İsmail Güzelsoy’un son romanı Değmez yayımlandı. Edebiyatın sıradan bir eğlence aracı haline geldiğini söyleyen Güzelsoy: İktidar sarhoşluğuyla lanetlenmiş çağın bütün aygıtları gibi edebiyat da giderek evcilleşip boyun eğiyor
22 Nisan 2015 15:00
Değmez’in yazım sürecinden bahsedebilir misiniz?
Kuluçka evresinde küçük notlar almakla yetinirim. Hikâyemin mayalanması gerekir. Dönem araştırması, malzeme toplama işlemleriyle uğraşırken, gazete, dergi arşivlerini karıştırırken aynı zamanda varacağım o son durağı da belirgin hale getirmeye çalışırım. Hikâyenin finalinden başına doğru biçimlenmesi çok önemli. Bu bana neyi yazmayacağımı da telkin eder. Tuhaf gelebilir bu tanım ama yazmak aslında neyi yazmayacağına karar vermekle başlayan bir yolculuktur. Final aşamasından geriye doğru yürürken hikâyem bir rüya gibi kendini biçimlendirmeye başlar. Bu aşamada sinopsis yazmaya başlarım. Çok oyalayıcı ama eğlenceli bir iştir bu. Çünkü dinamik bir süreçtir ve haliyle snopsis sürekli değişir. Karakterlerin oluşturulması, hikâyeyi taşıyacak ana unsurları filan bu aşamada oturtmuş olurum. Ardından da bölümleri porsiyonlara bölerek hangi bölümün ne kadarlık bir zaman ve kapsamda yazılacağını belirlerim. Buna çok sadık kalabildiğimi söyleyemem ama en azından kaba da olsa bir harita oluyor elimde. Bütün bu işler bittikten sonra bölümleri tekrar tekrar yazmam gerekiyor. Hemen hemen hiçbir bölümü bir kerede yazdığımı söyleyemem. Yeniden yazarken önceki ham metinleri de saklıyorum genellikle. Her şey bittikten bir süre sonra elimdeki malzemeyi nasıl kullandığımı incelememe yardımcı oluyor. Bir anlamda hikâyemin arkeolojisini de yapmış oluyorum bu yolla.
Değmez’in, kurgunun oluşturulma süreci göz önüne alındığında ciddi bir araştırmadan beslendiği görülüyor. Kitabın böylece, bir roman olduğu kadar bir “araştırma metni” olduğu da söylenebilir... Meddah Değil Efendi’nin tanıklık ve hikâyelerini kaleme almak sizin için neden önemliydi?
Meddah Değil Efendi, önceki bir romanımda ürettiğim, çok sevdiğim bir anlatıcı karakterdir. Onun anlatıcı olarak derlediği ses kayıtlarından oluşuyor Değmez bir bakıma. Romandaki karakterlerin kendi yolculuklarını dile getirebilmeleri için bulduğum bir yol bu. Böylelikle karakterler belirsiz bir özneye, okura filan değil, güvendikleri bir meddahın teybine anlatırlar kendilerini. Bundan sonraki sürece ipotek koymak istemem ama bu çizgide ilerleyecek dört kitap daha var tezgâhımda.
Tarihsel gerçeklik boyutuna gelirsek. Fiziksel olarak çok uzun olmamasına rağmen romandaki ana düğüm ve dramatik ağırlık Tan baskınıdır. Olayları tarihsel gerçekliğe çok sadık kalarak anlattığımı söyleyemem. O vahşeti yaşayanların tanıklıklarını kılavuz edinerek bir hayal yolculuğu yaptım. Neden Tan baskınını seçtim? Çok net bir cevabım yok aslında. Türkiye’nin belleği yıkım, vahşet, ölçüsüz izansız katliamlarla delik deşik edilmiş durumda. Pekâlâ Madımak da olabilirdi. Öfkeli kalabalık denen o vahşi yıkıcılığın örneği çok. Kendine benzemeyen hiçbir şeye yaşam hakkı tanımayan bir şeytanetin kod adıdır öfkeli kalabalık. Üstelik Tan baskınında yer alan on bin gençten ikisi daha sonra art arda ülkenin cumhurbaşkanı olacaktır. Bu da bana çok etkileyici gelmiştir hep. Hepimiz o dizginlenemez öfkenin çocuğuyuz bir bakıma.
