“Dünya devleti mi yoksa Tanrı devleti mi?”

Ömer Faruk’un kaleme aldığı Bir Aşağılama Aracı olarak Çöp adlı deneme kitabı, Besim F. Dellaloğlu’nun sunuşuyla yakında kitapçılarda. Yeni İnsan yayınevi tarafından basılacak kitaptan kısa bir Tadımlık sunuyoruz… 

26 Ocak 2022 10:30

Düşüncenin düşünene hükmettiği bir süreçte şekillenmiş olan dil, aile, din, millet, sınıf ve devlet altılısına en öldürücü darbe yine dinden gelir. Stok, tahakküm, kâr, düzenli ordu ve çöpün {= ıskartanın [= atığın (= cürufun)]} ve bokun tanrısallaştırdığı ekonominin simgesi olan Dünya Ticaret Merkezi’ne 11 Eylül 2001’de iki uçak saldırır.

Bu saldırı aynı zamanda ekonominin yeni bir din olarak kabulünün de ilanıdır. Binlerce yıldır iktidarını milyonlarca tapınakla, her gün beş kez secde eden yakarılarla, fetih ve fatih ululamalarıyla, “Tanrı Devleti”[1] özlemiyle güçlendirerek sürdürmüş olan din, bu muazzam güç ve prestij kaybına tahammül edemez; hükmetme kudretine “Dünya Devleti”[2]tarafından el konulmasına katlanamaz; gökdelenlerin bir hükmetme sembolü olan tapınaklardan daha kapsayıcı ve hegemonik bir söylem içerisinden yapıldığı gerçeğiyle yüzleş(e)mez, –ve ölümcül bir saldırıya geçer.

Ekonominin topraklarında da semirmesine rağmen başına buyruk hareket etmesine duyulan dizginlenemez öfkenin de dışavurumudur bu. Çünkü yeryüzü piyasaya açılmış, her kişi ve her şey pazara sunulmuştur: “Tek ve mutlak olan”dan düşünce üreten kutsal kitapların katı kuralları değil, piyasanın kuralsızlığı geçerlidir artık. “Kural”, “kuralsızlıkla” başa çıkamadığını bu intihar saldırısıyla itiraf ederek cemaatin eski Tanrı’ya olan inancının erimekte olduğunu, eski dinin ölme sürecine girdiğini de ilan etmiştir.[3]

Yeni dinin adı ise pan-kapitalizmdir.[4]

Tapınakları da çokuluslu şirket binalarının görünür yüzü olan gökdelenlerdir.

Dil, aile, din, millet, sınıf ve devlet pan-kapitalizmin asli aktörleri olan çokuluslu şirketlerin ihtiyaçları için, ihtiyaçları kadar vardır artık.

Devletin ordusu, milletin bayrağı, dinin tapınakları, ailenin doğurganlığı, dilin hükmediciliği ve sınıfın öfkesi bu ihtiyaçlar için “hizmet emri” beklemektedir.

Seçilmemiş ve seçilmiş tek adamlar da “hizmet emirleri”ni yerine getirmekle görevlendirilmiş distribütörlere ve gerektiğinde müdahale etmek için bekleyen güvenlik görevlilerine dönüşmüşlerdir.

Örneğin: Piyasa değeri 3 trilyon doları geçen Apple, 183 devletin yıllık bütçesinden daha büyük bir para hareketini kontrol etmektedir. BM’ye kayıtlı 192 devlet olduğu göz önünde bulundurulursa ne denli büyük bir ekonomik güç olduğu anlaşılacaktır.

Bu büyük ekonomik güce karşı dil, aile, din, millet, sınıf ve devlet altılısının yapabileceği hiçbir şey yoktur.

Üstelik küresel ölçekte bir hukuk, siyaset ve perspektif olmadığı için “meşru” ve “gayrimeşru”yu ayıran yasalar da yoktur. Her şey o şirketin o günkü çıkarına göre, o an biçimlenmektedir. “Hükümdarı olmayan bir hükmetme biçimi” yürürlüktedir. Ahlak ve yasa piyasayı, piyasa da yasa ve ahlakı ele geçirmiş, değersizlik yeni değer olmuştur. Bu anlamda yeryüzü hiçbir kurala ve değere bağlı olmayan öngörülemezlik tarafından biçimlendirilmektedir. Bu durum, Zygmunt Bauman’ın Iskarta Hayatlar: Modernite ve Safraları adlı kitabında “yeryüzünün suça bulaşması, suçun küreselleşmesi”[5] gibi yeni tanımlar yapmaya başlamasına da neden olmuştur.

