Oscar Wilde'dan Ahmet Hamdi Tanpınar'a, Tomris Uyar'dan Orhan Pamuk'a ve Umberto Eco'ya kadar edebiyatta güzelliğin peşine düşüyoruz...
05 Ocak 2017 15:00
“Güzellik bütün bir hayatımız boyu aradığımız yitiğimizdir” der Halil Cibran. Bir ömür onu aramakla geçer ama aslında tam olarak adlandıramadığımızdır güzel. Onu tanımlamaya, sıfatlarla yakalayıp anlaşılır kılmaya çabalarız. Çünkü gönlümüz ‘güzel’i ele geçirmeye çalışır. Onu anlayıp, sırlarına vâkıf olabilirsek elde edebileceğimizi düşünürüz içgüdüsel olarak. Oysa ‘güzel’ doğası gereği asla yakalanamayan, ele avuca gelmeyen, hayalsi bir varlıktır. Zaten ne zaman ki onu elde ettiğimizi düşünürüz, aniden solan bir çiçek kalır elimizde. Güzelliğin kaynağı olan o gizemli ruh, artık uçup gitmiştir çünkü. Ve bu devran böyle döner, bu gökyüzünde yıldızların ilk belirdiği âlemlerden bu yana. Gönül güzeli, yani ona göre bu dünyada sonsuz mutluluğunun kaynağı olan kusursuzluğun tezahürlerini aramayı sürdürür. Çoğu zaman bilinçsizce ama her daim yaşama içgüdüsüne denk bir şevkle…
Güzeli tanımlayabilmek için çıkılan yoldaki bu belki de baştan kaybedilmiş savaşta, edebiyat her daim ilk başvurduğumuz kaynaklardan biri olmuştur. Güzellik ve edebiyat… İkisi de ruhlarını aynı kaynaktan beslediklerinden olsa gerek, birbirlerini iyi tanır ve iyi anlaşırlar çünkü. Eğer bir güç varsa bu dünyada güzelliğin gizemini çözebilecek, o da edebiyattır kuşkusuz.
ABD'li şair Emily Dickinson, “Güzellik uğruna öldüm” adlı şiirinde “Güzellik uğruna öldüm, ama bir eksiklik/ Vardı nizamında mezarın,/ O esnada doğruluk için ölen biri uzanmıştı/ Hemen bitişiğimdeki boşluğa./ Yavaşça sordu yok oluş nedenimi,/ ‘Güzellik için’ dedim./ ‘Ben de doğruluk için’ - İkisi de birdir;/ ‘Kardeşiz biz ikimiz’ dedi” dizeleriyle güzellikle iyilik kavramları arasında kurulan eşdeşlikten bahseder.
Bu kavramı en iyi ise Güzelliğin Tarihi adlı o muhteşem çalışmasında, Umberto Eco şöyle anlatacaktır: “Zarif’, ‘hoş’ ya da ‘enfes’, ‘harika’, ‘muhteşem’ ve benzeri ifadelerle birlikte, ‘güzel’ sözcüğü de genellikle beğendiğimiz bir şeyi belirtmek için kullandığımız bir sıfattır. Bu bakımdan güzel olan, aynı zamanda iyi olanla da eştir, gerçekten de çeşitli tarihi dönemlerde Güzel ile İyi arasında sıkı bir bağ görülür.” Yine de ilk bakışın ardından bu tanımlamada da sanki tam olarak oturmayan, eksik olan bir şeyler sezeriz. Zaten Eco da şöyle devam eder: “Oysa gündelik tecrübelerimiz ışığında değerlendirmeye kalkarsak, güzeli sadece sevdiğimiz olarak değil, aynı zamanda da kendimiz için isteyeceğimiz bir şey olarak tanımlama eğilimi gösteririz. İyi olarak değerlendirdiğimiz sonsuz şey vardır, karşılıklı bir aşk, dürüstçe kazanılmış bir servet, incelikli bir tat; bütün bu durumlarda sözünü ettiğimiz bu özelliklere sahip olmak isteriz. İyi olan, arzumuzu tahrik edendir.” Peki, ama her arzu duyduğumuz ‘iyi’ şey aynı zamanda ‘güzel’ midir? Eco bu durumu da şöyle açıklar: “Bir kaynak bulduğunda, su içmeye koşan susamış kişi, o kaynağın Güzel olup olmadığına bakmaz, bu ancak susuzluğunu giderdikten sonra aklına gelir. Bu örnek, Güzel kavramının arzudan nerede ayrıldığını açıklar. Bazı insanları, onlara karşı cinsel bir arzu duymasak veya asla bizim olmayacaklarını bilsek bile, çok güzel bulabiliriz. Oysa bir insanı aynı zamanda çok çirkin olsa bile arzular ve onunla istediğimiz ilişkiyi kuramadığımızda acı çekeriz.”