Sunuş metninde, kitabın yakın dönem Türkiye tarihini anlamak açısından önemli malzemeler içerdiğini söylüyorsunuz. Size göre romancının böyle bir misyonu var mıdır?
Esasen böyle bir amaçla yola çıkmadım. Bu yalnızca kurgusal bir oyun. Romanın ve romancının böyle bir misyonu yoktur elbette. Bir tercih meselesi. Gerçeklik, moda deyimiyle bir “algı operasyonu” için kullandığım ham malzemelerden biridir yalnızca. Yazdıklarım okurun gerçeklik algısı içinde bir şeyleri değiştirmeli. Bir alışkanlığı yıkmalı, yeni bir alışkanlık kazandırmalı, her zaman gördüğünü zannedip geçtiği şeyi görmediğini anlatabilmeli ya da tersi... Bunu yapamadığını düşündüğüm kitapları yayımlatmıyorum zaten. Kurmaca metinler için hep şu söylenir; kahraman metin boyunca dönüşür, asla romanın başındaki kişi değildir. Bence okur ve yazar da böyle.
Tıpkı Banknot Üçlemesi’nin ilk kitabı Sincap yayımlandığında olduğu gibi, yine bir serinin ilk kitabıyla karşı karşıyayız. Az önce dört kitap daha planladığınızı söylediniz... Öteki kitapları, Değmez’in devamı olarak mı beklemeliyiz?
Türkiye’de kaybettiğimiz pek çok şey arasında şaşırma yetimiz de yok mu? Adamlar Kuran-ı Kerim’den pasta yapıp yiyor ve biz bu oldukça normal karşılıyoruz; alıştık çünkü... Normalde delirip sokakta koşmamız gerekiyor. “Vay be” deyip geçiyoruz yalnızca. İşte onun için metinlerimde çeşitli “tuzaklar” kullanarak okuru şaşırtmayı seviyorum.
Serinin diğer kitaplarının Değmez ile çok ince, cılız bağları olacak. O yüzden kitapları birbirlerinin “devamı” olarak nitelememiz doğru olmaz. Yalnızca, Fennî Sihirler üst başlığı altında yayımlanmış olacak bu kitaplar. “Fenni Sihirler”in şaşırtabilme gücünü kullanmayı arzuluyorum. Şaşırmak çok önemli ve değerli. Sanılanın aksine, şaşırmadığımız zaman bir şeyler yanlış gidiyor demektir. Bakın son zamanlarda Türkiye’de kaybettiğimiz pek çok şey arasında şaşırma yetimiz de yok mu? Adamlar Kuran-ı Kerim’den pasta yapıp yiyor ve biz bu oldukça normal karşılıyoruz; alıştık çünkü... Normalde delirip sokakta koşmamız gerekiyor. “Vay be” deyip geçiyoruz yalnızca. İşte onun için metinlerimde çeşitli “tuzaklar” kullanarak okuru şaşırtmayı seviyorum. Şaşkınlığın yaratacağı uyarılmışlık haliyle bir şeyleri daha iyi anlatabileceğime inanıyorum. Öte yandan, bende çok eskiden gelen bir Brugel saplantısı vardır. Her zaman Brugel gibi, kahramansız ve merkezsiz bir bakışla yazılmış romanlar hayal ettim. İnci temasını geliştirdikten sonra da, Değmez’i bunun üzerine kurabileceğime karar verdim. Benim hayalimdeki roman şemasına çok uygun bir malzemeydi bu. Değmez’de, sözünü ettiğim o merkezsiz dünyayı kurabildiğimi düşünüyorum. Devam edecek romanlarda bunu sürdürmeyi istiyorum. Tabii şaşkınlığın yarattığı büyülü dünyanın ikliminde oynanabilecek bir oyun bu. Şaşkınlıkla uyarılmış bir akıl bu dünyanın tadına varabilir. Şaşkınlık çok değerli bir başlangıç...
Peki sizin seçimlerimiz, sözgelimi az evvel değindiğimiz “şaşırtmaca” yöntemi olmazsa, romanın bazı noktalarda güdük kalacağını düşünür müsünüz?
