Destan ve şiir: Dağlarca'nın kafası mı karışıktı?

"İstanbul Fetih Destanı’nda, varoluşçu iletiler fetihçi bir mistisizm ve erillikle birleşiyor. Bu uzun şiirin hem sanatsal hem de entelektüel açıdan en kafa karıştırıcı boyutu da bu. Destanın geneline hâkim fetihçi duyarlıklarla, Çocuk ve Allah’tan beri alışık olduğumuz ve bu destanda da bulunan, varoluşçu duyarlıkları dile getiren dizeler arasında bir karmaşa var. Yer yer daha bariz olan bu karmaşa, Dağlarca’nın ya da şiirin anlatıcısının aslında neyi, kimi önemsediği konusunda bir sorunsal çıkarıyor önümüze."

Bu yazı, Dağlarca’nın, basım yılı 1977 olan (yakınlarda Doğan Kitap tarafından bir başka destanla beraber basılmış ama artık piyasada bulunmayan) İstanbul Fetih Destanı şiiri hakkında. Sözünü ettiğim kitapta ikinci destan olan Çanakkale Destanı ayrı bir yazının konusu...

Dağlarca’nın tek bir şiiri özelinde bile söz söylenecekse, en başta bu üretken şairin geniş külliyatına ilişkin konuşmak mantıklı olur. 1914 doğumlu olan Dağlarca, Türkçenin arı kullanımına önem vermiş, hatta bunu dil devriminin etkisiyle –yani dil devriminin ‘arı’ Türkçe’siyle– şimdinin okuruna yer yer tuhaf gelebilecek sözcük seçimleriyle yapmıştır. ‘Kişi’, ‘muştu’ gibi, başka sözcüklere seçenek olarak öne sürülen sözcüklere yönelmiş ve zamanın İstanbul Türkçesi’ndeki baskın fonetik kullanımları hâliyle edinmiş, örneğin ‘aptes’ (abdest) yazmıştır. Dağlarca’nın bu bağlamda bir başka yönü, Çocuk ve Allah’tan beri rahatça gözlemlenebilen şekilde, dize sonlarındaki ses uyumlarını sağlayabilmek gibi amaçlarla eski sözcüklere de rahatlıkla başvurabilmesidir. ‘‘Gece Gökleri” şiirinden dört dize bunu örneklemek adına yeterli olacaktır: “Göklerin saatsiz karanlığında/Caddelere muvazi uzanan hayatlar/İkinci bir şehri hatırlayan/Ki kaybolmuş nebatlar

Dağlarca Türkçe şiirin devlerinden biridir. Doğrudur, şiirimizde kendini önceleyen birinin pek görülememesi ve ardından gelenlerin onun gibi olmamasıyla bir eşsizlik de taşır o. Bunun yanı sıra, şiirimizde hâlen hayatta olan kimi şairlere Ahmet Hâşim’den, Asâf Hâlet’ten Dağlarca’ya ve Hilmi Yavuz’a doğru çizilen bir zincirin “bir sonraki halkası” olmak yakıştırılır. Kastedilen, gelenekle alışveriş içinde olan genç şairlerin zamanında öykünerek şiirine taşıdığı unsurlarla yukarıda saydığım şairlerin eserleri arasında görülen ortaklıklardır. Zamanında Can Bahadır Yüce, bu “sonraki halka”lardan biri olarak anılmıştır örneğin. Sözün kısası, “Dağlarca’nın etkilediği şairler” listesi hiç de kısa olmazdı. Bize şairin etki alanını göstermesi açısından önemlidir bu.

Dağlarca henüz hayattayken de eleştirildi. Bazı şiirlerinin özensizliği, çalakalem oluşu, “her yazdığını yayımlar” gibi oluşu yüzünden. Abdülkadir Budak’ın Ya Şiir Olmasaydı isimli otobiyografik çalışmasında da ifade ettiği gibi, Budak’ın 1978 sonlarında Yaşar Nabi’ye gönderdiği ve hatta karşılığında inceden paylanmasına sebep olan “Dağlarca’yı Kınamak” yazısı bu konu üzerineydi. Budak, Dağlarca’nın “Benim şiirimle uğraşana lanet olsun.” demişliğini de biliyordu üstelik.

Peki Dağlarca İstanbul Fetih Destanı’nda neyi anlatıyor? Şiirin içeriği başlığından belli. Bu destan-şiir, “Destanönü” ve “Destan” olmak üzere iki bölümden oluşuyor. Toplamda 50 sayfa olan bu uzun şiirin birçok alt başlığı var, “Sipahinin Atı”, “Şehit Yükselir İken”, “İstanbul Üzre”, “Fetih Gecesinde İstanbul” gibi. Bu şiiri okumaya karar vermemin iki sebebi vardı: Dağlarca’nın destan-şiir bağlamında şiirimizde kendine edindiği yeri görmek ve şiirin kurulan bir şey olmasından gelen, öykü veya girdiye bağlı belirleyici unsurlarla şiiri “yapma” konusunda bir şeyler öğrenme isteği. Nitekim ikisine de yönelik aydınlatıcı tarafları oldu bu okumanın.