Gördünüz mü, güzelliği yine tanımlayamadık. Tam iyilikle arasında bir bağ kurmuştuk ki yine elimizden kaçıp gitti. Ne de olsa Dostoyevski’nin dediği gibi “Güzellik gizemli olduğu kadar korkunçtur. Tanrı ve şeytan orada savaşıyorlar ve savaş meydanı ise insanın kalbi”dir.
Güzellik kavramının tanımlanamayan gizemine ve ikircikli yapısına kafayı takanlardan biri de Sait Faik Abasıyanık’tır. “Kraliçenin Evinde” adlı öyküsünde konuyu enine boyuna incelemeye çalışır:
“Kim kendi kendine ‘güzellik nedir?’ diye sorsa kafasından alacağı bir cevap vardır. Kimi, güzellik gençliktir, der. Bu sözü söyleyenin bir zaman sonra karşısına öyle muhterem, öyle sevimli, öyle konuşkan, öyle zeki ve cana yakın bir eski hanımefendi çıkar ki kafasından bu cevabı alan adama, yine kafası, güzellik ihtiyarlıkmış, der gibi olur. Güzellik; boy bos, kalça, omuz dersen yanılırsın, güzellik hem boy, hem bos, hem kaş, gözdür derseniz, yine yanılacaksınız.
"-Şu Fatma ne güzel kız! O ne boy bos, o ne kaş göz!
"Bir düşman hemen:
"-Ama soğuktur, dedi miydi, deminki kaş, göz, boy, boşa bir de sıcaklık eklemek lazım geldiğini anlarsınız. Boylu boslu, kaşlı gözlü, kanı sıcak bir dilbere, kaşsız gözsüz, boysuz, bossuz, ama civelek mi civelek biri çıkar, doğuştan öğrenilmiş bir iki cilve yapar. Bakarsınız ki boylu boslunun, kanı sıcağın büyüsü çözülüvermiştir. O zaman, ‘güzel kim, gönül sevdi’ dersiniz.
"Yine yanılmışsınızdır. Bir nevi sarhoşluğun kurbanısınızdır. Ayılınca, cilveli çirkinin cilveleri dökülür, cinsiz cazibesi, boyattığınız iskarpinlerin pırıltısı nasıl uçarsa uçup gitmiştir. ‘Bu muydu benim hoşlandığım dilber? Aman yarabbi!’ dersiniz.
"Der oğlu dersiniz. Bununla beraber güzellik bir vehim değildir. Hakikat olarak da vardır. Gençlikten; boydan bostan; kaştan, gözden, halden, kanı sıcaklıktan bir şeyler alıp insanı sevgiye, hayata çağıran bir yaradılış mucizesidir.
"(…)Bugün gözlerimizle sözlerimiz klişelerden kaçınırlar ama yine de onların tesiri altındadırlar. Gözlerin rengi (onu sonra söyleyeceğim), şeffaf bir ten, saçlarının biçiminden uzunca gözüken yuvarlak, pembe bir yüz; gür sarıya çalan kumral saçlar; temiz, berrak bir alın ve boyun; ince, zarif bir göğüs, uzun, nurdan bacaklar; içinden bir yaz günü Boğaziçi akarmış gibi damarlı, ince, çalak, yaramaz eller.”
