Rus Dili ve Edebiyatı bölümünde öğretim üyesi ve çevirmen Erdem Erinç'le Mihail Şişkin çevirisi ve Rus edebiyatı üzerine konuştuk...
05 Ekim 2017 14:14
Ödüllü yazar Mihail Şişkin’in, iki ana karakter Sasha ile Volodya’nın, yani savaş yüzünden birbirinden ayrı düşmüş iki sevgilinin, mektuplaşmaları üzerinden hem savaşın hem aşkın hem de kendini keşfetmekle ölümü kucaklamanın hikâyesini anlattığı Mektupların Romanı, Rusça aslından Türkçeye Erdem Erinç tarafından çevrildi. Çevirmenin “ölümün karşısına yaşamı değil de aşkı koyan bir roman” olarak da tanımlanabileceğini söylediği Mektupların Romanı, Jaguar Kitap etiketiyle Türkiye’deki okurlarla buluştu.
Dostoyevski, Gogol, Tolstoy, Gorki, Çehov, İvan Gançarov, Puşkin gibi dünya edebiyatına yön veren büyük yazarların metinlerini ürettiği Rus dilinin ve klasiklerden günümüze Rus edebiyatının tarihsel ve edebi yolculuğunu bir de bu edebiyatın ve dilin eserlerini dilimize kazandıran bir çevirmenden dinleyelim istedik ve Erdem Erinç’le bir araya geldik. Rusça çevirmen bulma konusunda editörlerin ve yayıncıların çok zorlandığını düşünerek kendisine çevirmen sayısının azlığını sorduğumda pek beklediğim gibi bir yanıt alamadığımı söylemeliyim. Erdem Erinç'e göre fazlasıyla çevirmen ve iyi çevirmen var ve fakat, yayıncılar hâlâ metinleri Rusçasından değil de İngilizce çevirisinden dilimize kazandırma konusunda ısrarcılar. Bu durumda ya editörlerin kolaya kaçtığını ya da çevirmenliğin maddi olarak vadettiklerinin yetersizliği, manevi olarak da yaşattığı zorlu süreçten dolayı Rusça bilenlerin çeviriden uzak durduklarını düşünebiliriz ama sanırım bu alanda biraz daha teşvik yapılmalı ve/ veya emek harcanmalı ki Rus edebiyatının eserlerini hep aynı çevirmenlerden okumak zorunda kalmayalım. Çevirmen Erdem Erinç’in de dediği gibi ara dilden yapılacak çevirilerde okurun kaynak metinle erek metin arasına bir başka metni daha aldığımızı unutmamak gerekiyor.
Çevirmen Erdem Erinç, Rus edebiyatından dilimize kazandırılması gereken çok sayıda yazarın adını bizimle paylaşırken yayıncıların daha çok ödüllü romanların peşinden gitmesi konusunda yakınmakta da haklı. Ödüllerin değil, editörlerin (ya da belki çevirmenlerin) keşifleriyle henüz Türkçeye çevrilmemiş yazarların dilimize kazandırılmasına biraz daha önem vermek gerektiği kanaatindeyim. Bugüne kadar Mihail Bulgakov’un Kader Yumurtaları ve Şeytanname adlı uzun öykülerini, Mihail Şişkin’in eseri Mektupların Romanı’nı ve Faina Grimberg’in “Andrey İvanoviç Eve Dönüyor” adlı şiirini Türkçeye kazandıran çevirmen Erdem Erinç, aynı zamanda Erciyes Üniversitesi’nde Rus Dili ve Edebiyatı bölümünde öğretim üyesi olarak çalışıyor. Mektupların Romanı’nı çevirme tecrübesini “sadece bir yazarı anadilimde, kendi zamanıma yakın bir dille Türkçe konuşturabilecek olmanın mutluluğu” olarak tanımlayan, yani çeviriye erek dilde yeniden yaratılan bir metin olarak yaklaşan çevirmen Erinç’in, bu romanın çevirisinde kendisini fark ettiren Türkçesiyle bu yaklaşımı ete kemiğe bürünüyor.
Öncelikle sizi biraz tanıyalım, neler yapıyorsunuz, çeviriyle ilk ne zaman tanıştınız?
2009’dan bu yana Erciyes Üniversitesi Rus Dili ve Edebiyatı bölümünde çalışıyorum. Çalışma alanım Rus göçmen edebiyatı; üniversitede 20. yüzyıl Rus Edebiyatı, Gümüş Çağ, Rus Sineması Tarihi gibi dersleri veriyorum. Çeviriye ilk kez çevirmen Sabri Gürses’in önerisiyle Mihail Bulgakov’un Kader Yumurtaları adlı uzun öyküsünü çevirerek başladım, 2014’te yayımlandı. Ardından Şeytanname onu takip etti. Bu yılın nisan ayında da Mihail Şişkin’in Mektupların Romanı yayımlandı.
