve çok boyutlu olarak hazırlanması için çalışmalara başlanmalıdır.

- Deniz kirlenmesini önlemek amacıyla, sanayi artıklarının ve şehir artıklarının arıtılması için arıtma tesisleri kurmalı, bunun için gerekli teknik imkânlar ve mevzuat hazırlanmalıdır. Arıtma ile görevli kuruluşlar kademeli olarak belirtilmelidir.

- Deniz kirlenmesinin mahiyetini daha iyi öğrenmek için araştırmalar yapılmalıdır.

Bu rapor da yine “yetkililer” tarafından göz ardı edilir…

Yıl 1977… Boğaziçi Üniversitesi, Haliç’i kirliliğinden kurtarmak, temizlemek ve yerleşim şartlarını iyileştirmek için bir master plan hazırlarken, Teknik Üniversite tarafından da bir sempozyum düzenlenir. Master plan ve sempozyum sonuç raporu “yetkililere” teslim edilir ama yine dikkate alınmaz.

Yıl 1981… İstanbul Valiliği üniversiteler ve ilgili tüm kurumları bir araya getirerek “Yüksek Haliç Temizleme ve Düzenleme Kurulu” oluşturulur. Yine toplantılar yapılır, raporlar hazırlanır. Yıllardır bilim insanlarının ve bir avuç İstanbul seveninin sürdürdüğü çalışmalar ilk kez “resmen” ele alınır. Bazı tersaneler Tuzla’ya taşınır. Sonra…

Sonra yine toplantılar, raporlar… Türk Deniz Araştırmaları Vakfı’nın 2010 yılında düzenlenen “Marmara Denizi Sempozyumu” için bilim insanlarının hazırladığı bildiriler boşa geçen yıllarla yüzleşmemizi sağlıyor. Elbette anlayana…

Kitapta yer alan Yelda Aktan, Melek İşinibilir, Bülent Topaloğlu, Ayhan Dede imzalı “Marmara Denizi’nde Musilaj Oluşumu” isimli bildiride müsilajın 2007 yılındaki gözlemleri anlatılmakta:

2007 yılında Marmara Denizi’nde beyaz jelatinimsi-köpüklü materyal içeren müsilaj oluşumu çok yoğun olarak kaydedilmiş, yapılan ilk incelemelerde müsilajlı birikim içinde tek hücreli bitkisel mikroskobik organizmaların aşırı gelişimleri gözlenmiştir. Çok geniş alanlara yayılan ve uzun süreli olarak gözlenen organik materyal birikimi (müsilajlı birikim) deniz ekosistemini oksijen yokluğuna ya da toksik algal artışlara neden olarak etkileyebilir.

Türk Deniz Araştırmaları Vakfı Başkanı Prof. Dr. Bayram Öztürk kitabın önsözünde kaybettiklerimizi ve deniz kirliliğini nasıl durduracağımızı anlatır:

Marmara Denizi 2000 Sempozyumu’nun üzerinden on yıl geçti ama Marmara Denizi’ndeki ekolojiksorunlar daha da arttı. Örneğin on yıl önce bu denizde müsilaj sorunu yoktu, şimdi ise balıkçılık ve ekosistem için önemli bir tehdit. Oysa artık balon balıklarından denizanalarına kadar birçok yabancı tür bu denize girmişdurumda. Balıkçılıktaki kriz ise daha da derinleşiyor. Lüfer balığının 14 cm’lik yavruları yıllardır nesli yok olma pahasına avlanıyor. Orkinosların Marmara Adası civarındaki aşk üçgenleri ise dağıtıldı. Kılıç, Uskumru, Kolyos, Mersin, Kalkan, Böcek, Istakoz artık bu denizden çekildi. Sürdürülebilir balıkçılık yerini aşırı avcılığa bıraktı. Oysa bu denizin her tarafı bize ait, iç denizimiz ve korunmasından ve yönetiminden sadece biz Türkler sorumluyuz. İstanbul gibi bir kent, Marmara gibi görece zengin bir bölge bu denizin etrafında ama denizi derin çöp ve lağım çukuru olarak kullanıyoruz. Bu durumun önüne geçmek için hepimizin bir ortak akılda buluşması gerekiyor. On yıl önce önerdiğimiz bütün koruma tedbirleri hâlâ geçerli, bütünsel bir eylem planı yapmak, aşırı ve kaçak balıkçılığı önlemek, gemi kökenli özellikle petrol kirliliği için tedbir almak, kıyı kullanımına özen göstermek, arıtma tesislerini tamamlamak gerekiyor.

Müsilaj görüldükten ve deniz yüzeyindeki oluşum temizlendikten sonra Çevre ve Şehircilik Bakanı’nın “Marmara’da denize girilebilir, balık yenebilir” açıklaması ne derece ikna edicidir bilemeyiz ama bilim insanlarının konuya ilişkin açıklamaları “müsilajın deniz yüzeyinden yok olmasının denizden yok olması anlamına gelmediği”, “deniz kirliliğinin bir sonucu olarak meydana gelen müsilajın deniz temizlenmeden ortadan kalkmayacağı”, “deniz kirliliğinin giderek arttığı” şeklindedir.

Görülen o ki, 1953 yılından başlayarak yüzlerce toplantı, çalıştay, sempozyum yapılmış, binlerce sayfa kitap, rapor yayınlanmış. 1976 yılının DPT Raporu’ndan akılda kala kala “araştırmalar yapmak” bölümü kalmış. O yıldan bu yana hâlâ deniz kirliliğinin nedenlerini araştırıyoruz. Arıtma tesisleri, modern kanalizasyon sistemleri kurmak için, gerekli önlemleri almak için bir türlü “mevzuat” hazırlanamamış. Acaba bunun nedenleri için de araştırmalara mı başlamalı?

 

 

DEĞİNİLEN KİTAPLAR:


Yaşar Kemal,
Deniz Küstü, Yapı Kredi Yayınları, 2020.

Knut Hamsun-Hans Christian Andersen, İstanbul’da İki İskandinav Seyyah, Yapı Kredi Yayınları, 1993.

Edmondo De Amicis, İstanbul (1874), Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1993.

Abdülhak Şinasi Hisar, Boğaziçi Mehtapları, Yapı Kredi Yayınları, 2006.

Ahmet Hamdi Tanpınar, Aydaki Kadın, Adam Yayınları, 1987.

Musahipzade Celâl, Eski İstanbul Yaşayışı, İletişim Yayınları, 1992.

Eser Tutel, Haliç, Dünya Yayınları, 2000.

T.C. Başbakanlık Devlet Planlama Teşkilatı, Deniz Sorunları Özel İhtisas Komisyonu Raporu, 1976.

Marmara Denizi Sempozyumu Bildiriler Kitabı, Türk Deniz Araştırmaları Vakfı Yayınları, 2010.