Dreyfus Davası'nı konuşmaya devam ediyoruz, etmeliyiz, çünkü nerede ve ne zaman olursa olsun, kitle şeytan sever. Şeytanlaştırma kitle için bir kurtuluştur, arınmadır; sorumluluktan kurtulma, kendini tertemiz, pirüpak yeniden inşa etmektir
18 Ekim 2018 13:57
Hukuk, siyaset ve hatta edebiyatla ilgilenen herkes, Dreyfus Davası’nı bir şekilde duymuştur herhalde. Ne var ki, tedavüldeki emisyon hacmi yüksek kavramların pek fazla bilinmemek gibi bir kaderi de bulunuyor. Dreyfus Davası’na ilişkin pek çoğumuzun ancak asgari düzeyde bir fikri vardır bu yüzden: “Uzun bir süre önce, Fransa’da, Dreyfus adında bir subay antisemitik gerekçelerle haksızca vatan haini ilan edilmiş, Émile Zola gibi aydınların müdahil olmasıyla haksızlık ortaya çıkmıştır.” Bu özet bilgi esasında Dreyfus’a atıf yapılan metinleri anlamak, hatta yeri geldiğinde Dreyfus’tan bahsetmek için yeterli görülebilir. Ancak davanın ayrıntılarına biraz olsun vâkıf olmak hem meselenin boyutlarını hem de günümüzde, başka bir dönemde ve başka bir ülkede yaşadıklarımızı anlamaya yarayacaktır.
İtiraf etmeliyim ki, Robert Harris’in Subay ve Casus’unu kısa süre önce bitirene dek, Dreyfus Davası hakkında yukarıda verdiğim o kısa özet bilgiden başka bir şey bilmiyordum. Bilgide bir yanlışlık yok elbette fakat Subay ve Casus’u okurken bir yandan meselenin derinliğini ve genişliğini görme imkânı buldum, diğer yandan ise kişisel deneyimlerime paralel bir anlatımı görmenin verdiği dehşeti yaşadım.
Dreyfus Davası, 19. yüzyılın sonunda Fransız siyasetini sarsmakla kalmamış, yüz yılı aşkın süredir ırkçılık, hukuk güvenliği, hukuk devleti, siyasî yozlaşma çerçevesinde sürekli atıf yapılan bir olay. Bir asırdan daha uzun süre önce, bambaşka bir coğrafyada gerçekleşmiş bu olayı bugün, burada da konuşmayı gerektiren, zihniyetler ve kurumlar arasındaki benzerlik.
Tıpkı Dreyfus Davası’nda olduğu gibi, hukuk, her türlü şeytana karşı yürütülen kutsal mücadelede ayak bağıdır. Yanlış formüle edilmiştir. Kördür...
Dreyfus Davası’nı konuşmaya devam ediyoruz, etmeliyiz, çünkü nerede ve ne zaman olursa olsun, kitle şeytan sever. Şeytanlaştırma kitle için bir kurtuluştur, arınmadır; sorumluluktan kurtulma, kendini tertemiz, pirüpak yeniden inşa etmektir.
Kitlenin şeytanlara karşı sorumluluğu yoktur. Komşunuza karşı sorumluluklarınız vardır ama komşunuz şeytansa bütün sorumluluklarınız düşer. Dreyfus’a karşı sorumluluk hissetmez davanın aktörleri, hatta halkın yarısı. İnsana, insan olması hasebiyle borçlarınız vardır; şeytanlaştırılmış insanın alacağı olmaz. Mülkiyet hakkına saygı duyulması gerektiğini söyleyebilirsiniz; şeytan malik olamaz. Bu yüzden şeytanın haksız yere sahip olduğu mal varlığı öncelikle konuşulması gereken bir mesele hâline gelir, tıpkı Dreyfus’un ailesinin serveti gibi, tıpkı her haine karanlık odaklardan paralar yağdığına inanılması gibi.
Şeytan olma hususiyeti, her şeyi açıklama kabiliyetine sahiptir, hem geriye hem de ileriye dönük olarak: Şeytanlaştırılmış insan/grup niye böyledir, çünkü şeytandır; şeytanlaştırılmış insan/grup yarın ne yapacaktır, bilinir, çünkü şeytandır. Dreyfus artık eski Dreyfus değildir, şeytandır. Şeytana karşı sorumluluk yoktur ama şeytan her şeyden sorumludur. Şeytan olmayanların bütün dertleri tasaları, grubun içinde bulunduğu olumsuz koşullar veya bir türlü gerçekleşmeyen hayaller; hastalıklar, huzursuzluklar, dengesizlikler, başarısızlıklar; külliyen bütün noksanlıkların yanında arzuların gerçekleşmemiş olması şeytanların suçudur. Fransa Almanya’ya yenilmiştir mesela, çünkü Dreyfus ve temsil ettiği Yahudiler Fransa’da yaşamaya devam etmektedirler.