Biraz Rusçayı konuşalım. Nasıl bir dildir? Kavramsal ya da söyleyiş olarak cümle kurgularında neler öne çıkar? Rusçayla Türkçe arasındaki dilsel ve sözdizimsel farklılıklar çeviride ne tür zorluklara yol açar? Örnekleyebilir misiniz?
Bazı seslerini sadece Türkçenin anladığı yakın arkadaşı, sentaksıyla yedi kat yabancısı gibidir. Birinin Rusça konuşmasını duyduğunuzda hissettiğimiz yabancılık "seslerin kardeşliğini" anlamamızı zorlaştırır. Rusçanın çıkardığı sesler başka dillerin fonetik kalıplarına giremezken, Türkçenin sesleriyle bir bakıma el ele tutuşur. Esnetmeye gelmez -zaten esnemez- kendi kurallarına sıkı sıkıya bağlıdır.
Rusça sentaksın anadili Türkçe olanlara ettiği zulüm seslerin uyumunu kısa sürede unutturur. Türkçenin kervanı yolda düzen bir cümle yapısı varken, Rusçanınki kontrol hastasıdır. Yani Türkçede bir ismin önüne sıfatlar dizerken o ismi değiştirebilirsiniz –art arda söylediğiniz sıfatlar nitelediğiniz şey hakkında size düşünme süresi verir. Bu Rusçada çok mümkün değildir. İsme göre farklı bir form kazanan sıfat nitelediği ismi felç eder, sıfatlar ağızdan döküldüğü ân ismin kılı dahi kıpırdayamaz. Çünkü sıfatlar, son harfine göre ismi zapturapt altına almışlardır. Fiillerde de benzer bir durum söz konusudur. Türkçede fiiller daha bağımsızdırlar. Hele bir de ellerinden tutan süfiksler (sonekler) yoksa boşluğa süzülebilirler. Bu bir taraftan eylemi belirsizleştirirken, diğer taraftan da anlamsal derinlik yaratabilir. Rusçada her fiilin bir çifti vardır. Konuşan ya da yazan kişi daha en başından eylemin tamamlanıp tamamlanmadığının farkında olmak, gelecekte belli bir sürede bitip bitmeyeceğine karar vermek durumundadır. Yani bir dilde "uçma" özgürlüğüne sahip fiil, diğerinde ayaklarından yere monte edilmiştir.
Bu durum Rusçayla Türkçe arasında mekik dokuyan çevirmeni "kontrollü" bir özgürleştirme çabasına zorlar. Bir eliyle ne kadar tutar ve sıkarsa o kadar Rusçaya sadık kalır, ne kadar silkeler ve arındırırsa da Türkçeye.
Bunu biraz daha açalım isterim. Siz bu "kontrollü" özgürleştirme çabasının neresindesiniz? Bir de dilsel özelliklere birkaç örnek isterim.
Kontrolü hiçbir ân elinden bırakmayan Rusça; dil için bunu söyledim. Çeviride de kaynak metin Rusça olduğundan kontrol onun elinde. Elbette kaynak dilden, onun dediklerinden farklı bir şey söylenemez çeviride, ancak insanın anadili kendini en özgür hissettiği yerdir. Bu yüzden kaynak dildeki metnin tüm inceliklerini, tüm kıvrımlarını, tüm kaprislerini anadilinin özgür ferahlığında yeniden ve söz konusu özgürlüğün verdiği güvenle, bir o kadar da rahat ve keyifle kendi dilinin kalıplarına sokarsın. Az önce bahsettiğim mesele de buydu, Türkçenin bu özgürlük alanını doğal olarak genişletmesi. Kelimelerin eril ya da dişil olmaması, fiillerin tamamlanmış ya da tamamlanmamış bir eylemden bahsetmesinin sorumluluğunu tüm cümle öğelerinin paylaşması, sıfatların isimle ilişkilerinin açık olması çeviri faaliyetini anadilinle bir dostunla dertleşir gibi bir ilişki kurma tanımlamanı sağlar.
Türkiye’de bizlerin hep düşündüğü gibi az bilinen bir dil midir Rusça? Haliyle çevirmen sayısı da bir o kadar az diyebiliriz, değil mi?
Az bilindiğini düşünmüyorum, aslında çevirmen sayısının az olduğunu da sanmıyorum. Türkiye’de bugün on iki üniversitede lisans düzeyinde öğrenciye sahip Rus Dili ve Edebiyatı bölümü var. Verdikleri mezunları düşünürsek, buna akademide ve dışında Rusya ile ilgili alanlarda çalışanları da dahil edersek, karşımıza çıkan rakamı uluslararası olma iddiasını soğuk savaşla kaybetmiş ancak bölgesel alanda hakimiyeti olan bir dil için hiç de mütevazı olmayan bir rakam olarak değerlendirebiliriz.
Çevirmen sayısı da tarihte neredeyse hiç olmadığı kadar fazla. Çok güzel çevirilerle de karşılaşıyoruz. Buna rağmen hâlâ -inanması güç ama hâlâ!- Rusça eserlerin İngilizceden yapılmış çevirilerini görmek üzücü. Diğer taraftan, geçmişe nazaran çok büyük bir ilerlemenin de olduğunu görmek sevindirici.
