Birbirinden hem konu hem tarz hem anlatım hem de coğrafya itibarıyla farklı olan bu iki yazarı buluşturan şey, çağımızın dertlerini çağımıza dair bir çabayla, birbirinden radikal ölçüde farklılaşmış iki istikametten yazıyor olmaları
02 Ocak 2020 12:30
Kitap okumanın mevsimlerle bir ilişkisi olduğu muhakkak. Herkes için geçerli olmasa da bazı kitapların bazı mevsimlerde okunabileceğine dair bir okur algısı mevcut. Ancak bu sadece okurun hissiyatının ötesinde kitabın diline, anlatımına, kurgusuna, hikâyenin geçtiği mevsim(ler)e ve hatta kitap kapağındaki görselin renklerinin çağrıştırdığı mevsime bağlı olarak edinilen ve yansıtılan bir izlenimdir.
İzlenim ve algıyı kısa süre askıya alıp daha bilimsel bir açıdan baktığımızda mevsimler aslında bizim vücut ritmimizi, beyin faaliyetimizi ve ruh halimizi etkiler. Günlerin uzayıp kısalması, güneşi görme süremiz, sıcaklık, havanın yağışlı olup olmaması gibi daha kısa vadeli meteorolojik değişimler de mood'umuzu değiştirir. Kış yaklaşırken hayat enerjimizin azalması, yazın habercileri ortaya çıktığında ise enerjiyle dolup taşmamız bir tesadüf değil. Kitaplarda da durum bu şekilde. Bir “sonbahar kitabı”nı yaz başında okuduğumuzda o sonbahar hissini kaçınılmaz olarak duyarız. Bir sonbahar kitabını mevsiminde okuduğumuzda o his pekişir. İşin bir de mevsim-kitap uyumsuzluğu hâli var tabii ki. Söz konusu kitabın okunamaz hâle gelişi.
Kitaplarla mevsimler arasındaki ilişkiyi bildiğimiz yahut bize öğretildiği hâliyle en iyi şey ise “yaz kitapları” kavramıdır. Yazın okunacak kitapların diğer mevsimlerden farklı (kolay okunan, basit, hafif, taşınabilir vb.) olduğu varsayımıyla ilerler yayıncılar ve bize kitap pazarlamayı başarırlar.
Bir de mevsimler hakkında okuduğumuz, doğrudan mevsimleri konu eden kitaplar var. Rachel Cusk’ın Çerçeve romanı Yunanistan’a yapılan bir uçak yolculuğuyla başlar ve Ege’nin sıcak ve nemli yazını hissettirir. Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde serisi daimi bir bahar hissi yaratmasına karşın aynı zamanda kışı da içinde barındırır. Öte yandan Orhan Pamuk (Yeni Hayat, Cevdet Bey ve Oğulları, Kar) ve Hasan Ali Toptaş’ın (Bin Hüzünlü Haz, Gölgesizler, Kuşlar Yasına Gider) kitapları sanki sadece kışın okunsun diye yazılmışlardır.
Eğer edebiyatı mevsimler üzerinden okuyacaksak, çağımızda, son 10 yılda bunu en iyi biçimde okuyacağımız iki örnek var: İskoç yazar Ali Smith ve Norveçli yazar Karl Ove Knausgaard’ın mevsim serileri. Her iki seri de sonbahar, yaz, ilkbahar, kış biçiminde ilerliyor ve mevsim kitapları odağında ilginç bir ortaklık ve karşıtlığı içinde barındırıyor.
Smith ve Knausgaard’ın bu yazının konusu olmasının sebebi tek başına mevsimlere bölünmüş bir seri yazmış olmalarından kaynaklanmıyor. Birbirinden hem konu hem tarz hem anlatım hem de coğrafya itibarıyla farklı olan bu iki yazarı buluşturan şey, çağımızın dertlerini çağımıza dair bir çabayla, birbirinden radikal ölçüde farklılaşmış iki istikametten yazıyor olmaları. Smith ve Knausgaard farklı istikametlere gidiyor olsalar da bir noktada birbirlerine yakınsadıkları bir hat söz konusu. Britanya’nın Brexit’le birlikte yaşadığı içe çöküşü kaosu andıran ama yine de insicamını koruyan öykülerle anlatan ve politik bir derdi, çığlığı estetik bir performansa dönüştüren Smith ile çocuklarına hayatın gerçeklerini tüm detaylarıyla anlatıp onları hayata hazırlamayı kendine dert edinmiş ve yaşadığı tüm telaşı sükûnetli bir dille aktaran Knausgaard arasında ilginç bir ortaklık ve karşıtlık söz konusu.