Kuşkusuz güzellik kavramını en ‘güzel’ adlandıranlardan biri olmuştur Abasıyanık, onu “hayata çağıran bir yaradılış mucizesidir” diye tanımlayarak. Seni bilmem ey okur ama ben aynı duyguya biraz da Turgut Uyar’ın şu dizelerinde yaklaşırım: “Sen ki, saçından tırnağına kadar/ Bir hürriyete bedelsin,/ Bu ılık saçlar, bu gözler; fakat her şeyden önce/ Yaşadığın için güzelsin…”
Edebiyatta güzellik denilince akla ilk başta kadın güzelliği gelir elbet. Zaten edebiyatın kurucu atası Homeros, ünlü İlyada destanında Truva savaşını, yani bir anlamda bilinen insanlık tarihini başlatan neden olarak, paylaşılamayan bir kadının güzelliğini göstermemiş midir? “Troyalılarla Akhalıların, böyle bir kadın için yıllardır acı çekmeleri hiç de ayıp değil. Yüzüne bakan ölümsüz tanrıçalara benzetir onu.”
Ortaçağın yazarlarından Boccaccio ise kadın güzelliğini bugüne dek süren bir klasiklikte anlatacaktır. “Doğulu ve müjdeli, inci saflığında/ Canlı ve parlak yakutlar gibi/ Meleklere özgü bir gülümsemeyle/ Kapkara iki kaşın altında parıldar./ Aynı anda hem Venüs’tür, hem Jüpiter,/ Ve sanki teni beyaz bir zambaktır/ Lal renkli güllerle birlikte/ Asla kaybetmeden asalet sanatını/ Bir hale gibi çevreler, altın renkli, kıvırcık saçları/ Aşktan büyülenmiş neşeli alnını;/ Ve diğer kısımları vücudunun/ Ki hepsi eşit oranlarıyla/ Benzer meleklere.”
Edebiyat tarihinin ilk romanı olarak gösterilen Cervantes’in Don Kişot’unda ise güzelliğin adı Dulcinea’dır. “Mancha ilinin Toboso kentinde yaşamaktadır, kendisi bir prensestir, düşlerimin kadınıdır, güzelliğiyse insanüstüdür, ozanların sevgililerine yakıştırdıkları bütün o temelsiz ve akıl almaz sıfatları kendisinde toplamıştır. Saçları altın gibidir, alnı cenneti andırır, kaşları yay, gözleri güneş, yanakları gül, dudakları mercan, dişleri ince, boynu kaymak gibidir, göğsü mermer, elleri fildişi, teni de kar gibi aktır, terbiye gereği insanlardan sakladığı şeylerse kanımca, eşsiz benzersizdir.”
Dünya edebiyat sahnesinden nice güzel kadın geçmiştir. Büyük çoğunluğunun ortak özelliği ise ulaşılamaz ve gizemli olmalarıdır. Çoğu zaman kim olduklarının bile önemi yoktur, onlar ‘ömrümüz boyunca aradığımız yitiğimiz’dir. Orhan Veli, “Bütün güzel kadınlar zannettiler ki;/ Aşk üstüne yazdığım her şiir/ Kendileri için yazılmıştır./ Bense daima üzüntüsünü çektim./ Onları iş olsun diye yazdığımı/ bilmenin” diyerek, hem bu durumu çok güzel anlatmış olur hem de ‘güzel’ kavramının belli bir kadından bağımsız olarak anonimsel özelliğini gösterir. Benzer bir şekilde Turgut Uyar da “Sokaktan Geçen kadın/ Önümden geçen güzel kadın,/ Şimdi evine gideceksin” diye seslenir o adsız güzele. Yasunari Kawabata ise Göl adlı romanında erişilmez kusursuzluğun, uzaktan hayran olunan, ama ulaşılamayan güzelliğin ardına umutsuzca takılmış bir adamı, hangi suçtan dolayı kaçtığı bilinmeyen evsiz ve yurtsuz bir kaçağı anlatır. Önüne geçemediği bir özlem, Gimpei adlı kahramanı sokakta rastladığı güzel kadınların peşine takılmaya iter. Gimpei, kadınları izler, hendeğe saklanıp gözetler onları, ama geçip gider kadınlar, hep güzel, hep uzak kalmak üzere.