Çokuluslu şirketler her kişi ve her şeyi satın alarak ya da satarak ölçüsüz bir biçimde zenginleşmekte, sürekli daha yüksek gökdelenler dikip, imha gücü daha yüksek silahlar icat etmektedir:

“Sermaye tek başına daimî ve mutlak, giderek hesap sorulamaz ve ilksel, her türden buyruğa kaynaklık eden ama nomos’un menzili dışında kalan bir kendilik olarak kendini göstermektedir. (…)

Sermaye hiçbir siyasi egemene hesap vermemekle birlikte, duygusal hayatın (ya da yokluğunun) koşullarını yaratır. Sermaye ulusal ve ulus-aşırı toplulukların kendi yaşam tarzlarının etrafına sınır çekme veya kendi kaderlerini tayin etme çabalarını, feodal tımar sahiplerinin modern dönemin başlangıcındaki çabalarına benzeterek alaya alır.”[6]

“Daimî ve mutlak”, “hesap sorulamaz” ve “kendi kaderlerini tayin etme istekleriyle alay eden” vurgularıyla anılan bu kudretli, hükmedici ve öngörülemez zenginleşmenin, yüksek gökdelenlerin ve imha gücü hızla artan silahların bedelini ise dil, aile, din, millet, sınıf ve devlet altılısının “içerisinde kalarak” düşünenler ve yaşayanlar ödemektedir.

Bu yüzden artık dil, aile, din, millet, sınıf ve devlet altılısının “dışarısından” düşünmek ertelenemeyecek bir zorunluluktur.

Bu yüzden öngörülemez olana karşı öngörülemez olandan düşünen ve eyleyen yeni perspektifler gerekmektedir.

Bu yüzden “yeryüzüne karşı işlenmiş suçlar!”a karşı “yeryüzünü bir değer olarak sakınan” yeni değerlere ihtiyacımız vardır.

Bu yüzden hareketli ve hareketsiz canlı türlerini de gözeten yeni bir kamusallık ihtiyacından söz eden düşünce üretmemiz bir zorunluluk haline gelmiştir.  

Bu yüzden Greta Thunberg gibi yeryüzünü düşünerek söz alanların “yok oluş isyanı!” adlandırması yerindedir, isabetlidir, –en azından sorun doğru tanımlanmıştır.

Bu yüzden dil, aile, din, millet, sınıf ve devlet altılısının “içerisinden” düşünenlerin siyasetten düştüklerini artık kabul etmesi, sözü yeryüzüne ait olanlara, yeryüzünü düşünerek söz alanlara, yeryüzünü sakınanlara bırakması gerekmektedir.

Omnicide [= tüm kırım (= yok oluş)] yaklaşmaktadır çünkü.

Omnicide’nin [= tüm kırım’ın (= yok oluş’un)] fethedeni, fatihi ve kazananı yoktur.

Mutlak bir kaybedeni vardır.[7]

 

Ömer Faruk, Bir Aşağılama Aracı Olarak Çöp,
Yeni İnsan Yayınevi, s. 70-75.

 

NOTLAR:


[1] Kavram Friedrich Nietzsche’de de geçiyor. Bkz.: Ahlakın Soykütüğü: Bir Polemik, s. 42.

Ama “Tanrı Devleti”ni bir kitap adı olarak ilk kez kullanan Aurelius Augustinus’tur. İlk büyük Hıristiyan filozof olarak anılan Aurelius Augustinus, De civitate dei (= Tanrı Devleti) adlı eserinde Yeryüzü Devleti adını verdiği pagan devlet arasındaki egemenlik farkını Tanrı Devleti lehine içeriklendirmeye çalışır: “Bu iki devleti iki sevgi kurmuştur; yeryüzü devletini Tanrı’yı küçük görmeye varan ‘ben’ sevgisi, gökyüzü devletini ise bedeni küçümsemeye varan Tanrı sevgisi. (…) Augustinus bu ayrımla, aslında, Hıristiyanlık öncesini ve sonrasını kastetmektedir. Vatanını bu dünyada inşa eden Hıristiyanlıktan önce, insanlığa yeryüzü devleti egemendir ve yönetimi pagandır. Dimitrios Demirtzis, Augustinus’un Yeni Platoncu, Epikurosçu ve Kynikler Okullarına Bakışı: De Civitate Dei, s. 5-6” – Augustinus’a dikkatimi çeken Besim Dellaloğlu’na teşekkür ederim.                

