Deniz Tarsus'un öykülerinde bir yabanıllığın yanına iliştirilmiş insanı okuyacağız. Bazen bir ömür, bazen de bir gün dökümü...
Deniz Tarsus imzası taşıyan kitapları raflarda görmeye başlayalı çok değil, henüz üç sene oldu ancak bu üç yılı, üç kitap verimiyle doldurmayı başardı genç yazar. İlki, Dedalus etiketiyle Ozo Ozo Çakta, ikincisi Can Yayınları'ndan çıkan Ayrıkotu ve üçüncüsü, daha geçen günlerde yayımlanan ve yine Can Yayınları etiketiyle okura sunulan İt Gözü (bir de çocuk kitabı Babam Bir Astronot).
Tarsus'un ilk kitabından bu yana kendini fark ettiren özgün bir dünyası ve dili var. Bu dil ve dünya ise hayalgücünün sınırsız coğrafyasından çıkmış belki de en nadide ürünlerden olan mitolojiden besleniyor daha çok. Sırtı bir şekilde gerçeğe yaslanıyor Tarsus'un ama ulaşabileceği gerçeküstünü de hiçbir zaman aklından çıkarmıyor ve öykülerinin bir ucu hep bu fantastik ayrımın peşinde. Öykülerinin vurucu anlarını, bu fantastik eşiğin doğuracağı sonuçlar üzerine kurmaya çalışıyor daha çok.
Deniz Tarsus'un öykü evreni üç kitabında da bu paralelde ilerledi. Her kitabın kendine has öne çıkan yanları elbette ki var ancak yazın zeminini bu yönde güçlendirdi yazar en başından bu yana.
Her kitabın kendine has farklılıklarından bahsedecek olursak; ilk kitabında örnekse mitolojik bağlamlarla güçlendirdiği öykülerini, bugünün dünyasına anlamsal düzeyde ilmeklemesiyle dikkat çekmişti yazar. İkinci kitapta, hemen yukarıda bahsettiğim temel üzerine bir hayali coğrafya ve insanlarını oturtmuştu. Bu coğrafyada ise doğanın sesini duymanın yanında, yazarın bu doğayı kalemiyle nasıl evirdiğini görmüştük. Üçüncü kitap İt Gözü'nün farklılığınıysa her iki toplamdan gelen birikimin yanına keskin bir toplumsal boyut açması meydana getiriyor. Bu toplumsal boyutta da bizi günün yaralarından beslenmiş ve acılarını kendine has üslubuyla ortaya dökme arayışına giren bir yazar karşılıyor.
Az önce farklı bir bağlamda kullandığım "arayış" sözcüğünün, Deniz Tarsus'un ortaya koyduğu edebiyat anlayışını açıklayabilmek adına önemli bir yerde durduğunu düşünüyorum. Çünkü Tarsus, her kitabında bellirli bir temel üzerine koyarak geliştirdiği faklılıklarını tam anlamıyla karşılıyor bu sözcük. Deniz Tarsus'un yazdıkları biçim ve biçem olarak her seferinde kendini yenilemiyor belki ama üzerine kattıklarıyla kendini farklılaştırıyor her seferinde. Bu da genç yazarın arayışının devam ettiğini gösteriyor bize.
İt Gözü'ndeki öykülerde de tam olarak bunu görüyoruz.
Bir o kadar bizden ancak işlenişiyle farklılığını yaratan bir öykü dünyası Deniz Tarsus'un kaleminden çıkan. Bir yandan âşık olunası denli bakir bir coğrafyanın sözcüsü, bir diğer yandan da bu coğrafyanın insan eliyle katledileceğini bildiren bir kötü zaman habercisi rolünde yazar İt Gözü'ndeki öykülerde. Bu coğrafyanın kuşkusuz kahramanlar üstü kahramanı ise "doğa". Doğanın kendisi bir kahraman olarak dolaşıyor Deniz Tarsus'un öyküleri arasında. Bu, bazen bir madenin nefesini duyurarak, bazen bir ormanı tüm yaşayışıyla hissettirerek, bazen bir gizemli depremi öykü kişisinin yaşamını değiştiren öğe olarak metnin ruhuna taşıyarak, bazen de bir hayvana öykünün sonunu belirleterek yapıyor bunu. Ancak her ne olursa olsun, doğa bir şekilde öykülerin başkahramanı olarak karşımıza çıkıyor.
