II. Dünya Savaşı'nda Dimitri Şostakoviç, Nazilere karşı direnişin simgesi olarak besteledi Leningrad Senfonisi'ni. Sarah Quigley'in yazdığı, İlknur Özdemir çevirisiyle Kırmızı Kedi'den yayımlanan Orkestra Şefi de bu hikâyeyi anlatıyor
Eylül ayı soğuk ve güneşsizdi. Güneş her gün, Leningrad kapılarında konuşlanmış Alman tanklarını görmek istemezmiş gibi kocaman bulutların arkasına gizleniyordu. Yazın telaşı yerini şehrin yüzeyini yosun gibi kaplayan tuhaf bir uyuşukluğa bırakmıştı. Sıradan eylemlerin arasına olağandışı olanlar da giriyordu ama ister ekmek kuyruklarında sürünürken olsun, ister bomba atma talimleri yaparken, insanlar alçak sesle konuşuyorlardı, yüzleri tıpkı metal griliğindeki gökyüzü gibi ifadesiz oluyordu.
Şostakoviç kendini gitgide daha da yorgun hissediyordu. Bacakları ağrıyor, gözlerinin arkası sürekli sancıyordu. “Belki de otuz beşinci yaş günüm yaklaştığındandır,” dedi Nina’ya. “Yaşlanıyorum.”
“Bütün gece yangın gözlemek ve gün boyu beste yapmak insanın kendisini yaşlı hissetmesi için yeterlidir. Hem sen beste yaparken kendini hep kötü hissedersin. Bu işi tamamladığında düzeleceksin.”
“Tamamladığımda! Sorun şu ki–” Sıcak çayından bir yudum aldı, patates rendeleyen Nina’ya baktı, hata yapmadığını umarak itirafa girişti. “Bu sadece başlangıç bölümü. Bunu birkaç günde tamamlasam bile ikinci bölümü yazmam gerek, sonra da üçüncüyü ve dördüncüyü.”
“Senfoni mi... olacak?”
“Korkarım ki öyle. Gök gürültüsü ve şimşekle dolu yirmi beş dakika yeterli diyebilirsin. Ama birkaç gün önce arkasının da geleceğini kabul etmek zorunda kaldım.” O ânı öfkeye benzer bir duyguyla hatırladı. Konservatuvar’ın dik merdivenlerinden çatıya kum dolu bir kovayı sürüklerken kuşkuları inanca dönüşmüştü. Ana temanın son gürlemeleri, tankların ufukta gözden kaybolması – bunlar final değildi. Daha fazlası yazılacaktı.
Nina hafifçe iç geçirdi. Belki de Şostakoviç’i yataktan çıkamayacak hale getiren ağır bir depresyona sürükleyen Altıncı Senfoni’nin son evrelerini hatırlıyordu. Rendelenmiş patatese un katarken yüzünü buruşturdu. “Yumurtamız olsaydı keşke.”
“Keşke bende de bir scherzo olsaydı,” dedi Şostakoviç umutsuzluk içinde. “Sonra da bir adagio, arkasından da final. Harika.”
“Hoş bir sürprizle karşılaşabilirsin. Ne de olsa Altıncı Senfoni’nin sadece üç bölümü vardı.”
Şostakoviç elindeki kadehle oynadı, evirip çevirdi, içindeki berrak sıvının çalkalanışını seyretti.
“Her şey yoluna girecek.” Nina yemeği bırakıp Şostakoviç’e ışıl ışıl gülümsedi.
Şostakoviç homurdandı. Her şeyin asla iyi olmayacağına eminken kendisine iyi olacak denmesine kızıyordu. Kendisini şevklendiren, sonu gelmeyen bu heyecan ve azim yüzünden bağırsakları bozuluyordu (nöbetini devredebileceği kimse olmadan bir damda saatlerce oturup kalınca rahatsız edici oluyordu). Kıçı bir kovanın içindeyken bombardıman altında kalıp ölebilirdi. Seçkin bir Rus bestecisi için ne de uygun bir son! İşte o zaman Stalin emirlerinin yıllar boyu yol açtığı sıkıntılardan pişman olabilirdi! “Yoldaş Şostakoviç mi?” derdi fok balığı bıyığının altından. “Sinirleri iyice bozulana kadar onu kışkırttığım için üzgünüm. Bu dediğim Almanlarla savaştan önceydi, elbette. Yedinci Senfoni onun son bestesiydi; zorlandığı için bağırsakları paramparça oldu. Sorun 1936’da, ben onun operasını yanlış anladığımda başladı ve biraz da ironik bir şekilde, onun öğrenim gördüğü binanın damında son buldu. Pantolonunu indirmiş, bombardıman yaparcasına sıçarken Junkers’e yakalandı – oysa biz büyük isimlerimizin böyle hatırlanmasını istemeyiz–”
“Ne?” İrkilerek bugüne döndü.
Nina yanına gelmiş çayını elinden alıyordu. “Çocukları çağırabilir misin? On dakika sonra yemek yiyeceğiz.” Kâğıtla kaplı pencereden vuran donuk ışıkta bile Nina’nın yorgunluğu açıkça görülüyordu.
“Nina,” dedi Şostakoviç, sesi ciddiydi. “Leningrad’dan ayrılmamızı istediğini biliyorum, ama anla lütfen. Batan gemiyi terk eden fareler gibi kaçıp gitmek yanlış geliyor bana.”
Nina yüzünü çevirdi. “Bu dediğin benim kulağıma, çocuklarının hayatlarını riske attığın için kendini rahatlatmak üzere bulduğun bir bahane gibi gelmeye başlıyor.”
“Bahane mi? Bahane mi? Leningrad’ı mahvolmaktan kurtarmanın lanet olası bir bahane sayılacağını pek sanmıyorum!”
“Sen sadece kendini kurtarmanın derdindesin.” Nina sesini yükseltti. “Tam yazmaya koyulmuşken rahatsız edilmeye dayanamıyorsun. Eğer şimdi gidersek, üzerinde çalıştığın şeyden kopmaktan korkuyorsun. Müziğin, ailenden de ülkenden de çok daha önemli senin gözünde. Neden gerçeği söylemiyorsun?” Pencereye gitti. “Galina, Maksim, içeri girin haydi!”
Şostakoviç koltuğuna çöktü. Kuşkusuz şimdi şehri terk ederlerse çalışması tehlikeye girerdi. Çaba harcayarak çevresindeki kargaşanın içinden tuhaf bir rutin çıkarmayı başarmıştı, eğer bu kesintiye uğrarsa beste yapmaya devam edebileceğinden emin değildi. “Bizi bombalamaya başlarlarsa o zaman durumu yeniden değerlendiririz.” Bunu söyleyince kendini daha iyi hissetti: Daha kararlı, daha otoriterdi, bir aile reisine benziyordu. “Top mermileri,” diye yineledi. “Ve bombalar. Bunlar başlarsa eşyamızı toplayıp gitme vakti gelmiş sayılır.” (s. 209-212)