Kant, “Doğal güzellik güzel bir şeydir; sanatsal güzellik, bir şeyin güzel bir betimlemesidir” der. Yine de işin içinde güzelliğin saf ruhu varsa, karşımızdaki ister doğal bir güzellik isterse bir sanat eseri olsun kalbimiz aynı hezeyanla taşar. Mutlak güzellik karşısında aynı esrimeye kapılırız. Tıpkı, bir sergide gördüğü bir sanatçı otoportresine görür görmez âşık olan Raif Efendi ile âşık olunan Maria Puder’in öyküsünün anlatıldığı Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sında olduğu gibi… “Büyük salonun kapıya yakın bir duvarının önünde birdenbire durdum. O andaki hislerimi, bilhassa aradan bu kadar seneler geçtikten sonra, anlatmama imkân yok. Yalnız orada, kürk mantolu bir kadın portresinin önünde, mıhlanmış gibi durduğumu hatırlıyorum. Resimleri seyredip geçenler, vücutlarıyla beni sağa sola itiyorlar, fakat ben olduğum yerden ayrılamıyordum. Bu portrede ne vardı?.. Bunu izah edemeyeceğimi biliyorum; yalnız, o zamana kadar hiçbir kadında görmediğim garip, biraz vahşi, biraz mağrur ve çok kuvvetli bir ifade vardı. Bu çehreyi veya benzerini hiçbir yerde, hiçbir zaman görmediğimi ilk andan itibaren bilmeme rağmen, onunla aramızda bir tanışıklık varmış gibi bir hisse kapıldım. Bu soluk yüz, bu siyah kaşlar ve onların altındaki siyah gözler; bu koyu kumral saçlar ve asıl, masumluk ile iradeyi, sonsuz bir melal ile kuvvetli bir şahsiyeti birleştiren bu ifade, bana asla yabancı olamazdı. Ben bu kadını yedi yaşımdan beri okuduğum kitaplardan, beş yaşımdan beri kurduğum hayal dünyalarından tanıyordum.”
Sanatsal güzellikle doğal güzellik arasında ilişki kuran ve buna kafa yoran benzer bir diğer romansa Oscar Wilde’ın Dorian Gray’in Portresi’dir. Bir tür Faust hikâyesidir anlatılan. Meleksi güzelliğe sahip bir genç erkeğin, haz dünyasına kapılıp ruhunu kötülüğe sattıktan sonra yaşadığı ruhsal çirkinleşmeye, kendisi hiç yaşlanmazken tablosunun yaşlanıp, tüm günahlarını yansıtan bir biçimde nasıl çirkinleştiğine tanık oluruz. Bu kez anlatılansa bir erkek güzelliğidir: “Lord Henry ona baktı. Evet, gerçekten de oğlan felaket yakışıklıydı, o hafifçe kıvrık kırmızı dudaklar, saf mavi gözler, pırıl pırıl sarı saçlar. Bu yüzde öyle bir şey vardı ki insan bu oğlana hemen güven duyuyordu. Gençliğin bütün açık yürekliliği vardı o yüzde, tutkulu saflığı. Sanki dünyanın kirine hiç bulaşmamış biriydi. Basil Hallward’ın ona hayran olmasında şaşılacak bir şey yoktu. Tapılmak için yaratılmıştı.”
Ancak Wilde romanında bir yandan da döneminin güzellik anlayışını temsil eden Yunan ruhunun etrafından dolaşarak gerçek güzellik ve iyilik kavramlarını sorgular. “O hiç farkında olmadan yepyeni bir okulun, romantik ruhun bütün tutkusunu, Yunan ruhunun bütün kusursuzluğunu taşıması gereken bir okulun çizgilerini belirliyor benim için. Ruh ile beden arasındaki uyum– o tam da bu işte!”
“Güzellik, insanı acı gibi deler,” diyen Thomas Mann ise Venedik’te Ölüm’de, tam anlamıyla yüreği âşık olduğu güzel bir çocuk nedeniyle acıyla delinen yaşlı bir erkeğin dramını anlatır. “Çocuklukla gençlik çağı arasındaki bir grup, bir mürebbiye ya da bir dame d’honneur’ün (mürebbiye) gözetimi altında, hasır bir masanın çevresinde toplanmışlardı: on beş- on yedi yaşlarında gösteren üç kızla, aşağı yukarı on dördünde uzun saçlı bir erkek çocuğu. Aschenbach hayretle, oğlanın eşsiz bir güzellikte olduğunu gördü. Bal sarısı saçlarla çerçevelenmiş, şirin bir sessizlikteki solgun yüzü, çekme burnu, sevimli ağzı, tatlı ve tanrısal bir vakar taşıyan edasıyla Grek dünyasının en soylu çağından kalma heykelleri hatırlatıyordu. Biçimin en pürüzsüz bir şekilde kendini açığa vurduğu bu yüzde, öyle özgün ve kişisel bir çekicilik vardı ki, bunu seyreden Aschenbach, ne doğada ne de güzel sanatlarda buna benzer bir başarıya rastladığına hiç ihtimal vermiyordu.”