Peki, yayıncılar neden çevirmen bulamıyor dersiniz?
Zaman herkesi bağladığı gibi yayıncıları da -hatta en çok onları- bağlıyor. Bu yüzden bilindik çevirmenlerin başka işlerle meşgul olmaları durumunda başka dillerden çevirmenlerle soruna çözüm arıyorlar sanırım. Böyledir herhalde diye düşünüyorum. Bir de hâlâ ikinci dilden yapılmış çevirilerin çeviri anlamında değerlendirmeye dahi alınmaması gerektiğine dair bir hassasiyet yok. Sosyal medyada dahi ikinci dilden çevirilere methiyeler düzülüyor. Birinci dilden yapılan çevirilere yönelik hassasiyete saplantı gözüyle bakılıyor. Hayır, saplantı değil; ikinci bir dille kaynak metinden uzaklaşılacağı gerçeği, karşınıza çıkan metin iki kere kavrulduğunda damağınızda farklı ve ilginç bir tat bırakabileceği ama bu her durumda asıl tattan uzak bir tat olacağı gerçeği.
Dikkatli yayıncıların takip ederse eğer son zamanlarda yayımlanan öykü derlemelerindeki ya da öykü dergilerindeki çevirmenleri görebilirler. Elbette buralarda çeviri yapan herkes Rus edebiyatı metinlerini omuzlayabilir demiyorum ancak bu derlemelerin arasında büyük metinlerin gönül rahatlığıyla emanet edilebileceği çevirmenlere de rastlayıp onlara da şans verebilirler, eğer buna zaman ve emek harcarlarsa.
Siz bugüne kadar hangi kitapları çevirdiniz?
Mihail Bulgakov’un Kader Yumurtaları ve Şeytanname adlı uzun öykülerini, Mihail Şişkin’in eseri Mektupların Romanı’nı ve Faina Grimberg’in yakın zaman önce Çeviribilim Yayınları’ndan çıkan “Andrey İvanoviç Eve Dönüyor” adlı şiirini çevirdim. Bunların haricinde önümüzdeki aylarda yayımlanacağını düşündüğüm Daniil Harms’ın öykü derlemesi ve Andrey Platonov’un mektupları var.
İçlerinde bir tek Grimberg’in şiirini tamamen kendi isteğimle çevirdim. Elbette diğerleri de severek çevirdiğim eserlerdi, yanlış anlaşılmasın ancak yayınevlerinin teklifleri doğrultusunda çevirmeyi düşündüm. Bulgakov’un çok sevdiğim erken dönemi bir süre çalışma alanımdı, bu iki eser de benim açımdan çeviriye hoş bir giriş oldu. Sıkı bir konseptualist olan Harms başlayana kadar gözümü korkutmuştu ama belki de en büyük keyfi onu çevirirken aldım. Platonov’un mektupları çevirdiklerimin arasında kurmaca olmayan tek kitaptı. Tahakkümün hayatı, yaratıcılığı ve dili ne hâle getirdiğini çevirerek görmek, başkasının acısını kendi dilimde duymak kısa çeviri serüvenimin etkileyici ânlarındandı. Mektupların Romanı’nı ise okur gibi çevirdim. Elbette Şişkin’in özgün anlatımı, düzyazıya kattığı ritim, hatta zaman zaman kafiye beni kıvrandırmadı değil, ancak okur olarak da kıvranmıyor muyuz özellikle iyi şeyler okurken?
Peki başka neleri çevirmek istiyorsunuz?
Türkçede olmalı dediğim çok fazla Rusça yazan yazar ve şair var. Ancak çeviri dünyasında belirleyici olan genellikle yazarların aldığı ödüller olduğundan henüz hayattayken edebiyatçıların ödül alması için dua ediyorsunuz; ödül alsın da Türkçeye çevrilme ihtimali doğsun diye. İyi ki Şişkin Mektupların Romanı ile o ödülleri aldı da Türkçeye çevrilebildi. İyi ki Svetlana Aleksiyeviç Nobel’i aldı da İkinci El Zaman, savaşa tam da bakılması gereken tarafından bakmayı sağlayan Kadın Yok Savaşın Yüzünde gibi eserleri yetkin çevirmenler tarafından dilimize kazandırıldı. Aleksiyeviç, tüm Rusya’yı çalkalayan edebiyatçı mı, değil mi tartışmalarına Türkiye de katıldı böylelikle. Dmitri Bıkov Türkçeye çevrilmesi gerektiğini düşündüğüm kişilerin başında geliyor. Hem Orfografi, Aklanma gibi romanları hem de ülkemizde Rusça aslından ancak 2015’te çevrilen Doktor Jivago ile bir hayli popüler olan Boris Pasternak için yazdığı biyografisi çevrilmeye değer. Rusya’da çok renkli bir yayın hayatı var, ne yazık ki sadece birkaç rengi buralara yansıyabiliyor.
Rus edebiyatında hangi türler öne çıkıyor ve Türkçeye çevriliyor?