Dağlarca her zamanki gibi mistik. İnsandan göğe, aşktan/coşkudan bilinmeze, amaçtan/emelden hayale giden insan duygulanımlarını bu bağlamda işliyor. “Dağlarca” olmayan bir şey yok İstanbul Fetih Destanı’nda.
İşte Tanrı soluklu kıyılar” (s. 13);
Susuzum maviliğe rüzgâra/Aydınlığa susuzum” (s. 28);
İçen kim sipahiler./Yedi tepe üstünde al bir susuzluk/İçen kim sipahiler/Şahadet şerbeti kalmış yarıda” (s. 34);
Havadan soluk almak/İnsanın birliği/Allah’ın birliğine doğru/ /Dalgalanırken kara ölümler üstünde bayrak” (s. 39);
Çektik süslü kadırgaları binlerce kişi/Morarmış omuzlarımızda sanki bir demet./Sanki bahçeler genişliyordu kopardıklarımızla,/Sanki bizimle yürüyordu,/Kısmet.” (s. 47).

Bu alıntılar, Dağlarca’nın, şiirindeki –en azından İstanbul Fetih Destanı’ndaki– özneleri hangi duygular çevresinde örgütlediğini anlatmaya yetiyor. Aslında, Destan’da birçok farklı karakterin –yeniçeriler, sipahiler, sultan, Bizans gibi– varlığına rağmen, şiir tek bir özne etrafında kuruluyor bile denilebilir. Çünkü bütün unsurlar eşittir; şiirin evreninde birbirine denk parçalara bölünmüş, fethin bütünlüğünü onaylayan parçalardır yalnızca. Bu yönüyle şiir, her dizesinde apaçık beliren milliyetçi duyguları daha da çarpıcı kılıyor. Öz, şiirin tekniği ve yapısıyla uyumunu bulduğu için İstanbul Fetih Destanı’na iyi bir şiir bile diyebiliriz. Elbette bu yargı, Dağlarca’nın esinine neredeyse hiç sınır koymadan dizeleri ardı ardına ve okura da sezdirilen bir kolaylıkla örmesinin ardındaki özensizliği göz ardı etmeden belirtilmeli.

Hiçbir şiir, salt tekniğine ve öz-yapı uyumuna bakılarak değerlendirilmemeli. Barındırdığı duyarlıklar, şiirdeki öznenin insaniyeti de önde tutulmalı. Çünkü bir insan edimi olarak şiir ya da şiir bağlamında düşündüğümüz eserler, ancak duyarlıklarıyla varoluşumuzun ana temalarına yöneldiğinde ölümsüzleşir. Hatta en başında, bu özelliği taşıması koşuluyla her birimizin anlam evreninde yer bulur. İşte Dağlarca’nın şiirini, özelinde İstanbul Fetih Destanı’nı, bu yüzden beğenmedim.

Bir destanın modern zamana ve insana uyarlanıp uyarlanamadığı sorusuna cevap ararken eserlerin en başta sınanması gereken bir ilke olmalı. Bu ilke, eserin modern toplumun atomize parçasına, yani bireye; ya da parçalarına, azınlığa ve/ya ötekine nasıl bir değer biçtiğidir. Bir sanatsal biçim olarak destanın taşıdığı coşku ve düşler, modern sanatın öznesinde tekrar yaratılamazsa hep “öteki”ni hiçleyen bir biçim olur. Hatta destan kendi ululadığı bireyi bile küçümser, yüce görülen bir emelin ya da methedilen yazgının en küçük parçası yapar onu. Destanın bu anlamda bir iç siyaseti vardır, denilebilir. Şiir (destan) kendini önce yaratan ve sonra kapsayan “ethos”u öznelere yönelik kararlı bir tavırla tamamlar. Anlatılan daha çok bir ruhtur çünkü, özneler bu ruha, bu ruhla betimlenen hikâyeye katılımlarıyla konumlanırlar.

Bu bağlamda sınandığında İstanbul Fetih Destanı başarısız bir denemedir. Bir örnekle açıklamak gerekirse, şiirin sonlarına doğru Bizans, Osmanlı askerlerinin fethi sonucunda tarihte görmediği bir hoşgörüyle tanışıyor ve hayret ediyor; hatta alıntılarsak “Türkçe’nin evren gürültüsünün” gizine varıyor… O anda, oracıkta, koparıyor Roma’yla bağını. Bir “alt edilen”, “alt eden”in ülküsünde ve utkusunda eriyor. Alt eden, meşruiyetini alt edilenin ikrarıyla pekiştiriyor.