Yaşlı bir erkeğin gençliğin güzelliği karşısında baştan çıkmasını anlatan en unutulmaz roman ise kuşkusuz Vladimir Nabokov’un Lolita’sıdır. “Lolita, hayatımın ışığı, kasıklarımın ateşi. Günahım, ruhum, Lo-li-ta; dilin ucu damaktan dişlere doğru üç basamaklık bir yol alır, üçüncüsünde gelir dişlere dayanır. Sabahları ayağında çorabının teki, bir elli boyu ile Lo idi, sadece Lo. Ayağında bol gündelik pantolonu ile Lola. Okulda Dolly. Kayıtlardaki noktalı çizgilerde Dolores. Ama benim kollarımda hep Lolita idi.”
Öte yandan Turgut Uyar’ın Hacer Hanımın Hamamı şiirindeki Nemika’sı biraz da bizim Lolita’mız değil midir? “Nemika! Hacer hanımın kızı/ Kıvırcık saçları simsiyah./ Hâlâ hatırımda, gözleri şehla/ Esmerin, tombulun en güzelinden./ Üstelik Hacer hanımdan saklı/ Cigara da içerdi./ Güzel parmaklarında bir ince koku/ Yanımızdan anlı şanlı geçerdi./ Böyle ufak tefek dörtlüklerle/ Ah, anlatılamaz hasretliğim./ O zaman bütün kızların en güzeli/ Nemika’ydı benim bildiğim.”
Ya Attilâ İlhan’ın Saklı Sevda’sındaki güzeller güzeli çocuk kadın… “cam yeşili bir kız çok kirpikli/ saçları nasıl karanlık bir kızıl/ örtülü bir güzellik benzeri olamaz/ dudaklarındaki kan etkiliyor asıl/ duyarlığı alıngan gönlü ikircikli/ ne yazsam ona tutsak / adı şehnaz/ belki kadın belki çocuk iyice kuşkulu/ hangi tutku buğulamış camlarını/ bazen ne çok var bazen ne kadar az/ kan kırmızı yaşayıp yaz akşamlarını”
Kimi yazarlarsa genç kızlığın taze, masum ve delişmen güzelliğiyle olgun ve zarif hanımefendilerin güzelliğini karşılaştırıp, kalbe aşkı düşüren güzelliğin yılların süzdüğü bir derinlikten geçtiğini gösterir bize.
Örneğin Tolstoy’un Anna Karenina’sının başlarındaki ünlü balo sahnesi öncesi, önce hazırlanmakta olan gencecik Kiti’yi görürüz. Bir bahar kadar güzel olan Kiti, genç kızlığın tüm saflığıyla salonun diğer genç kızları gibi kendini tül- kurdele- dantel üçlüsüne boğar. Aksesuarlarından saçlarına dek her şey aşırı özenlidir. Bir sonraki sahnede ise Anna Karenina’yı görürüz. Anna, yalnızca sade bir siyah kadife tuvalet giymekle yetinmiştir. Kıyafetinin tek süsü Venedik güpürleri ile diğerlerinin aksine peruk olmayan ‘doğal’ saçlarını süsleyen küçük bir hercai menekşe çelengidir. Yani Anna’nın kıyafetinin asıl süsü tüm doğallığı ve çekiciliğiyle kendi vücudunun yarattığı çekimdir. Ve derken Tolstoy, Kiti’nin bakış açısıyla kadın okurlarına belki de gelmiş geçmiş en evrensel stil sırrını verir; “Kiti, Anna’yı her gün görüyordu, ona hayrandı ve onu kesin olarak leylak rengi bir elbiseyle hayal ediyordu. Fakat şimdi, onu siyah bir elbiseyle görünce güzelliğinin tümünü anlamadığını hissetti. Şimdi onu kendisi için yepyeni ve hiç beklemediği bir şekilde görüyordu. Artık Anna’nın leylak rengi bir elbise içinde olamayacağını ve güzelliğinin, üzerindeki tuvaletin hiçbir zaman göze görünmemesinden kaynaklandığını anlamıştı. Kabarık dantelli siyah elbisesi de üzerinde görünmüyordu; bu sadece bir çerçeveydi ve sadece doğal, sade, zarif ve aynı zamanda neşeli ve canlı bir kadın olarak görünüyordu.” Evet, Tolstoy Coco Chanel’den yıllar önce şıklığın ve etkileyiciliğin sırrını çözmüştü besbelli, “Az çoktur ve doğal olun!”