Dreyfus Davası’nı konuşmaya, hayır, yaşamaya devam ediyoruz çünkü şeytan olmak kolaydır. Bir hakiki şeytanlar vardır, bir de şeytandan farkı olmadığı için şeytan olanlar. Bir doğuştan şeytan olanlar vardır, bir de bile isteye şeytan olanlar. Bir şeytanlar vardır, bir de şeytanın hizmetkârı oldukları için şeytanlaşanlar. Bir bile isteye şeytana hizmetkârlık ettiği için şeytanlaşanlar vardır, bir de şeytanın işine yarar bir şeyler söylediği için şeytanlaşanlar. Bir şeytanlar vardır, bir de şeytana şeytan demediği için şeytan sayılması gerekenler. Bir şeytanlar ve şeytanlaşanlar vardır, bir de şeytana sabah akşam lanet etmediği için şeytanlığını saklayanlar. Esasında bir şeytan vardır, bir de şeytanın düşmanları. Dreyfus, ailesi, dostları, onun hakkını şu veya bu şekilde savunan herkes, nihayet Dreyfus’a düşman olmayanlar, hepsi birden şeytandır.
Kitle düşman sever ve şeytan düşmandır, bu yüzden de düşman hukukuna tabidir. Sırf varlığı bile sorundur. Uzaklaştırılmalı, sürülmeli, etkisizleştirilmeli; yoksulluğa, yalnızlığa, mümkünse ölüme mahkûm edilmelidir. Düşmanla mücadele edilmelidir. Mücadelenin yeri, zamanı, sınırı yoktur. Düşman, kitlenin varlığına tehdittir. Düşmanın varlığı, herkesi asker, herkesi görevli kılar. Kimsenin düşmanla savaşmak için görev vermesi gerekmez. Kitle şeytan karşısında her daim silah altında, her an sınır nöbetindedir.
Tıpkı Dreyfus Davası’nda olduğu gibi, hukuk, her türlü şeytana karşı yürütülen kutsal mücadelede ayak bağıdır. Yanlış formüle edilmiştir. Kördür. Şeytanın şeytanlığını göremez. Hakkı olmayana hak verir. Borcu olmayana borç çıkarır. Vatan hainlerini serbestçe sokağa salarken, vatanperverlerin elini kolunu bağlar, üstüne bir de cezalandırır. Hâlbuki hukukun gözü, kitlenin kendisini özdeşleştirdiği devletin, vatanın menfaatini korumak üzere açılmalıdır.
Hukukun ayak bağı olmasını engellemek için yapılması gereken, hukuk aktörlerinin hukukun gözü, kulağı, eli, ayağı olmasını sağlamaktır. Kanun kitaplarına gömülmüş, ofisinde yalnızlık çeken, önüne birbirleriyle çelişen iddialar gelmiş savcı veya yargıç, bu gözü açık hukuk işleyişinde esasında çaresizdir. Savcıya ve yargıca yardımcı olmak gerekir. Hatta bir de devletin menfaatlerini göz ardı eden, oturduğu makama layık olmayan, devletin bütün imkânlarından yararlandığı hâlde onu korumak için harekete geçmek istemeyen, bu tavrını iğrenç bir tarafsızlık ve adalet tutumuyla süslü gösteren hukukçular vardır. Onların şeytanla iş birliğine soyunmaması için elden gelen yapılmalıdır.