Elbette roman daha çok çevriliyor. Gördüğüm kadarıyla, bütün diller için bu böyle. Çehov dışında da Rus edebiyatının öykücüleri var ama çok azı başka dillere çevrilebiliyor. Mehmet Özgül ve Uğur Büke’nin derlediği Rus Öyküleri adlı bir antoloji çıktı Mayıs 2017’de. İçlerinde Bestujev-Marlinski, Odoyevski gibi yazarlara ait, Rus edebiyatının B yüzü sayılabilecek öyküler var ki hem Türkçede var olmaları çok önemli hem de öyküler ayrı ayrı değerli. Şiir, öykü ile kıyaslandığında daha şanslı. Bu şans da göreceli. Puşkin’in Yevgeni Onegin’in çevrilmiş olmasına şükreder hâldeyiz ancak Puşkin hem bu nazım romanının hem de çeviri seçkilerinde yayımlanan şiirlerinin çok daha fazlası. Lermontov ona keza. Ne Ahmatova ne Blok, ne Tsvetayeva ne de Mandelştam dilimizde gerektiği ölçüde var.
Başka ülkelerde Rus edebiyatının alımlanmasıyla ilgili gözlemleriniz varsa paylaşabilir misiniz?
Rus edebiyatı hakkındaki İngilizce yayınlar da neredeyse Rusya’daki kadar renkli. Ancak Rus edebiyatını Anglosakson kültürün eserlerine yansıması beni çoğu zaman şaşırtıyor. Bu eserlerdeki Rusya ve Ruslar gerçeklerinden çok uzak görünüyor bana. J. M. Coetzee’nin Petersburg’lu Usta’sı -daha adından başlayarak- irkiltiyor insanı. Petersburg da eğreti duruyor eserde, “Usta” da Rusya’da. Tatile gidip de çok sevdiğiniz endemik bir bitkiyi evinizdeki saksıda yetiştirme çabasına benziyor Rusya hakkındaki eserler çoğunlukla. Yazılanlar maalesef Rusya’da ayılar sokaklarda gezer klişesinin sınırlarında. Paul Russell’ın Sergey Nabokov’un Gerçekdışı Yaşamı’nda ‘gerçekdışı’ bir Rusya tasviri var. Roman Rusya’dan çıktıktan sonra, bu kültürü bilen insanlara ‘gerçek’ görünmeye başlıyor. Ancak kitabın 20'nci yüzyıl başlarındaki Rus göçmen realitesini yansıtışı konusunda hakimiyetini teslim etmek gerek. Bu konuda, Rus göçmen yaşantısını neredeyse gerçek Rus göçmenlerin kaleminden çıktığı gibi okurların gözleri önüne seriyor Russell.
Sinemada da bu böyle. Rusya ekrana düşmüş hâliyle, oryantalist ressamların resimlerinden çıkan Osmanlı’dan çok da farklı değil. Elbette istisnai filmler var. Ancak birçoğunda, alımlamada ters giden bir şeyler var diye düşünmeden edemiyor insan.
Peki Rusya’nın toplumsal ve tarihsel değişimi edebiyatını nasıl etkiledi? Neler öne çıktı, hangi karakterler ağır basmaya başladı?
Rusya’nın tarihsel ve toplumsal değişimi yukarıdan bir elin değmediği zamanlarda hep kendi yolunda usul usul seyretti. Yüzyıl Rus Avangardıyla başladı. Resimde Maleviç, Rozanova, Popova gibi ressamların yaptıkları, gerek hayat tarzları, gerekse eserleriyle Mayakovski, Hlebnikov, Severyanin gibi fütürist edebiyatçıların yapıtları birbirini tamamlar nitelikteydi. Dünya için mütevazı bir avangard alternatifi sunulurken, kendi içinde dopdolu yaşamıştı bu dönemi Rusya. Devrimin ilk yılları sanat için ideal ortamı da doğurdu. Avangardın üstüne konulanlarla gelen yükselme, dünyaya da yukarıdan bakmayı getirmişti beraberinde. Yirmili yaşlarının başındaki yönetmenler o zamana kadar eğlence olarak görülen sinemanın bir sanat dalı olarak algılanmasını sağlayacak kocaman adımlar attırdılar. Nabokov’dan ödünç alacak olursak dünya sinemasının "kısa pantolonla ortalıkta dolaştığı" yıllarda, "yirmili yaşlarındaki bu çocuk(lar)" ona sanat hüviyeti kazandırdılar –Nabokov bunları elbette Sovyet sineması için değil, Lermontov ve Rus nesri için söylemişti.
Buradan edebiyata bağlanacağız sanırım...