[2] Kavram, “…bugün bildiğimiz dünya büyük ölçüde Britanya’nın İmparatorluk çağının ürünüdür” saptamasını arkalamak için Niall Ferguson tarafından kullanılıyor. Bkz.: İmparatorluk: Britanya’nın Modern Dünyayı Biçimlendirişi, s. 24-25. –Ben kitapta bu bağlama daha çok bağlı kalıyorum.

[3] Yıkılan Dünya Ticaret Merkezi’nin boş arsası “zafer meydanı” olarak ilan edilir. Dünya Devleti boş arsaya ground zero (= zemin, sıfır noktası) adını verir. Frank Lentricchia ve Jody McAuliffe ise gelmekte olan tehlikenin büyüklüğünün farkına vararak Groundzeroland (= Sıfır Noktası Ülkesi) adını kullanmayı tercih ederler.

Dikkatinizi çekmek isterim: 11 Eylül 2001’le birlikte yeni bir devletin kuruluşundan söz edilmektedir. Kuralsız adamların (s. 85) etkili olduğu, piyasayı kutsallaştıran, bedenleri bile ticarileştiren, her şeyi metalaştıran ve gerektiğinde tüm değerleri ihlal eden kuralsız bir yeni dünya devletidir bu. Ahlak ve yasanın piyasayı, piyasanın da ahlak ve yasayı ele geçirerek bütün diğer ahlak ve yasa taleplerine “sikinin keyfine göre” davranan bir yeni devletten söz ediyoruz burada. Tek ve mutlak kitabın kurallarına göre kurulmuş olan Tanrı Devleti’nin intihar saldırısına girişerek çaresizliğini ve yenilgisini itiraf etmek zorunda kaldığı, geçmişin intikamını almak üzere kurgulanmış bir gelecek beklentisinin kendi sonunu organize ettiği bir yeni döneme girdik artık. Geleceğin geçmiş karşısında bir şansı kaldıysa eğer, bu şans, bu basit ve çıplak gerçeği kabul ettiği an başlayacaktır, –bu kitap bu kabul ile kaleme alınmıştır: “Amerikan tüketici kültürünün, tüm sınırları ihlal eden bu yok etme ve cinayet kadar korkunç darbeyi bile massedip metalaştıran olağanüstü gücü, bu kültürün nasıl da yok edilemez olduğunun nihai kanıtı. Katiller, Sanatçılar ve Teröristler, s. 18, 31”    

[4] Süreci “yemin” ve “ sözleşme” açısından da ele almayı deneyelim. Önce Tanrı vardı: “Genel hatlarıyla 470-1500 gibi geniş bir zaman aralığını kapsayan ortaçağ, kesinlikle Kutsal’ın hâkimiyeti altındaydı.” Bu dönemin zihniyet dünyasını ise “tarım” ve “inanç” belirliyordu. Kapitalizmle birlikte “sanayi” ve “hukuk” devreye girdi. Öncesinde piyasada mutabık kalınan bir kural olarak başvurulabilen “yemin” yeterli ol(a)mamaya başladı. Çünkü, “Yemin etmek kişinin doğruyu söylediğine ya da bir sözü yerine getireceğine dair tanrıyı şahit gösteriyordu.” Ama ürün için bir standartlık garantisi veremiyordu, ürünün niteliği ve niceliği, buğday ya da pirincin azlığı ya da çokluğu tümüyle iklim koşullarına bağlıydı, –ne kadar inançla söylenirse söylensin, “inşallah!” sorunu çözemiyordu. Mohr, M., Kutsal Bok: Küfür Etmenin Kısa Tarihi, s. 21, 75.