Hukukun gözünü açmak için hukuk dışı aktörler sahneye çıkar. İş siyasetçiye, gazeteciye, sözde sivil toplum örgütlerine, durumdan vazife çıkaran vatandaşlara, devletin her daim koruyucusu olan bürokratlara ve organik aydınlara düşer. Siyasetçi; ırkçılıkla, dinî fanatizmle veya ideolojik koşullanmayla köpürmüş ruhlara hitap eder. En yüksek perdeden bu şeytanlaştırma sürecine katkıda bulunur. Savcıları ve yargıçları uyarmaktan, yönlendirmekten, hatta tehdit etmekten geri durmaz. Kendi varlığını üzerine inşa ettiği hukukî temele de savaş açmıştır ama karşıda şeytan vardır ve şeytanın varlığı sürekli bir olağanüstü hâli gerekli kılar. Gücü varsa resmen ilan eder olağanüstü hâli, gücü yoksa fiilen altüst eder her türlü hak rejimini. Hiçbir ahlakî endişe duymaz. Çünkü arkasında, en nihayetinde oy devşireceği kitle vardır. Kendi iktidarının güçlenmesi için şeytanların ne sosyal hayatta ne de devlet kurumlarında bulunması gerekir. Ayıklama, arındırma ve temizleme kavramları tıbbî terminolojiyle birleşir. Habis urlar, zararlı virüsler temizlenmelidir. Siyasetçi bağırır. Alabildiğine bağırır. Suçlar. Hedef gösterir. Kışkırtır. Böler.
Gazeteci haber vermeyi bırakır. Kitleleri yönlendirmek, siyasetçinin daha keskin dili olmak, yeri geldiğinde siyasetçinin kullanacağı argümanları önceden tedavüle sokmak, kitleselleşmiş muhbirliğe özendirmek, hatta bizzat muhbirlik yapmak mesleğinin yeni görev tanımı olmuştur. Siyasetçi ve gazeteci el ele vermiş, yargı adına suçlamış, yargı adına yargılamış, yargı adına hüküm vermiştir. Yargıya düşen artık bir ölçüde meşruiyeti sağlanmış hükmü dile getirmektir.
Sözde sivil toplum örgütleri, bu meşruiyetin sağlanmasında başrolü oynar. Üç beş kişiden oluşmuş, üyelerin her birinin onlarca benzer derneğe üye olduğu; adları, faaliyet alanları her ne olursa olsun en nihayetinde şeytanla mücadeleden asla geri kalmayan örgütler, huzursuz halkın sesidir. Her şey ne kadar da demokratiktir!
Ne var ki, hakikatin kendinden menkul bir gücü de vardır. Onca manipülasyona, tehdide, yalana rağmen, gün gelir, bu büyük suça ortak olmak istemeyen birileri çıkar...
Ama hukukçu yine de hukukçudur. Karara son imzayı o atacaktır. Sorumluluğu vardır. Onun sorumluluktan da kurtarılması gerekir. Vatandaşlar muhbirliğe soyunur. Şeytan saplantısının mefluç ettiği zihinlerinde yarattıkları olaylar, kimi zaman kasten kimi zaman gayriiradi çarpıtılır, yorumlanır, yeni bir biçim kazanarak açıkça yahut gizliden savcılara, kolluk kuvvetlerine, gazetelere yollanır. Şeytanın şeytanlığı ifşa edilmektedir.
Hukukçunun elinin rahatlatılması için bürokrasi de devreye girer. Eğer hukuk şeytanla elindeki araçlarla mücadele edemiyorsa, kolluk kuvvetleri suç uydurur, delil uydurur. Şeytanların lehine olan olgular belgelendirilemez, var olan belgeler arşivlerde kaybolur, aleyhe belgeler soruşturma dosyasından önce gazetelere servis edilir, belge yoksa, icat edilir.
Organik aydının birinci görevi, şeytanlaştırılmış, her türlü hakkı çiğnenmiş grupların hâline sessiz kalmaktır. O ses çıkarmıyorsa, demek ki yapılanlar doğrudur. O ses çıkarmıyorsa, demek ki ortada sorun yoktur. O ses çıkarmıyorsa, demek ki daha fazlası da yapılabilir. Eğer dengeler öyle gerektiriyorsa, organik aydın konuşur. Gizemli teorik açıklamalar bir şekilde gelip halkın iradesine, iktidarın otoritesine saygı duymaya dayanır. Düzen ve güvenlik en önemli ideallerdir. Düzeni bozan, güvenliği tehdit eden, her zaman şeytanlardır.
Şeytanla mücadele, devletin soğuk ve loş odalarında gizlilikle üretilen belgeler, ikna edilemeyenlere verilen rüşvetler, yine de ikna olmayanlara savurulan tehditler, açılan soruşturmalar, şeklen alınan ama dinlenilmeyen ve okunmayan ifadelerdir. Şeytanla mücadele aynı zamanda şeytanla mücadele edenlerin egolarının ve zaaflarının peşinden koştukları bir alandır. Bir yandan genel temizlik yapılırken, diğer yandan unvanlar, terfiler, ödüller alınır, cepler doldurulur, kişisel hesaplar görülür. Mücadelede ne kadar ön planda iseniz, istekleriniz o oranda yerine getirilmek zorundadır. Her türlü pislik, şeytanla mücadele adına aklanır.