Aynen öyle, bir eliyle avangardın eline tutunan edebiyat da bu dönemde önemli eserler çıkardı ortaya. Bulgakov’un Köpek Kalbi, Kader Yumurtaları, Şeytanname’si bu yıllarda yazıldı; Harms bu yıllarda yazmaya başladı öykülerini. Rusya’nın kültür hayatı böyle ideal bir evrimi yaşarken, uçları taze filizleriyle dallanıp serpilirken, Stalin’in iktidarıyla bu dallar kesilip yerine nitelik değil, nicelikten müteşekkil dallar aşılandı. Devletin edebiyata ve tüm sanat hayatına sistematik bir müdahalesi başladı. Çok sağlam duvarlı bir kale örüldü sanki. Dışında olan içine alınmadı. İçinden dışına atılanlar bolca oldu ama. Bugüne kalanlar o zamanın Bulgakov, Ahmatova, Tsvetayeva gibi içeriye alınmayanları ya da Platonov gibi dışarı atılanları. Stalin ve o dönemin ruhu muhtemelen kendi hâlinde, etkili adımlarla ilerleyen sanatın ekonomik kazanımlarla gelen görkem ya da ihtişamı yansıtmadığını düşündü. Bütün o geometrinin, edebiyattaki modernizmin ya da farklı solukların yerini mimariden resme, heykelden sinemaya anlamsız bir şaşaa egemen oldu. Stalin sonrası dönem ipler biraz olsun gevşer gevşemez, Sots-Art ile hemen geçmişle dalgasını geçmeye başladı. Diğer taraftan aynı zamanlara rastlayan İkinci Rus Avangardı, kırk yıl sonra gelen “Nerede kalmıştık?” sorusunun cevabı gibiydi. Diğer taraftan Sosyalist Realizm de insani yüzünü bu dönemde gösterdi, mutasyonu da Abramov ve Zalıgin gibi isimlerin eserlerinde görünür hâle geldi. ‘60’lı yılların Voznesenski, Ahmadulina, Yevtuşenko ve Rojdestvenski ile gürleyen şiiri, Vladimir Vısotski ve Bulat Okudjava’nın önünü çektiği bard geleneği hep bu zamanın kazanımları. Sonrası herkesin bildiği Perestroyka dönemi. Bu dönemde edebiyatın tüm yasaklıları Sovyetlerde basılma imkânı buldu. Öyle ki insanlar senelerdir adlarını duyup da okuyamadıkları ya da samizdat ile okudukları kitapları kitapçıların raflarında görmeye başladılar. Bu olay yayın dünyasını ve dönemin edebiyatını bir hayli etkiledi. Uzunca bir süre, eskinin tadına yeni varan Rus okurlar yeni isimlerle çok ilgilenmedi. Bugün bile o etkiyi hissetmek mümkün. Rusya’da bir kitapçıya girdiğinizde raflarda “geri dönen” edebiyat çok yer tutar. Günümüz edebiyatçıları da çoğunlukla başlarını Sovyetlerin mitlerinden kurtaramazlar. Ülkemizde de yayımlanan Pelevin’i bu kapsamda değerlendirebiliriz, keza Sosyalist Realizmin edebi formüllerini çağdaş edebiyatla mucizevi noktalarda buluşturan Sorokin’i de.
Çok yoğun ve zorlu bir süreçten bahsediyoruz... Bu noktada biraz önce kullandığınız samizdat kavramından da kısaca bahsedebilir misiniz?
Samizdat bir ısrarın, bir halkın edebiyatını inatla terk etmeme ısrarının mucizevi bir sonucudur. “Resmî edebiyatın” dışında kalan yazarların eserlerinin ya da bir zamanlar yayımlanmış ama dönemin politik koşulları değişince bazı eserlerin basılmadığından bahsettik. Düşünsenize, sevdiğiniz, tutkuyla okuduğunuz bir yazarın okuyamadığınız kitapları var ya da bir zamanlar okuma imkânına sahip olduğunuz yazarları şimdi okuyamıyorsunuz. Tahammül edilesi bir durum değil. Samizdat bu duruma tahammül edememekten çıkmıştır. “Sam” kelimesinin Rusçadaki karşılığı “kendi” anlamına denk düşer, “izdat” ise “basmak, yayımlamak” anlamına gelen fiildir. Bu metinleri daha önce yayımlanma imkânı bulmuşlarsa o yasaklı nüshalardan, yayımlanmamışlarsa yazarlarına ait elyazmalarından temize çekip çoğaltarak okuyup elden ele paylaşma çabasıdır samizdat. Köpek Kalbi de böyle okunmuştur, Üstat ile Margarita da, Doktor Jivago da, Brodski’nin şiirleri de.
Biraz da tezinizden konuşalım. “Rus Göçmen Edebiyatında İstanbul İmgesi” adını verdiğiniz doktora tezinizde bulgularınız nelerdi?