Knausgaard’ı altı ciltlik özkurgu serisi Kavgam’la tanıyoruz. Bir yazarın hayatını değiştirmeden, eğip bükmeden, tadil etmeden (sonradan mecburi küçük dokunuşlar olduğunu öğreniyoruz) sunduğu bu seri, sadece yarattığı edebî sansasyonla değil aynı zamanda edebiyat olup olmadığı hakkındaki tartışmayla da epey gündeme geldi. Kavgam’da altı cilt boyunca Knausgaard’ın çocukluktan yetişkinliğe çalkantılı gibi gözüken ama bir o kadar da sıradan hayatını edebilikten uzak, gündelik cümlelerle okuyoruz.
Mevsim dörtlemesi söz konusu olduğunda bu sıradanlık bir geçmiş anlatısından ziyade geleceğin sınırlarını çizmeye ve bir perspektif oluşturmaya doğru makas değiştiriyor. Kavgam’da Knausgaard’ın geçmişi hikâye edilirken, Sonbahar’la birlikte başlayan dört kitaplık seride Knausgaard’ın çocuklarına hayatı olduğu gibi, tüm çıplaklığıyla anlattığı mektuplara geçiliyor. Büyüklerin verdiği öğütlerden son derece uzak olan bu seride yazar son derece basit ve gündelik konulara, olgulara, duygulara, seslere, tatlara, nesnelere eğiliyor ve onların hayatımızda nasıl bir yeri olduğunu anlatıyor çocuklarına. Çocukları hayatın sıradanlığını, sıradanlığın rayihasını bilsin istiyor: “Sana dünyayı göstermek ufaklık, hayatımı yaşamaya değer kılıyor.” Sonbahar liman yunuslarıyla başlıyor mesela, sonra portakal soymanın inceliklerini görüveriyoruz: “Portakalın etiyle kabuğu arasına başparmağı sokabilmek için üzerinden bir parça kabuk ısırmanın, acılığın kısa bir süreliğine ağzın içine fışkırmasının, ardından kabuk inceyse minik parçalar halinde, kabuk kalınsa ve ete gevşekçe tutunmuşsa bir büyük parça halinde soymanın ritüelimsi bir yanı da var.”
Bu seride Kavgam’dakinin aksine kısa metinler var ve her biri birbiriyle ilgisiz gibi duran başlıkları ele alıyor. Knausgaard mevsimler serisinde Kavgam’daki kadar serbest, hiç kapanmayan bir yaranın akışkanlığında yazmıyor, daha sistematik olduğu kitabın genel kurgusu itibarıyla görülebiliyor. Mevsimler serisi Knausgaard’ın babasının kendisinde açtığı yarayı kendi çocuklarında açmasın diye yazdığı bir kullanım kılavuzu niteliğinde. Yazarın vermiş olduğu hayat kavgası ve babasının yol açtığı yara, mevsimler serisinde çocuklarında yara açılmasın diye kurduğu bir kalkana dönüşüyor. Serbestlikten ve sınırsız akıştan sistemli, kısıtlı ve doğrudan konuya eğilen bir biçime geçiş. Sıradan, basit ve tekdüze olan dilin hırçınlığını bir kenara bırakan Knausgaard mevsimler serisinde (Kış gibi görece içine kapanık bir kitabı içinde barındırmasına karşın) buğulu bir mutluluk rüyasını, denize vuran parlak güneş ışıklarını akla getiriyor.
Kimliğimin hikâyesi, bu yengeç benzeri kabuk, sorgulamadığım bu inançlar dizisi, edebiyatın tam karşıtı, çünkü ben kendim için, kendi hayatımda özgürlük istemezken, ergenlik yıllarımdan beri bu arzuyu duymazken, edebiyatta özgürlük her şey demektir, onun özüdür, acımasızlık ve özgürlük bir madalyonun iki yüzü olduğu için acımasızlığın edebiyatın merkezi ve gerekçesi olduğunu yazdım. (Yaz - K.O.K.)