Scott Fitzgerald’ın Buruktur Gece’sinde önce gençliğinin baharındaki Rosemary ile tanışırız. “Denizden bir buçuk kilometre kadar içeride, çamların yerini tozlu kavaklara bıraktığı yerde, gözlerden ırak bir tren istasyonu vardır; 1925’te bir haziran sabahı, körüklü bir gezinti arabası işte bu istasyondan aldığı kadınla kızını Gausse’un Oteli’ne getirdi. Anne, yakında kılcal damarların fiskeleyeceği, solmaya başlamış bir güzelliğe sahipti; yüzündeki anlam hem dingindi hem de sevimli bir uyanıklığı vardı. Ancak insanın gözü çabucak kızına kayıyordu; pembe avuç içleri büyülüydü sanki, yanakları, akşam soğuk suyla yıkanmış çocukların telaşlı, heyecanlı kızartısını andıran, güzelim bir alevle aydınlanmıştı. Biçimli alnı tatlılıkla yükseliyor, alnı bir hanedanlık siperi gibi çevreleyen, kül sarısı ve altın rengi kâküller, bukle ve lüleler halinde fışkıran, gür saçlarına ulaşıyordu. Gözleri parlak, iri, duru, ıslak ve ışıl ışıldı; o genç, güçlü kalbinin yüzeyin iyice yakınına pompaladığı kanla, yanaklarının rengi gerçekti. Vücudu çocukluğun son dönemecinde narince salınmaktaydı – on sekizini doldurmak üzere olsa da, yeniyetmelik tazeliği hâlâ üzerindeydi.” Ardındansa Rosemary’le kısa bir macera yaşayacak olan romanın ana kahramanının eşi, zarif, görgülü ve derin Nicole ile… “Nicole Diver, incilerinin altında uzanan esmer sırtını eğmiş, bir yemek kitabındaki Maryland usulü tavuk tarifine bakmaktaydı. Rosemary onun yirmi dördünde filan olduğunu tahmin etti, yüzü geleneksel güzel tanımına uyabilirdi ama insanda bıraktığı etki şuydu: Önce kahramansı ölçütlerde, güçlü ve vurgulu bir yapı gözetilerek inşa edilmiş, yüz hatlarının ve simasının canlılığı, renkleri, kısacası sağlam, güçlü bir kişilikle özdeşleştirdiğimiz her şey Rodin’e yaraşır bir üslupla biçimlendirilmiş, sonra da güzelleştirmek amacıyla, keskiyle düzeltilip tek bir el kaymasının bile bu yüzün gücünü ve niteliğini onarılamaz ölçüde bozabileceği bir noktaya kadar yontulmuştu. Heykeltıraş ağızda son derece tehlikeli bir kumar oynamıştı; dudaklar dergi kapaklarında görülen, aşk meleğinin yayı şeklinde olsa da, yüzün geri kalanının seçkinliğini, farklılığını paylaşıyordu. (…) Rosemary ansızın onu yepyeni bir bakış açısıyla gördü ve bugüne kadar karşılaştığı en güzel insanlardan biri olduğunu anladı. Yüzü, bir azizeye, bir Viking Meryem’ine ait olan bu yüz, mum ışığına doğru kar taneleri gibi uçuşan, belli belirsiz toz zerrelerinin arasından parlıyor, kızartısını çam ağacındaki şarapkızılı fenerlerden alıyordu. Bir heykel kadar kıpırtısızdı.”