Rus göçmen edebiyatı Rusya’da 1917 Ekim Devrimi sonrasında, Rus İç Savaşı’nın doğal bir sonucu olarak başlayan göç hareketinin içinde yer alan yazarların göç etkileşimiyle yazdıkları eserleri kapsayan edebiyattır. Politik bir tercih olarak Kızılların hakimiyeti altında yaşamak istemeyenlerin yanında, savaşın doğurduğu kaosla kendini bir göç kafilesinin içinde bulanlar da vardır göçmenlerin arasında. Edebiyattaki izdüşümü enikonu bir alt disiplini kapsar. Bu süre içinde çok fazla yazar ve şair ülkesini terk etmiş, göç ettikleri ülkelerde yazmaya devam etmiştir. Savaşın yönü kuzeyden güneye ilerlediği için, ülkelerini terk ettikleri noktanın karşısında İstanbul’u bulmuşlardır. Birçoğu İstanbul üzerinden üç önemli göç merkezine -Paris’e, Berlin’e ve Prag’a- gitmişlerdir.
Siz de tezinizde bu göç konusuna odaklandınız...
Evet, göçmen yazarların ülkelerini terk edişlerini mercek altına alarak çalışmaya başladım. Farklı tahliyelerle İstanbul’a gelenlerin, edebi metinlere de farklı yansıdığını gördüm. İlk tahliyelerle gelenler sosyal ve ekonomik statülerini daha iyi muhafaza edenlerdi. Öykülerde Splendid Otel’de verilen hayır amaçlı çay partileri, Rejans’ın altın yılları anlatılır. Ancak insanların canlarını kurtarmak pahasına gemilere doluştukları son tahliyelerle İstanbul’a gelenlerle, metinlerdeki İstanbul ve Rus göçmeni profili de bir hayli değişir; artık başkalarının hayrına düzenlenen çay partilerinde garsonluk yapan kontesler, Rejans’ın vestiyerinde çalışan generaller, taksi şoförlüğü yapan knezleri görmek mümkündür.
İlginç olan bir başka konu da yazarların göç öncesi ve sonrasında İstanbul’a yaklaşımı. İç Savaş öncesi İstanbul’a gelen yazarların metinleri ve aynı yazarların göçmen statüsüyle İstanbul’a geldikleri zaman yazdıkları metinler. Örneğin İvan Bunin’in Kuş Gölgesi eserinde anlattığı İstanbul gül ve bülbülden geçilmezken, göç esnasında İstanbul’a varışını anlattığı öyküye Son adını verir.
Diğer taraftan Rus göçmen yazarlarının, özellikle Teffi, Don Aminado ve Kuznetsova gibi yazarların Pierre Loti ve Claude Farrere gibi yazarlara eleştirel yaklaşımı son derece şaşırtıcıdır. Edward Said’den yıllar önce, tam da onun çizdiği sınırlar içinde Şarkiyatçı eleştiri bu yazarların satırlarında gözlemlenebilir. Batı’nın ‘severken’ kurduğu yetke, aynı Batı’ya benzer sebeplerden kırgın olan bir halkın yazarlarına empati kurma olanağı sağlamıştır. Tüm göçmen yazarlar için bunu söylemek mümkün değildir ancak azımsanmayacak sayıdaki metinde böylesi sürprizlerle karşılaşmak da sevindiricidir.
Aslında her bir göçmen yazarın, İstanbul ile kurduğu ilişki üzerinde konuşmaya değecek şekilde metinlerde kendisine yer bulmuştur. Mesela Vladimir Nabokov da Kırım’dan ayrıldıktan sonra Trapezund adlı Yunan bandıralı gemiyle İstanbul’a gelir. Mütareke İstanbul’unda geminin tahliyesine izin verilmez, iki gün Haliç’te demirli vaziyette kalır. İlk gün yazdığı “İstanbul” adlı şiirle minör ve bir o kadar da güzel bir Boğaz manzarasını anlatırken, ikinci gün Cecile Mioton’a yazdığı mektupta minarelerin fabrika bacalarına benzediğinden ve çok sıkıldığından bahseder. Sonraları bu şiirin gölgesi “Konuş Hafıza”ya ve “Pnin”e düşecektir, belki de suyu sıçrayacaktır demeliyiz.
Oldukça ilginç bir konuymuş gerçekten de. Yavaş yavaş Mektupların Romanı’na geçelim istiyorum. Size bu kitabı çevirmeniz için Jaguar Kitap’tan teklif geldiğinde ne düşündünüz? Yazarın başka kitaplarını okumuş muydunuz?
İlk defa hayattaki bir yazarı çevirecek olmanın mutluluğunu duydum. Bu sıkıştıkça kendisine başvuracağım anlamına gelmiyordu elbette, sadece bir yazarı anadilimde, kendi zamanıma yakın bir dille Türkçe konuşturabilecek olmanın mutluluğuydu. Çevirmenin zamanla arasındaki sancılı ilişkisini hesaba katmazsak eğer, bu mutluluğu dolu dolu yaşadım çevirirken.
Yazarın Vzyatie İzmailya (İsmail’in Fethi) romanını okumuştum. Mektupların Romanı’ndaki ‘Yerinden çıkmış zamanın’ izlerini sürebileceğiniz, yazarın kendi deyişiyle “bir karakterin değil, üslubun başkahramanı olduğu”, okuması keyifli bir roman. Umarım bu roman da Türkçeye kazandırılır. Şimdilerde yeni çıkan bir deneme derlemesini okuyorum, adını “Arkadan Düğmeli Palto” olarak Türkçeye çevirebiliriz. Kendisini Vovka ya da Saşa üzerinden değil, “Mişa” olarak tanımamızı sağlayan bir derleme.