Knausgaard’ın “mektup” olarak ilan ettiği bu fragmanter yazım biçimi aslında hem edebiyatçılar hem de felsefeciler tarafından bir düşüncenin aşılanması, bir öğretinin aktarılması için kullanılır. Her bir fragman aslında gönderilen bir mesajdır. Knausgaard’ın metinleri söz konusu olduğunda çocuklarına gönderdiği mesajlar aslında çağımızı da yansıtır. Knausgaard’ın mektuplarındaki fragmanterlik WhatsApp mesajlarını andırır. Mevsimler serisi boyunca Knausgaard’ın gönderdiği mesajlar alıcısını beklemektedir. Birbirinden bağımsız olan bu mesajlar bir bütünü yine de teşkil eder fakat bu edebî bir bütünlük olmaktan ziyade anlatım bütünlüğüdür.
Ali Smith’in mevsim dörtlemesinin genelinde farklı hikâyeler anlatıyor olsa da benzer temalara değiniyor. “İlk Brexit romanı” olarak anılan Sonbahar ile başlayan dörtleme Britanya’nın siyasi olarak içine çöküşünü, Brexit’in yarattığı ortamı ve ruh halini yansıtıyor. Smith Britanya’yı bir rüya olarak konumlandırıyor, aralıklarla görülen ve tekrar eden bir kâbusun yerine koyuyor çoğunlukla.
Dört kitabın her birinde de farklı karakterler ve konular işlense de günümüzün Britanyası’nın ekonomik sorunlarının, bürokrasisinin, çalkantılı ve giderek daha da tuhaflaşan siyasi yapısının, iklim değişikliğinin, kapitalizmin, yabancı düşmanlığının ve teknolojinin insanların üzerinde nasıl bir etkisi olduğunu anlatıyor. Her bir kitap günümüzde geçmesine karşın kendi arkaplanını etraflıca sunuyor. 20. yüzyıla girip çıkıyor, kültürel hafızaya, hatırlamaya ve unutmaya odaklanıyor. Ele aldığı konular, dil ve anlatım bakımından dört kitabın da elastik bir yapısı var. Her bir kitap büyülü bir gerçekliğe aitmiş imajı çiziyor. Smith, dörtlemenin dilinin temelini rüya ile gerçek arasındaki gelgitlerle atıyor.
Türkçeye de çevrilen Sonbahar, bakımevindeki çok yaşlı arkadaşı Mr. Gluck’ı ziyaret eden Elisabeth Demand’in hikâyesini anlatıyor. İki karakterin ilişkisinin temelinde birlikte okudukları ve yazdıkları öyküler yer alıyor. Ancak Britanya’nın referandumun ardından Avrupa Birliği’nden çıkmaya karar vermesiyle birlikte roman ülkenin devlet yapısına odaklanıyor. Bu süreçte toplumun ikiye bölünmesine odaklanan roman, kopan bağların ve diyaloğun sanat ve edebiyat yoluyla yeniden kurulabileceği fikrini ön plana çıkarıyor.
Ülkenin tamamında insanlar bunun yanlış olduğunu hissediyordu. Ülkenin tamamında insanlar bunun doğru olduğunu hissediyordu. Ülkenin tamamında insanlar gerçekten kaybettiklerini hissediyordu. Ülkenin tamamında insanlar gerçekten kazandıklarını hissediyorlardı. Ülkenin tamamında insanlar kendilerinin doğru olanı, diğerlerinin yanlış olanı yaptıklarını hissediyordu. Ülkenin tamamında insanlar Google'a yazıyordu: AB nedir? Ülkenin tamamında insanlar Google'a yazıyordu: İskoçya'ya taşınmak. Ülkenin tamamında insanlar Google'a yazıyordu: İrlanda pasaport başvuruları. Ülkenin tamamında insanlar birbirlerine gerizekalı diyordu. Ülkenin tamamında insanlar kendilerini güvende hissetmiyordu. (Sonbahar - A.S.)