Doğayı, Deniz Tarsus öykülerinin "başkahramanı" olarak göstermenin bir diğer sebebi de öykülerde karşımıza çıkan kişilerin, karakter özelliklerini çok fazla öne çıkarmayıp kurduğu evrenin bir parçasıymış gibi göstermesi yazarın. Bir ülke var etmiş Deniz Tarsus, doğa bu ülkenin başkenti ve geri kalanlar ülkenin küçüklü büyüklü şehirleri gibi. Bu anlamda karakterlerin zaman zaman zayıf kaldığını da söyleyebiliriz hatta, ancak bu, Tarsus'un bilinçli tercihi gibi duruyor. Öykü kişilerinden çok öykü evreninin bir bütün olarak algılanmasını ister bir duruşu var yazdıklarının. Ancak bu öyküde zaman zaman aksamalara neden olsa da, büyük oranda muhteşem doğanın ihtişamını ve kudretini göstermesine omuz verir nitelikte meydana geliyor.
İt Gözü'nde karşımıza çıkan toplumsal olaylar ise Deniz Tarsus'un kaleminden yeni yeni süzülmeye başlayan farklı verimler. Bu toplumsal olaylar da aynı şekilde doğadan bağımsız olarak verilmiyor. Bir şekilde doğaya insan müdahalesiyle gerçekleşmiş yıkımları anlatma derdinde yazar. Yakın zamanlardan hatırlayacağımız Soma ve Ermenek facialarıyla gündeme gelen maden çalışanlarının acılarını kendine has dünyası ve diliyle anlatma arayışına girişiyor Deniz Tarsus kitaptaki iki öyküsünde. Bu öyküler "Can Kuşu" ve "Mengü".
"Can Kuşu" adlı öyküde, emek- emekçi yaşantısı ekseninde verilen bir maden göçüğünün hikâyesini okuyoruz. Soma ve Ermenek'te yaşananların edebiyata farklı bir yansıması olarak görmek mümkün bu öyküyü. İşlenişi açısından da yaşanan acılara karşı takındığı insancıl duruşu ile dikkat çekiyor bu öyküsünde Deniz Tarsus.
Kanımca kitabın en dikkat çeken öyküsü "Mengü" de bir maden ocağının açılma ve sonrasındaki gelişim hikâyesini anlatıyor. Bu öykü aynı zamanda kapitalizmin vahşi yönünü göstermesi açısından da oldukça dikkat çekici. Bakir bir bir doğanın içinde yaşayan mutlu insanların, iyi yüzünü gördükleri acımasız kapitalistlerle giriştikleri mücadele odağında gelişiyor öykü. Ancak metni farklılaştıran ve özgünlüğünü yakalamasını sağlayan yine fantastik öğeler oluyor. İç içe geçmiş katmanları ve hikâyeleriyle oldukça dikkat çekici bir öykü "Mengü".
"Can Kuşu", "Çakır", "Mengü", "Vefa", "Haşmet'in Ölüm Adı", "Civan", "Âdem" ve "Yılkı"... Tarsus'un öykülerinin hepsinde bir yabanıllığın yanına iliştirilmiş insanı okuyacağız. Bazen bir ömür, bazen de bir gün dökümü... Bu durum öyküye göre değişiyor ancak değişmeyen bir şey var ki o da Deniz Tarsus'un özgünlüğü. İt Gözü'nde, kendi öykü dünyasını adım adım kurmuş ve bu dünya içinde özgürce dolaşma yetisine ulaşmış bir yazarın öykülerini okuyoruz.
Bunların dışında bir küçük uyarıda bulunmakta yarar var.
Deniz Tarsus, yarattığı bu kendine has dünyanın içinde, yine kendine has bir dille var oluyor. Ancak bu dilde zaman zaman okuru öyküden uzaklaştıran bir yan var. Bu da yazarın sözcük seçimlerinde gösteriyor kendini. Öykü, bir sözcüğün dahi gidişatı değiştirebileceği ve gücünü gerçek anlamıyla dildeki duruştan bulan bir verim. Sözcüklerin böylesi bir önem taşıdığı türde ve "Can Kuşu" gibi yoğun duyguların aktığı bir öyküde "parçapinçik" gibi bir sözcük seçimi, işte tam da az önce anlattığım biçimde bir yabancılaşma uyandırıyor okuyanda. Genç öykücü sözcük seçimlerinde daha seçici davranırsa, metinlerin dünyaları da farklı bir duygusal derinliğe ulaşacaktır.