Edebiyatımızdaki Bizans imgesi aslında, Türk imgesini anlamanın temel eğretilemesidir, paranın öteki yüzüdür. Aynaya bakıp kendimize sövmeye benzer
27 Ağustos 2015 14:30
Bizans kavramı 17. yüzyıla ait bir sınıflamadır, Tıpkı “Rum Sultanlığı”nın tarihçiler tarafından “Anadolu Selçuklu Devleti” olarak sınıflanması gibi. Zaman içinde Anadolu Selçuklu Devleti adı öyle kökleşti ki, “Rum Sultanı” sözünü işitenler “nasıl yani” diyorlar,“bunlar Rum muydu?”
Rûm’un “Romalı” anlamına geldiğini anlatmak yetmiyor; sözcüğün tarihsel anlamı tamamen kaybolmuş, yirminci yüzyıla ait o korkunç nefret ve ötekileştirme ile yer değiştirmiş.
Bunda siyasetçileri anladık ama edebiyatımızın da büyük kusuru vardır.
Etnisite ve din temelinden ilerleyen “millî edebiyat” siyasetçilerin hınk deyicisi olarak –ve zamanla da bir ideolojik kürsüye dönüşerek- bütün öteki etnik adları düşman etmiştir: “Kalleş Arap”, “Hain Ermeni”, “Korkak Rum” gibi.
Bizans hakkında yazılan romanlarda yalnız karakterler değil tarih de ağır çarpıtmalara uğrar. Millî Edebiyat’ı uzun zamandır teşrih masasına yatıran Murat Belge, bu nedenle Genesis adlı incelemesinde, hem “kuruluş” mantığını hem de bu romanlardaki bilgi yanlışlarını eleştirmiştir. Ben romanların her yönüyle tarihe sıkı sıkıya bağlı olmasını gerekli görmem. Fakat bu, bilgi bakımından açık ara farklılıklar içeren, anakronizma yüklü, aklına geldiği gibi konuşan kişilerden kurulu romanlar yazmayı olumladığım anlamına gelmez. Doğrusu, böylesi romanlarda gördüğüm şey bunların ideolojik çarpıtmadan beslendiği ve hayali doyumla yetindiğidir.
Bizans hakkında yazılan Türk romanlarında Bizanslılar çürümüş, paraya tapan, sefih, entrika dolu, kadınları ahlâksız, kurtarıcı bekleyen (şüphesiz Türkleri ve İslam’ı bekleyen) bir kavim olarak gösterilir. Neredeyse Lût kavmidir bu. Bizans’ta papazlar dinlerinden soğumuş, kadınlar da kocalarından başka bütün güçlü Türk yiğitlerine meyilli olmuşlardır; çizgi romanlar ve filmler bu konuyu sömürse de millîci romanlarda zaten bir sevdiceği olan sırım gibi Türk yiğitleri, Bizanslı “yosmaları” küçümserler. Bizanslılar kötüdürler ve bunun farkındadırlar. Bizans’a yakıştırılan bu şabalaklık, vurdu kırdıdan başka bir şey bilmeyen Türk roman kahramanını eh, biraz üstün ve biraz da sevimli kılar tabii. Türkler hep “hâkim olmak”la, “ele geçirmek”le, “intikam almak”la uğraşan, olağan koşullarda vurdulu kırdılı arıza tiplerdir ama Bizantik koşullarda kahraman olurlar.
Dahası Bizans tarif edilirken Ortodoksluğu sanki yoktur; nedense Katolik gibidir. Bizans adı verilen toplumun bütün insanları Cenevizlileri, Maltalıları ve hatta biraz Batı Romalıları andırır. Biri baştan bu yanlışı yapmış ve diğer yazarlar tekrarlamışa benzer. Bu yanlış, kıyılarımızdaki küçük kale şehirleri Bizans sanmak hatasından geliyor olabilir: Çeşme, Rodos, Kıbrıs, Antakya, Silifke gibi yerlerde çeşitli Katolik tarikatları egemendi, bunlardı şövalye olanlar; Bizansla pek öyle ortak işleri de yoktu.
Olsun. Nedense bizim millîci romanlarımızdaki Bizans’ta şovalyeler vardır, hatta millîci olmayan Kemal Tahir de Devlet Ana’ya Notüs Gladyüs adındaki bir katil azmanıyla başlar ama kimdir bu adam, niye tek başınadır ve neden adı da Notüs Gladyüs’tür, bilinmez. Çünkü o adı, romanın anlatıldığı yıllar sözkonusu olduğunda yüzyıllardır Ortodoks olan Bizanslılar kullanamaz.
Böylece fethettikleri ülkenin dininin ne olduğunu bile bilmeden yazan insanların ürettiği bir millî romancılık ortaya çıkmış olur.
Üstelik bir romancı beş yüz yıl önce yaşanmış bir “fetih”le niye övünür? Bir roman yazarının “biz”i ve “ötekiler”i olur mu?
Savaş ve Barış’ı okuyan kişi, Tolstoy’un vatan ve millet övgüsü yapmadan, kahramanlık lafları etmeden, Nataşa, Pierre ve Andrey’i anlattığını görecektir. Çünkü dünya yazı geleneği adım adım empatiyi öğrenerek kurulmuştur. Oysa bizim millîci ve dinci yazarlarımız Osmanlı’nın yıkımında uğradığı hezimeti unutamamış kompleksli insanların yolunu seçerek, empatiyi hiç tanımayarak, yüz yıldır bitmeyen bir Doğu- Batı tartışmasıyla romancılığımızı ve buna “ilmî yaklaşımları” sakatlamışlardır.