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’unda ise Mümtaz’ı baştan çıkarmaya çalışan bir genç kız olan Muazzez’in delişmen güzelliğini yazar şöyle tasvir eder; “Hakikaten bu kızda hoşuna giden bir şey vardı. Zalim, şımarık, hodbin, beyinsiz, fakat güzeldi. Bir meyva gibi tatlı ve çekiciydi. Onu beğenmek, sevmek, arzu etmek için hiçbir hazırlığa ihtiyaç yoktu. Kumral saçların daima değişen, daima dalgalı çerçevesinden bu yüzü kendine doğru çekmek, bu dişlerin parıltısını öperek, ısırarak kapatmak yetişirdi. Kuyu gibi fakat aydınlık, lezzetli bir an. Ondan ötesini düşünmek, bir ufuk aramak manasızdı. O kendisinde başlar, kendisinden biterdi.”
Ne var ki Mümtaz, olgun ve hüzünlü güzel Nuran’a âşık olacaktır. “Mümtaz genç kadının güzel ve biçimli büstünü, beyaz bir rüyayı andıran yüzünü daha evvelden beğenmişti. Konuşur konuşmaz, bu İstanbulludur, diye düşünmüş, ‘İnsan alıştığı yerden vazgeçemiyor, ama bazen Boğaz sıkıcı oluyor’ dediği zaman kim olduğunu anlamıştı. Mümtaz için kadın güzelliğinin iki büyük şartı vardı. Biri İstanbullu olmak, öbürü de Boğaz’da yetişmek. Üçüncü ve belki en büyük şartının tıpkı tıpkısına Nuran’a benzemek, Türkçeyi onun gibi teganni edercesine konuşmak, karşısındakine onun gözlerinin ısrarıyla bakmak, kendisine hitap edildiği zaman kumral başını onun gibi sallayarak konuşana dönmek, elleriyle aynı jestleri yapmak, konuşurken bir müddet sonra kendi cesaretine şaşırarak öyle kızarma, hiçbir özentisiz, telaşsız, büyük ve geniş suları, dibi görünecek kadar berrak, bir nehir gibi hayatın ortasında hep kendi kendisi olarak sakin, besleyici akmak olduğunu o gün değilse bile, o haftalar içinde öğrendi.” Nuran karakteri aracılığıyla Tanpınar bir yandan da bize kadın güzelliğine dair önemli bir kıstas hediye etmiş olur: “Mümtaz için kadın güzelliğinin iki büyük şartı vardı. Biri İstanbullu olmak, öbürü de Boğaz’da yetişmek.”
Öte yandan edebiyat tarihinde yalnızca asil ruhlu kadınlara değil, sahip oldukları gizemli cinsel güçleri sayesinde erkeklerinin başını döndüren görkemli kadın karakterlerle karşılaşırız. Bunların en unutulmazlarından biri ise kuşkusuz Lawrence Durrell’in İskenderiyeli güzeli Justine’dir. Justine bize güzelliğin içindeki cinsel cazibenin boyutunu göstermekle kalmaz, bir kadının gizemli tavırlarının ve ‘havalı’ duruşunun da etkisini göstermiş olur. “Yüz yüze gelip tanışmadan aylarca önceden beri onları uzaktan tanıyordum –kentteki herkesi tanıdığım gibi. Ayrıca ünlerini de duymuştum: Dikkat çekici, herkesten üstün, göreneklere uymayan yaşam biçimleri onları bizim taşralıların dillerine düşürüyordu. Justine’in pek çok sevgilisi olduğu söylenirdi, Nessim’se tam bir mari complaisant’dı (mezhebi geniş koca). Dans ederlerken onları kaç kez izlemiştim, ince uzun, kadın gibi çukur belli Nessim’i, Nessim’in uzun parmaklı güzel ellerini; Justine’in güzel başını- aşırı eğimli Arap burnunu, belladonnayla (Güzelavratotu özü) daha da irileşmiş o yarı saydam gözlerini. Yarı eğitilmiş bir panter gibi bakardı çevresine.”
Tıpkı Haydar Ergülen’in Adı Güzel şiirindeki ‘yakamoz yaratan’ ‘güzel’i gibi: “Güzel bir adın var/ maviyle lacivert arasında/ akşamla gece arasında/ göksel, yıldızlı, yakamoz yaratan,/ güzel bir yerin var aramızda/ ve güzel boşluğun yanımızda/ gök senin, ay senin, yıldız senin/ sen onların bize bakışı gibisin/ hepsi toplanmış gece olmuş sende/ gece sende bir çift göz olmuş/ bize bakıyor,/ bizi yakıyor!”