Kapitalizmle birlikte ürünün anlaşılan kalitede ve zamanda, anlaşılan fiyatta ve adette teslim edilmesi kendisini dayatmaya başladı. Çin’de üretilen bir vidanın, Türkiye’de yapılan bir köprüde ya da İngiltere’de yapılan bir gökdelende de kullanılabilir olması, çelik putreldeki deliğe uygunluğu mutlak bir zorunluluğu gerektirdi. Piyasanın kuralı katılaştı: Vida deliğe mutlaka girmeli, putreldeki delik vidanın girebilmesi için mutlaka uygun genişlikte olmalıdır!

Ve “yemin” olarak tanrının şahitliği yeterli ol(a)mamaya, vida ve çelik putreli yapabilirliğinin kanıtlanmasının yanı sıra ceza rakamının ve banka garantisinin de belirtildiği “sözleşme” devreye girdi, –banka hakem oldu. Böylece sürpriz en aza indirildi.

“Yemin”, “sözleşme” karşısında çaresiz kaldı ve silaha sarıldı.

Sarıldığı silahın “sözleşme” koşullarıyla üretildiğini fark edip bir zihniyet farklılaşması olduğunu kabul etmektense tetik çekmeyi tercih etti.

Tetiği çektiği an “yemin”in “sözleşme” silahıyla kendisini vurduğu andır!

Allah taksiratını affetsin!

“Yemin etmek” ve “sözleşme imzalamak”ın dışında bir de “söz vermek ve sözünü tutmak” vardır. Bu da öncelikle “yabancı”nın ve “fark”ın normal kabul edildiği, etkilenme ve etkileyen mekanizmaların her kişi için eşit uzak ve yakınlıkta olduğu “az yasalı” bir toplumsallığı içerir. Bu toplumsallıkta “fark” sorun değil, yaratıcılığa esin veren bir zenginliktir. Taraflar birbirleriyle karşılaşabilecek özgüvene sahiptir. Öngörülemez ve ele geçirilemez olmak “suç” değil, çıkabilecek sorunları çözme potansiyelini barındıran bir özelliktir. Aşağıdan yukarıya oluşturulmuş bu “az yasalı” toplumsallıkta “söz vermek” ve “sözünü tutmak” yaygın ve etkin bir kamusallığın varlığıyla doğru orantılı olarak kendisini sürdürülebilir kılar, “yemin” ve “sözleşme”nin yerini alır. 

[5] Bauman, Z., Iskarta Hayatlar: Modernite ve Safraları, s. 78.

[6] Brown, W., Yükselen Duvarlar Zayıflayan Egemenlik, s. 79, 80.

[7] Jean-Luc Nancy geniş ufuklu kitabında “Dünya Devleti” ve “Tanrı Devleti” kavramlarını kullanmaksızın 11 Eylül 2001’de gerçekleşen “dehşet anı”nı tanrılar arası savaş olarak adlandırır. Ona göre, bu öz-yıkıma kendini yüceltme ve aşırı-özselleştirme neden olmuştur: “Bir yanda adı doların üstünde yazan Tanrı, öte yanda adına ‘kutsal savaş’ ilan edilen Tanrı. Pek tabii, her iki tanrı da araçsallaştırılmıştır. Dünyayı Yaratmak ya da Küreselleşme. s. 53”

Bu “dehşet karşılaşması”ndan sonra “sonsuz kötülük”ün söylemi giderek daha ağır basacak ve bu söyleme karşı bir tek “sonsuz haysiyet (= özsaygı)”, “hareketli ve hareketsiz canlı türleriyle sonsuz dayanışma” ve benzeri kaygıları taşıyan söylemlerin şansı olacaktır.

Bu yüzden pan-kapitalizm içerisinden biçimlenmiş olan “Dünya Devleti” ve türevi olan “seçilmiş tek adam” rejimlerini “sonsuz kötülük” vurgusu eşliğinde ele almak, bizi omnicide’ye [= tüm kırım’a (= yok oluş’a)] kayıt eden mevcut düşüncede onarılamaz çatlaklar yaratmak açısından isabetlidir, yerindedir, gereklidir. –Ve hatta kaçınılmazdır.  

“Tanrı Devleti” pan-kapitalizmi “sonsuz kötülük”le ilişkilendirecek ufka sahip olmadığı için varoluşunun hatasını yapmış ve tarihten düşmeye başlamıştır. –Ve daha da düşecektir.