Şunu diyebilirsiniz: Dağlarca bir cumhuriyet insanıydı. Harp Okulu çıkışlı, sonrasında askerliğini de geride bırakarak şiire adanmış bir kişilik. Cumhuriyet’in ideolojisiyle yukarıda İstanbul Fetih Destanı’nı sınadığım ilkenin arasında bir bağ kurulmalı mı? Bu soru başka bir yazının, siyaset teorisiyle bütünleştirilen bir yazının konusu olabilir. Ancak “Dağlarca’nın ideolojik konumu göz önüne alınarak bu ilkeyle bir sınama yapılmamalıdır” denecek olursa, edebiyat tarihine ve eleştiriye karşı işlenmiş en büyük suçlardan biri olur bu, derim. Eleştiride hesaplaşmak da gerekir.

Geri dönelim. Şiirde en çok tekrar edilen kelimeler arasında şunlar var: aydınlık, karanlık, bismillah, gök, yeryüzü, toprak, yeniçeri, Hu, can, mavi, yeşil, uzaklık… Dağlarca’nın şiirini yakından tanıyan bir okur için, bu sözcüklerin Dağlarca’ya ifade ettiği anlam açık. Özellikle şiirinin öznesinde yarattığı o kendine has metafizik de düşünüldüğünde. Dağlarca’da yeryüzünden renklere hemen hemen her şey bir dolayımın nesnesidir. Bu nesneler bir şeye yönelir: Dağlarca’nın, gelenekten birtakım unsurları ödünç alarak kendince kurduğu, ancak bu kurgunun kişiselliğine rağmen yeni ulus devletin ülküleriyle de ortaklaşan bir metafiziğe.

İstanbul Fetih Destanı’nda, varoluşçu iletiler fetihçi bir mistisizm ve erillikle birleşiyor. Bu uzun şiirin hem sanatsal hem de entelektüel açıdan en kafa karıştırıcı boyutu da bu. Alıntılayalım: “Türkçe’yle dolmuştu sokaklarım, ormanlarım,/Havada oylumu vardı bir sonsuzluk türküsünün./Sanatım insanlığım yeniden dile gelmişti, bir erkeklikle/Ardından, nice çağlar örtüsünün./Vardım gizine,/Türkçe’nin evren gürültüsünün./Sesleniyordu denize, burçlardan, bir yeniçeri.”(s. 56)[1] İstanbul Fetih Destanı’nın geneline hâkim fetihçi duyarlıklarla, Çocuk ve Allah’tan beri alışık olduğumuz ve bu destanda da bulunan, varoluşçu duyarlıkları dile getiren dizeler arasında bir karmaşa var. Yer yer daha bariz olan bu karmaşa, Dağlarca’nın ya da şiirin anlatıcısının aslında neyi, kimi önemsediği konusunda bir sorunsal çıkarıyor önümüze. Yani Dağlarca, geleneksel destanın iç siyasetine başvurduğu gibi şiiri kuşatan fetih ethos’unun yekpare coşkusunda insani ve bireysel gerilimlere yer açmaya çalışıyor.

Kişinin gerçekleşmeyen arzularıyla doğa ve gerçeklik arasında hissettiği gerilim zaman zaman, en çok da yukarıdaki dizelerde, karşımıza çıkıyor. Peki neden? Yukarıda alıntıladığım dizelere gelindiğinde, destanın fetih yönü zaten gerçekleşmiştir. Yoksa Dağlarca, Türk’ün bitmeyen, ya da destanın geçtiği zamanda henüz bitmemiş olan fetihlerini çağrıştırmak mı istiyor? Sonu gelmemiş bir devamlılık mı Dağlarca’nın bizde uyandırmak istediği? Öyle olsaydı, Destan’ın son parçası olan “Fetih Aydınlığı” şiirini şu dizelerle yazmazdı: “…/Hava bir yeşille bismillah gibiydi,/Gökyüzü bir bahardı hem.”, “Geçmişin karanlığı dağılmıştı sultanla kul arasında,/Bir kardeşlikle can üzre./…” Hem şiir, destan da, şu dizelerle bitmezdi: “Sonsuzluğun saltanatından, Kuvvetle adaletle denizler kadar;/Söylerdi vaktini Fatih dalgalara,/Duyardı hem.” Oysa bir sonuçlanma var burada. O zaman varoluşçu temalar öneren dizeleri; Destan’ın geneline ve çoğu dizesine hâkim olan, bireyi yok sayan, milliyet coşkusu kabaran havaya –ethos’a– nasıl oturtacağız?

Dağlarca’nın kafası mı karışıktı?


[1] Bahsettiğim varoluşsallık, alıntıladığım dizelerin bulunduğu Fetih Gecesinde İstanbul şiirinin tamamına bakarak anlaşılabilir. Bu şiirde, her altılı bölümün sonunda müstezat biçimindekine benzer şekilde ayrı bir dize daha bulunmaktadır. Bu dizelerin bazıları: “Ağlıyordu şavkından heyula bir yeniçeri” (s. 54), “Düşünüyordu dalgalarca bir yeniçeri”(s. 54) ve “Gülüyordu karanlığa bir yeniçeri” (s. 55).