Mektupların Romanı adından da anlaşılacağı üzere mektuplarla ilerliyor. Nasıl bir metinle karşılaştınız?
En çok az önce de bahsettiğim, yerinden çıkmış zamanın ucunu elimden kaçırmamaya dikkat ettim. Yazarın zamanla oynamayı sevmesine Vzyatie İzmailya’dan aşinaydım. Ancak iki zamanın birbirinden farkının olmaması, yani Vovka’nın birinden diğerine yolculuk etmemesi çeviriden çok ip cambazlığı yapmak gibi bir tecrübeydi. Gerçekten yaşanmış, belki de dünyanın en absürd savaşlarından birini de bilmeyi gerektiriyordu metin. Boksör İsyanı’nı tanımak için yaptığım okumaların yanında, Sinolog arkadaşlarımdan da destek aldım.
Evet, savaşı da konuşmak istiyorum. Metinde savaşın kendisi ve sebep olduğu hem psikolojik hem fiziksel yıkımlar büyük rol oynuyor. Ne tür araştırmalar yaptınız?
Boksör İsyanı’nı ben de Mektupların Romanı’ndan önce bilmiyordum. Bir önceki yüzyılın başlarında Çin’de yabancılara karşı organize sokak ayaklanmalarının büyümesi ve can kayıplarına neden olmasıyla Fransa, ABD, İngiltere, Rusya, Japonya gibi ülkelerden kurulu bir ittifak Çin’e giriyor. Yani bir yanlışın üstü kocaman bir başka yanlışla çiziliyor. Enikonu uluslararası bir savaş çıkıyor Çin’de isyancıların ve aslında yabancıların çok olduğu kentlerde. Kitapta da takip edileceği üzere, müttefikler de bu savaş üzerinden birbirlerini ölçüp biçiyor, ayıpları kucaklarına sığmayıp taşıyor. Çin’in yazılı kültür mirasının önemli örnekleri talan ediliyor, Japonlar sürekli ön saflara sürülüyorlar, İngiliz ordusunda yönetim kademesindekilerin dışındaki tüm askerler Hintli ya da sömürge kökenli.
Romanda görmüş olacağınız gibi çok fazla Çince terim ya da toponim var. Bunların yazılışları ya da Çin realitesine dair belli sağlamaları yapmak adına ikincil kaynaklara ihtiyacım oldu.
Aslında romanda zaman yok, mektuplar var, diyebilir miyiz?
Doğru bir tanımlama. Çünkü her bir mektup kendi içinde, kendi zamanını oluşturuyor. Saşa’nın mektuplarındaki zaman daha takip edilebilir görünüyor. Ancak Vovka bize çocukluğunu Sovyetlerin son yıllarında geçirmiş olması muhtemel biriymiş izlenimini verirken kendimizi birden 20. yüzyılın başında bir savaşta buluyoruz. Zaman birbiri ardına dizilmiş süreler silsilesi mi, sorusunu sorduruyor bize ister istemez. Kocaman bir masanın üzerine yayılmış bir sürü kağıt düşünün. Ellerimizi o masa kadar açıp kağıtları karıştırmaya dair çocuksu bir iştah duyarız. İşte roman da böyle yaklaşıyor zamana.
Vovka romanın bir yerinde “Canlı olan her şeyin, var olmak gibi bir iddiası varsa kokmalı, bilmem anlatabildim mi?” (sf. 15) diye soruyor. Sonra da en büyük sıkıntısının burnuyla ilgili olduğunu itiraf ediyor (sf. 115) ve burnunu koparıp atmayı çok istediğini söylüyor. (sf. 235) Romanda bu burun ve kokunun yeri nedir?
Tüm duyular içerisinde koku almanın farklı bir yeri var. Görme kadar ulaşılır değil. Zamanımıza ya da mekânımıza ait olmayan şeyleri kayda düştükleri ölçüde görebiliriz. Bu da bize söz konusu zamanlara ya da mekânlara dair bir fikir sunar. Dokunma kadar da yakın değildir. Gerçeklik doğrusunda görme ve dokunmanın arasındadır. Yani somut gerçekliğe bir tarafıyla çok yakın ancak en yakın değil. Belki de Şişkin’in zaman algısında durduğu yer, aynı zamanda gerçeklik algısında da durduğu yerdir. Nasıl yerinden çıkarılan zaman üzerinde kurduğu bir gerçeklik varsa, muhtemelen duyulardan koku alma da buna çok yakın duruyor.
Dil ve üslup olarak bu metinde nelere dikkat ettiniz?