Kitle şeytan sever. Siyasetçi ve bürokrat şeytana tapar.
Ne var ki, hakikatin kendinden menkul bir gücü de vardır. Onca manipülasyona, tehdide, yalana rağmen, gün gelir, bu büyük suça ortak olmak istemeyen birileri çıkar; hakikat peşinde koşan bir bürokrat, hakikate âşık bir avuç aydın; kimseye köle olmak istemeyen birkaç gazeteci; şeytanlaştırılmak pahasına gerçekleri ortaya koyuverir. Kitle olduğu yerde kalır, sessizliğe gömülür, bir sonraki şeytanlaştırma harekâtına hazırlık olsun diye siper alır ama kitleyi arkasına alarak buradan menfaat elde etmeye çalışanlar için gün artık utanma, silinme, nefretle hatırlanma günüdür.
Dreyfus Davası, bu sürekli tekrarlanan hikâyenin en bilinen örneklerindendir sadece.
Dreyfus Davası yaşanmış ve iz bırakmış tarihî bir olay, Subay ve Casus ise bir kurgu. İşin doğrusu, tarihi edebiyat metinlerinden öğrenme taraftarı değilim. Adı “tarihî roman” bile olsa, okuduğum metnin kurmaca olduğunu aklımdan çıkarmamaya, tarihe ilişkin yargıma o metinleri bulaştırmamaya çalışırım. Ancak Harris’in kitabın başında sunduğu not, kitaptaki ayrıntıların bile tümüyle kurgusal olmadığı iddiasında. Üstelik kitap hakkındaki yorumlar büyük ölçüde bu iddiayı destekliyor. Nihayet kitabın sonunda yazar bir de konuyla ilgili önemli araştırmaları sunmuş. Durum böyle olunca, kitabı sadece bir roman olarak okumak mümkün olmuyor.
Kitabı daha fazla özetlemek, Dreyfus Davası’nın önemli noktalarını yazmak gibi bir niyetim yok. Sadece davayı merak ediyor ve araştırma tarzı kitapları okumakta zorluk çekiyorsanız hukuk, casusluk, aşk, siyaset konularının iç içe geçtiği bu metni okumanızı tavsiye edeceğim.
Ben kitabı bitirir bitirmez kütüphaneme koşup uzun süredir elimin altında durduğu hâlde okumadığım bir başka kitabı daha okudum: Sami Selçuk’un Dreyfus Davası–Dünyaca Unutulamayan Yargılama Yanılgısı. Yüz sayfalık ve oldukça kolay okunan kitap dört bölümden oluşuyor. En uzun bölüm olan “Yargılama ve Hüküm,” davanın seyrini, bir hukukçu titizliğiyle, yargılamanın daha en başta görülebilecek sorunlarını dile getirerek ama hukukçu olmayan okurları sıkmayacak tarzda anlatıyor. “Zola’nın Serüveni” başlıklı ikinci bölüm, Zola’yla birlikte diğer aydınların süreç içindeki rolünü aktarıyor. Haksız bir yargılamaya maruz kalan, hapis cezasına çarptırılan, kitapları yakılan, devlet nişanı geri alınan, tazminat cezalarıyla yıldırılmaya çalışılan, Fransa’dan kaçmak zorunda kalan Zola’nın hikâyesi, pek çoğunuza hiç de yabancı gelmeyecektir. Bir sonraki bölümde Dreyfus’un aklanması yine hukukî süreç merkezinde aktarılırken, son bölümde davanın Fransız siyasetinde yarattığı etki ele alınıyor. Subay ve Casus’un davanın aktörlerinden Picquart’ın gözünden siyaset ve askerî bürokrasiyi öncelediği dikkate alınacak olursa, birbirini tamamlayan iki kitabı art arda okuduğum için talihli sayılırım.
Hâsılı, diyeceğim, birlik ve beraberliğe en çok muhtaç olduğumuz, şeytan bolluğu yaşadığımız şu günlerde, hayır, ilaç gibi gelmiyor, rahatlatmıyor Dreyfus Davası’nın ayrıntılarına vâkıf olmak, bilakis acı veriyor, huzur kaçırıyor, hayıflandırıyor. Ama ortalık yangın yeri iken, teskin edilmeye hiç gerek yok. Belki bugünün gerçek ilacı, gerçeğin yakıcılığıdır.