Serinin ikinci kitabı Kış, Noel zamanı birbirine yabancılaşmış ve doğası birbirine taban tabana zıt (biri emekli bir girişimci ve bekar bir anne, diğeri ise aktivist) iki kızkardeşin bir araya gelişini anlatıyor. İlk romandaki karşıtlığın bir devamı niteliğinde olan bu birleşme bizi kaçınılmaz şekilde ABD’ye, Donald Trump’a götürüyor. Kış’ta göçmenlik üzerine geçen diyalog ve monologlar aynı zamanda göçmenlik kavramıyla örtüşürcesine dil oyunlarını ve farklı kültürel referansları içinde barındırıyor: “İnsanların daha iyi hayatlar istemesinin nesi kötü Mrs. Cleves? diyor Lux. Naif olmamalısın, Charlotte. Buraya geliyorlar çünkü bizim hayatlarımızı istiyor, diyor annesi.” (Kış - A.S)
Sonbahar ve Kış her ne kadar son derece karanlık, gelecek kaygısı üzerine kurulu ve anksiyeteyi yansıtan romanlar olsa da, Smith’in İkisi Birden ve Gibi'si vb. kitaplarındaki iyimserliği sürekli hissettiriyor. Oysaki İlkbahar en umutlu olması gereken kitap gibi gözükürken aslında dört kitabın arasında radikal ölçüde en kötümser, felaketlere açık, en depresif kitap. Açılış cümlesindeki kaos bile bunu yansıtmaya yeterli: “Hiddet istiyoruz öfke istiyoruz antisemitliği tavan yapmış sözcükler istiyoruz iyi bir nazidir iyi bir sübyancıdır onu sapkın bir yabancı yasadışına dönüştürecek.” Yazarın dörtlemesinin son kitabı Yaz, Britanya'da 2020’nin yaz aylarında okuyucuyla buluşacak.
Smith ve Knaugaard’ın mevsim dörtlemelerini ortaklaştıran ve karşıtlıklarıyla parallelleştiren iki temel ayak var. Bunlardan biri mevsimlere dayalı olan döngüler. Knausgaard’ın her mektubu aslında mikro bir döngü oluşturuyor. Her mektup sıradan konulardan büyük konseptlere doğru gidiyor ve tekrar sıradan konulara geri dönüyor. Knausgaard’ın mevsimler serisinin çocuklarına seslendiği, yani bir gelecek tasavvuruyla ilerleyişi de döngüsel zamana dair oluşturduğu rotayı gösteriyor. Smith ise kendi mevsimlerinde mevsimlerin dönüştürücülüğü üzerinden bir döngüsellik kuruyor ve bu döngüsel zamanı doğrusal zamanın karşısına koyuyor. Ümit ümitsizliği takip ediyor, doğal veya insan yapımı süreçler birbirinin yerini alıp duruyor. İki kitabın da döngüselliğini hem birbirinden tamamen ayrı olması hem de birbiriyle iç içe geçmiş olması oluşturuyor.
Gelecek kaygısı ise her iki roman serisinin de en çok ortaklaştığı nokta. Knausgaard kişisel hayatında babasının açtığı yaradan ötürü vermiş olduğu kavganın bir benzerini kızları vermesin, kendisi kızlarında böyle bir yara açmasın diye onlara mektuplarla sesleniyor. Kızlarının geleceği üzerine, bireysel bir gelecek üzerine kaygılanıyor. Smith ise Brexit’le birlikte krizin içine düşen Britanya’nın ve halkın geleceği üzerine olan kaygıyı yansıtıyor. Knausgaard’ın kaygısı iyimserliğe doğru evrilirken Smith’inki karanlık kalmaya devam ediyor. Biri bireysel, biri ülkenin geleceğine dair olan iki kaygı mevsimler aracılığıyla sürekli yaşanan, bir döngüyle tekrarlayan, hiçbir zaman aynı olmayan ve sürekli değişen kaygıların temsili niteliğinde.
Gündelik bir dil, basitlik ve sıradanlığın rayihasıyla (Knausgaard) kaosu anlatım formuna yerleştiren kompleks bir dilin (Smith) karşıtlığı ve bir aradalığı her iki mevsimler serisini çağımızın dertlerini anlatan “günümüz romanı”na dönüştürüyor. Dolaysızlığın ve kalıcılığın, tekerrürün ve şekil değiştirmenin “günümüz romanı”nın en başta gelen özellikleri olduğuna, çağımızın mevsimler üzerinden kusursuz şekilde temsil edilebileceğine ve okunabileceğine işaret ediyor.
Yazının ana görseli David Hockney'nin The Arrival of Spring in Woldgate (Woldgate'e İlkbaharın Gelişi) adlı, 32 tuvalden oluşan dev tablosudur.