Dili ve üslubu kendime yakın buldum. Sevdiğiniz bir yazarı çevirirken her zaman doğru orantılı bir kolaylık ya da verim söz konusu olmayabiliyor. Bunu Faina Grimberg’in “Andrey İvanoviç Eve Dönüyor” şiirini çevirirken çok iyi anlamıştım. Ancak Mektupların Romanı’nda bu türden bir orantıyı kurmak mümkün oldu. Saşa da Vovka da yaşları bana yakın kahramanlardı. Rusya’daki arkadaşlarımı, onların geçmişlerine dair gerek okulla, gerekse tatilleriyle, daça yaşantılarıyla ilgili anlattıklarını anımsattılar bana sık sık. Bu durum en azından kahramanları kendime yaklaştırmamı sağladı. Karakterlerin en öne çıkan özelliklerinin mektupların satırlarına da yansıyan içtenlik olduğu düşünüldüğünde, bunun yararlı olduğunu sanıyorum.
Romandaki “Sonra eve gittim ve her nedense tüm büyük kitapların, resimlerin aslında aşkla uzaktan yakından ilgisi olmadığını aklımdan geçirdim. Sadece merakla okunsunlar diye aşkla ilgiliymişler gibi görünüyorlar. Aslında ölümler ilgililer. Kitaplardaki aşk kalkan gibi bir şey, daha doğrusu gözleri bağladığın bir bez parçası sadece. Göremeyesin diye. Çok korkmayasın diye.” (sf. 16) cümlesi beni derinden etkiledi. Mektupların Romanı için aslında bir aşk romanı değil, ölüm romanı diyebilir miyiz?
Mektupların Romanı ölümün karşısına yaşamı değil de aşkı koyan bir roman diyebiliriz belki. Buradan birbirleriyle kıyasıya bir savaş yaşadıkları anlamı çıkmasın. Çünkü ölümle birlikte aşk bitmiyor. Kitabın başlarında Saşa, Vovka’nın ölümünü haber almasına rağmen ona mektup yazıyor. Kitabın sonunda da Vovka’nın ölüme dair acelesi, Saşa’nın tramvay yolculuğuyla “buluşacakları yere” geleceğine inancı.
Metinde bir yerde Şaşenka papara yemeğinden (sf. 117), nasıl yapıldığından bahseder. Bu noktadan hareketle Rus kültürüyle Türk kültürünün mutfak, yeme ve içme alışkanlıklarında neler farklılaşıyor, neler benzeşiyor? Romanlarda bu tür bilgilere rastlıyor muyuz?
İki kültürün mutfakta ortaklaştıkları yerler var elbette. Ancak çok da benzemiyorlar. Rus mutfağı az malzemeyle sade ama değerli ürünler çıkaran bir mutfak. Kalabalıktan arınmış, besinlerin birincil tatlarına önem veren bir mutfak. Rus mutfağında ana besin maddesi neyse onun tadını öne çıkarmaya hizmet etmiyorsa baharat araya çok girmez. Kısacası Rus mutfağı sadeliğin tadına varabildiğiniz bir mutfak. En karışık mesele borş, onun bile içine giren her sebze ayrı ayrı pişirilip son aşamada birbiriyle buluşturuluyor. Mutfağın dille buluştuğu nokta da üzerinde durulması gereken bir konu. Yemeklerin adları çoğunlukla içlerinde ne varsa onlarla anılıyor. Etli patates, mantarlı patates, sotelenmiş lahana gibi prozaik isimlerle dolu, bir o kadar da lezzetli ve alışıp uzak kalındığında özellikle süt ve su ürünleriyle çokça özlenen bir mutfak.
Rusça gibi, Çince gibi, Korece gibi, Japonca gibi, hatta bunlara nazaran daha çok kişinin bildiğini düşündüğümüz Almanca, Fransızca, İtalyanca gibi dillerden yapılan çevirilerin editörlüğü ne yazık ki metinlerin İngilizcesinden yapılmak durumunda oluyor. Bu metinde de aynı tutum mu izlenmek zorunda kaldı? Editörünüzle nasıl çalıştınız? Siz metni teslim etmeden önce nasıl bir yol izlediniz?
Ne yazık ki öyle, Rusça çevirilerin İngilizce üzerinden redakte edilmesi başlı başına bir dert. Burada da iki yaklaşım söz konusu. İlki metni Rusçadan İngilizceye çeviren kişinin çalışmasının sizin çalışmanızın sağlaması olarak kabul edilmesi. Bu yıkıcı bir yaklaşım. Sanki ortada mutlak doğru sonuçları gösteren bir çarpım tablosu var da ona göre doğru ve yanlışlarımız düzeltiliyor. Ancak Mektupların Romanı üzerinde çalışırken Jaguar Kitap ile bu türden bir ilişkimiz olmadı. Elbette İngilizce metin araya girdi ancak bir sağlama faktörü olarak değil, bir uzlaşma faktörü olarak. Yani metnin editörün gözüne takılan kısımları üzerinde konuştuk, en makul olduğunu düşündüğümüz yol üzerinde birlikte anlaştık. Metnin aramızda fazlaca mesai yapmasına neden oldu ancak gerekliydi. Benim içime sindi. Umarım yayınevi için de böyledir.