Dediğim gibi, bu tamamen kişisel bir tercih. Söz konusu olan benim yazdığım bir romansa çöpe gider... Böyle epey birikmiş metin vardır, bir köşede bekler. Yazdığım metnin okuyucuyu şaşırtmayacağını ve onun hayatında bir şeyleri değiştiremeyeceğini düşünürsem yayımlamıyorum. Burada mesele kusursuzluk arayışı filan da değil... Bir doygunluk noktası var ve metnin o noktaya ulaşması gerekiyor.
Ersan Üldes kitaplarınız hakkında yazdığı bir yazıyı şöyle bitiriyordu: “Güzelsoy romanlarının bütününü, ilk roman Ruh Hastası’nda geçen bir pasaj çok iyi anlatıyor: ‘Önceleri hoş bir macera romanıydı, eğlenceli bir kitaptı hakikaten de. Sonra yavaş yavaş, vücudumu kavrayan bir sıtma nöbeti gibi beni sarhoş etmeye başladı.’ Buna katılır mısınız? Değmez, bu kritiğin içine dâhil edilebilir mi?
Yazma sürecinde bunun pek farkında olamıyorsunuz ama sahiden de kapılıp gidiyorsunuz. Her şey bitince, geriye baktığınız zaman bu daha bir görülür hale geliyor. Geçmişteki yazdıklarıma baktığımda iyi olduğunu düşündüğüm şeyler var. Bunun yanında “daha iyi olabilirmiş” dediklerim de. Ama hepsiyle başka bir gönül macerası yaşadığımı söyleyebilirim. Metne dökülmeyen ama yazının ruhuna sızan bir yaşantıdan söz ediyorum. İyi hikâyelerin de birer hikâyesi olur ve onlar da bilinmeyi hak eder. Kafka’nın söylediği, lise yıllarında okuduğum bir şey vardı: “Ben yazmadıkça bir hiçim.” O zamanlar bunu kavrayamamıştım tabii. Şimdi ne demek istediğini anlıyorum. Yazı büyülü bir dünya. Okur yalnızca kendi eğlensin diye yazılan bir kitapla yüzleşir ama onun yazılışının da başlı başına görkemli bir masal olduğunu bilmez pek. Bilen iyi okurlar da var aslında, haksızlık etmemeli. Anlatılanın gerisindeki kederli iç çekişi, isyanlı sarsılışı, kahkahayı, makarayı, gözyaşını ve şakayı görebilen çok sıkı okurlar var.
Kredi kartınızı kitap ayracı yaparsanız devrim olur. Bu kadar da basittir hayatı değiştirmek.
Şaşırmaya alıştık demiştiniz... Kabul etmeliyiz ki bu durum bir biçimde toplumla alakalı konularda başımıza geliyor. Ve insana olduğu kadar, edebiyata da nüfuz ediyor. Tam da bu noktada, toplumsal olayların, örneğin Gezi’nin, edebiyatta kullanımı hakkında neler söylemek istersiniz?
Değmez’de bugüne dair söylemek istediğim çok şey vardı. Bu yanıyla politik göndermeleri olan bir roman. Çağdaş dünyanın politik sığlığı büyük bir tuzak olarak durur karşımızda. Caziptir de bir yandan. Öfkeliyiz ya... İşte bu tuzağa düşmemek için kurguyu farklı bir zamana taşımayı tercih ettim hep. Her ne kadar tarihsel bir olay anlatılsa da, aktörler, baskı, kahır hep aynı. İsimleri değiştirip aynı hikâyeyi tekrar tekrar yazabilirsiniz. Güncelliğin tuzağına düşmeden bütün bu yaşananlara itiraz etmenin en iyi yolu, söz ettiğim acımasız döngüye dikkat çekmek. Dünün hâlâ canlı olduğunu söylemekle okuru biraz üzüyorum, farkındayım ama en azından yarına dokunmuyorum. Şimdilik... Gezi’nin içindeydim ve sürekli yaşadığımız şeylerin az önce söz ettiğimiz o öfkeli kalabalık ruhunun tam tersinden işlediğini gördüm. Evet Gezi, 6- 7 Eylül’ün, Tan baskınının tam tersiydi. Orada yaşadığım bir olay bana çok dokunaklı geldi. O hengamenin içinde, iki genç, gazdan etkilenmiş bir yavru martı için koşturup duruyordu. Tan Gazetesi’ni basanlar çok farklı değildi belki de. Bütün iş, ne için ayağa kalktığımızda. Mazlumun ahı için ayaklandığında çok daha şefkatli oluyorsun ama ne bileyim, etnik temizlik için ayaklandığında gaddar, hoyrat ve yıkıcı oluyorsun. Sizi çağıran ses çok önemli, sizi kışkırtan durumlar, sizi ayartan durumlar... Kim ne derse desin, Gezi’nin ana motifi incinmiş birilerinin yanında olma arzusuydu. Sürecin her aşamasını incelemiş, kayıt altına almış biri olarak söylüyorum bunu. İnsanların öfkesini, yaraları onaracak bir dermana dönüştürdü Gezi.