Edebiyatımızda “Bizans” ve “Fetih” sözcükleri o kadar yan yana kullanılmıştır ki, çağrışımsal bir hareketle midir bilinmez, geçmişteki adı Bizans değil de Roma (yahut Rûm) olan bu devlet hakkında ne zaman roman yazılsa İstanbul hep fethedilir. Genel olarak fethedilenlerin unutamadığı bir travmayı akla getiren bu kindar ve marazi coşkuda ergence bir yan vardır. Oysa toplumlar da insanlar gibi zamanla olgunlaşır, olayları soğukkanlılıkla kavrar. Bu nedenle romancılardan çağımıza yaraşır bir ağırbaşlılıkla geçmişe yaklaşmalarını beklemeliyiz. Geçmişteki acı olaylarda tarihteki büyükbabalarıyla özdeşleşmeleri onları küçültür, “ötekilerin” acılarını anlayan ve onlarla empati kuran metinleri yazanlar, bütün insanlık aleminin üyesi olurlar.
M. Necati Sepetçioğlu Her Bizans’a Bir Fatih (1972) adlı romanıyla -pek çok milliyetçi benzeri gibi- dünyalı yazarların dışında kalır. O da “şövalyeci”dir:
“Ama sağ değildi Aykut'un babası. Yıllar önce İzmit yolunda Bizanslı Şövalye Selikos tarafından kahpece oklanmıştı.” (s.9)
Selikos da nedir bilmiyoruz ama şu adlar daha da eğlencelidir:
“Benim adım Şövalye Lagan Mişöp. Bu da arkadaşım ve yoldaşım Şövalye Kalyan. Eski imparator Beşinci Yoannis'in dostları ve yakınlarıyız.”(s. 104)
Yoannis dışında her şey akla zarar.
Tıpkı Tarık Buğra’nın Osmancık’ta Türkleri ve Müslümanlığı babasına öven Kösemihal’i (Mihail Kosses) gibi, burada da bir Köse Papaz vardır, o da aynı yolu seçer, namaz kılmaya sempatisi olan bu adama Müslüman olduğu ilk anda mühtedi olduğu anımsatılır.
Korkunçtur. “Özde Türk olmayanın” Müslüman olsa bile aşağılandığı metinlerdir bunlar.
Sepetçioğlu’na göre Bizans askeri, çıkarı ve canı için köpek gibi yalvarır (s.87). Tamam ama canı için yakarmayan insanlar neden erdemlidir ve bunun övgüsünü yapmak neden romana düşmüştür?
Roman askerlik değerlerinin savunulduğu bir kürsü müdür?
Bu askercil tavır, bu asma kesme, saldırma ve boğazlamanın yüceltildiği dünya, maalesef sözlü kültür çağındaki kapalı toplumlara özgü “bireyden yoksunluk” halidir. Dede Korkut Oğuznamelerinde bile yiğit “tekürler” (tekfurlar) görebiliriz ama modern safsatalarımız arasında asla yoktur bunlar. Bu romanlarda Türk birey, bütün Türk bireylerle aynıdır: İyidir, vatanını sever, ölüme koşar, şehitlik şerbeti içer, anasına (cinsiyetsizdir adeta) tutkuyla bağlıdır, sevdiceği (o da cinsiyetsizdir) Türk yiğidin yolunu gözler, iç dünyaları yoktur, birinin söylediği öbürünün söylediğine eklenir, hepsi fethetmekten yanadır, başkalarının canını acıtıyor muyuz acaba demezler ama kendi canlarının yandığını iyi beller ve intikam alırlar. Ölüler onlar için bir sayıdan ibarettir, şehirler yanıp yıkılırken, burçlar devrilirken, insanlar ölürken, onlar ne kadar güzel ettiklerini düşünebilirler.
Böyle yazılmış şeylerle yetiştirdiğiniz nesiller elbette dindarlık ve kindarlık edebiyatından başkasına eğilim duymaz. Kinini bir an için aklından çıkarmaz.
İyi de bunun sanatla, güzellikle ilgisi nedir? Sanatın sırtından geçinen, sanatın ölçülerini kullanan bu ideolojik şişinmeler insan ruhuna yük değilse, ne olabilir?
Roma’yla uğraşmak bizim edebiyatçılarımızın neden büyük bir travmasıdır, bunu anlamak pek kolay değildir. Anlaşılan o ki sorun derinlerde ve karmaşıktır, kökünde dinden ve Osmanlı’nın çöküşünden gelen karanlık duygular vardır. Şöyle ya da böyle, Doğu Roma’nın biçim verdiği mimariye el koyan o imparatorluğun çocuklarıyız, köylere kadar ufacık da olsa bir Ayasofya modeli koymuşuz. Bunu yapan Ortodoks Roma olmadığına göre, sorun aile içi bir kızgınlığa benzemektedir.
Doğu Roma’yı anladık, onun mirası üzerinden yürüyüp gitmişiz, kafamız karışmış falan ama yine de Batı Roma’ya karşı Attila’yla övünmeyi hiç anlamış değilim. Peyami Safa’nın Pagan Atilla’yı sevmesinin ve onun “baş üstünde baş, taş üstünde taş koymayan” yıkıcılığını yüceltmesinin anlamı nedir? Attila’yı “yaratıcı tahripkar” olarak övmenin, Selçuklu’yu yerle bir eden Moğollar’ı övmekten farkı olabilir mi?
Olmasa ne fark eder ki, bu akıl Moğolları da övmüştür, “Türk’ü yenen yalnızca bir Türk olabileceği” için!
Edebiyatımızdaki Bizans imgesi aslında, Türk imgesini anlamanın temel eğretilemesidir, paranın öteki yüzüdür. Aynaya bakıp kendimize sövmeye benzer: Çünkü aynadaki hem bizizdir, hem de bizim tersimiz.