Edebiyat bu dönüşüme ön ayak olacak kadar güçlü bir şey midir?
Edebiyat müthiş bir dinamodur ama neo-liberal dünyanın oyuncaklarından birine dönüşmekte. Kendi sağaltıcı, dönüştürücü gücünden korkup, sıradan bir eğlence aracı haline geliyor. Mutlak iktidar sarhoşluğuyla lanetlenmiş çağın bütün aygıtları gibi edebiyat da giderek evcilleşip boyun eğiyor. Bunun dışında kalmayı seçebilecek, yalnızlığın ağırlığında solup gitmeyecek kadar dirayetli bir sanat, çok iyi şeyler yapabilir. Dünyayı tek başına değiştirmez ama bunun için malzeme sağlar. Bunca çirkinliğin arasında estetik bir varoluşun kapısını aralayıp bize soluk alabilme şansı verir. Sanat bir özgürlük pratiğidir.
“Çoksatar olmak” ya da “çoksatar olmaya aday bir yayınevinden çıkmak” muhalif bir yazara toplum nezdinde ilave bir sorumluluk yükler mi, bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu konuda yayınevi lojistik bir imkân olarak da düşünülmeli. Yazdığınızın okura ulaşması gerekiyor. Türkiye’de yayıncılık sektörüne baktığımızda, sanırım iş dağıtım noktasında düğümleniyor. Dediğiniz gibi, “çoksatar olmaya aday bir yayınevinden çıkmak,” “çoksatar olmak” ile eşdeğer değil. Asıl mesele doğru insanlarla çalışmakta. Ben bir yayınevinden ziyade bir ekiple çalışmayı seçiyorum. Doğru insanlarla yürümek çok büyük bir şans. Her şeyin bu kadar boğucu olduğu bir dünyada, edebiyattan anlayan bir yayın yönetmeni, yazdığınız her şeyi ciddiyetle inceleyen bir editör sahiden büyük şanstır. Onun hangi yayınevi olduğunun pek önemi kalmıyor o durumda. Kaldı ki sırf bu yüzden, yani o ya da bu yayınevinden çıktım diye kitabımın okunmasını da istemem. Bundan önceki iki romanımı daha mütevazı bir yayınevinden çıkardım ama dağıtımda sıkıntılar yaşadık. Bana kalsa yazdıklarımı sepete koyup balkondan aşağı da sarkıtırım. Günün birinde kazara yazdığım bir kitap çoksatar olsa, muhtemelen sonraki kitabım olmayacaktır. Hiçbir kitabım bir sonrakinin taahhüdü değil. Çünkü benim söyleyecek sözüm var ve onu deniyorum... Okura saygılıyım, elbette para verip kitabı alıyor filan ama yalnızca okuru memnun etmek için de yazmam. Eğlenceli olmak hoş bir şey ama edebiyat bir adrenalin sporu değil. İlk kitabım yayımlandığı günden beri okura tek bir taahhüdüm olmuştur: Yazarken keyif almadığım hiçbir kitabı senin önüne koymayacağım. Çünkü üretirken haz alınan her şey tüketilirken de karşılığını yaratacaktır. Yazmak ve okumak, bütün etkileşimler gibi bizi birbirimize açık hale getirir. Eğlenceli olmakta hiçbir sakınca görmüyorum ama alt katmanlarda başka sıkıntılarım da var. Edebiyat basit bir şeyi ağdalı anlatma sanatı değil, tersidir. Çok karmaşık durumları basit anlatabildiğim zaman bir zafer kazanmış gibi hissediyorum. Çünkü hayatımızı değiştirecek şeyler çok küçük ayrıntılarda yatar. Daha önce de söylediğim gibi, kredi kartınızı kitap ayracı yaparsanız devrim olur. Bu kadar da basittir hayatı değiştirmek. Dünyanın içinde debelenip durduğu kaosu bu basitlikle anlatabilir bazen edebiyat.
Son olarak, Türkiye Edebiyatı’nın güncel durumuyla alakalı neler söylemek istersiniz?
Olumlu olmaya, iyi şeyler hissetmeye, düşünmeye çalışıyorum. Fakat edebiyatın da bir noktada neo-liberal dünyanın öteki oyuncaklarından, örneğin müzikten, sinema endüstrisinden pek farkı yok. Kandırılıyoruz. Basitlikle ilkellik arasındaki çizgi giderek siliniyor. Alakart bir kültürel iklime doğru hızla kaymaktayız. Burada da yine yukarıda tanımladığımız dünyanın kendini tekrarladığını görüyorum. Adamın biri çıkıp Kabataş üzerine bir yalan söyler. Bir süre sonra anlatılanın yalan olduğu ortaya çıkar ama aynı adam kitlenin karşısına geçip aynı yalanı tekrarlar. Coşkuyla kendinden geçmiş o kitlenin her hücresi o sözlerin doğru olmadığını bilir, işin kötüsü söyleyen de farkındadır ama bunların hiçbir önemi yoktur. Yalanı kimin söylediği önemlidir. Yalanın ve gerçekliğin değeri, onu kimin söylediğiyle ölçülmektedir. Yalancı özne iktidarın hangi mertebesinden sesleniyor size, mesele budur. Çık ve bana bir yalan söyle, onu yaşamaya hazırım. Çünkü rahatım kaçsın istemiyorum. Orada gerçekte ne olduğunu öğrenirsem huzurum kaçacaktır. İnançlarımı, değerlerimi sorgulamak zorunda kalacağım. Yalanla uyumayı tercih ediyorum. Siyaseti, inancı, bilimi, eğitimi bu seviyede olan bir toplumda edebiyatın nasıl olmasını beklersiniz? Aynı yalanın edebiyat alanında bir karşılığı yok mu sanki? Adamın biri çıkıp bir yalan söylemiyor mu? Biz o romanın saçma sapan olduğunu bilmiyor muyuz? Yine de gidip onu satın almıyor muyuz? Şimdi ne diye keyfimizi bozalım ki? Garantili bir orta yol varken... Herkes okuyup eğleniyor işte! Ya herkes yalan söylüyorsa? Ya herkes aynı yalanla kendini zehirliyorsa?
Bir yerde gerçekliğin değeri kalmadıysa oraya kıyamet gelmiştir. Kıyametin kopmasını bekleyenlere gülüyorum. Bizzat ağır çekim bir kıyametin göbeğindeyiz. Gerçekliğin bir değeri yok artık. İşte bu kirli dünyanın yarattığı sanat da aynı ölçüde kirli ve sahtekâr. İnsanlara nelerden hoşlanmaları gerektiği söyleniyor ve insanlar ondan hoşlanıyor. Sizden çıkarı olanların belirlediği sınırlar içinde özgür olamazsınız. Ve özgürlüğün olmadığı bir yerde güzel bir şey üretme şansı çok azdır. Yoktur, diyemem ama azdır. Kötü bir tezgâh kuruldu yeryüzünde. Geleceğin tarih kitapları “karanlık çağlar” başlığının altında ortaçağı filan değil bu günleri anlatacak. İnsanlara “insanlar bunu istiyor” diye bir sığlığın dayatıldığı bir çağı...
Peki edebiyatçı bu sefilliğe karşı çıkmalı mı? Çıkmalı tabii. Sayıklayarak, mırıldanarak değil, bayağı diklenerek karşı çıkmalı. Edebiyatçı bir iktidara değil, iktidar kavramının kendisine karşı diklenmeli. Yoksa saray soytarısı olur.