Güzellik biraz da stil duygusu gerektiren bir durumdur. Bunu bütün güzel kadınlar gibi, iyi yazarlar da bilir. Örneğin Tomris Uyar’ın Otuzların Kadını’nda bir kadının kendini bir tören gibi güzelleştirmesine tanık oluruz. “Otuzların Kadını, elli beş yıl önce o karlı Mart sabahı, en üst kattaki küçük odasında uyandığında çok telaşlıydı. (…)Bugün ne giyseydi ressama poz verirken? Mavi mi koksaydı, yeşil mi, tarçın mı? Hangi renge bürünseydi? Giyinmek, başlıbaşına bir işti gözünde; ayrıntıların birbirini tamamlaması şarttı. Maviler giyecekse, koku: Chanel 5, yeşilse: Fleurs de Rocailles, tarçınsa: Arpege. Dün gece yatmadan, her zamanki gibi ertesi gün için özenle seçtiği kılığını, sallanan iskemlesinin üstüne yaymıştı. Kıvırcık kızıl saçlarını Pola Negri gibi taramayı kararlaştırmıştı. Çok sık yıkandığı, havagazı faturasını kabarttığı için babasından yediği azarı umursamamaya, duş yapmaya karar verdi. Giysi konusunda kesin kararı sonraya erteledi.”
Koku, haz ve cinsellik denilince ise Füruzan’ın Gül Mevsimidir’i gelir akla. Bu uzun öykünün kahramanı olan bir zamanların namlı güzeli, güngörmüş yaşlı kadın anılarını hatırlamaya “Tütünü hep sevmişimdir. Bana yaklaşmış erkeklerin kolonyayla karışık tütün kokularını her birinde ayrı ayrı anarım” diyerek başladıktan sonra ‘baştan çıkarıcı’ bir sırrını vermeyi de ihmal etmez; “Bir kabule gitmem, bir gün hazırlanmamı gerektirirdi. Koltuk altlarıma, oyluklarıma özel kokumu sürdükten sonra sıcak havlular bastırarak tenimin kokuyu emmesini sağlardım. Seviştiğim yerlerde günlerce havam kalırdı.”
Evet, görüldüğü gibi tanımlanamayan bir güzelliğin kalbine giden yol yalnızca modadan ve güzel kıyafetlerden geçmez ama kesinlikle doğal bir stil anlayışının etkisi büyüktür! Bu sırrı bilenlerden biri de Marguerite Duras’nın otobiyografik izler taşıyan Sevgili romanının kahramanıdır. Henüz on beş yaşında olsa da romanın kahramanı farkında olmadan büyük sırra vâkıf olmuştur. Bilinen tüm moda anlayışlarının ötesinde giyinir. Ham ipekten çuval gibi bir elbisenin üstüne bir erkek kemeri, başına ise geniş kenarlı bir erkek şapkası takar. Bu ‘biçimsiz’ kıyafetin altına ise simli lame ayakkabılar giyer ve dudaklarını da kırmızıya boyar. Güzel değildir ama erkekler bakarlar ona! “Çoktan anlamışım. Bir şey biliyorum. Biliyorum ki, kadınları güzelleştiren şey giysiler değil, güzellik özenleri de değil, kremlerin pahalılığı, süslerin enderliği de değil.”
Bunu Flaubert de bilir. Charles geleceğin Madam Bovary’si Emma’ya belki de yalnızca ‘gizli’ ayakkabı ve ayak fetişistliği yüzünden âşık olmuştur. “Ayrıca Emma’nın mutfağın yıkanmış taşları üzerinde duran minicik tahta kunduralarını da seviyordu; yüksek ökçeler, kızı biraz uzun boylu gösteriyordu, Emma önü sıra yürüdüğü zaman, tahta tabanlar çabuk çabuk kalkarak kızın ayağındaki kunduranın tabanına sert bir gürültüyle çarpıyordu.” Nabokov da bilir. Maşenka romanında, Ganin, Maşenka’ya ilk görüşte yüzünün güzelliği için değil arkadan gördüğü bir kurdele detayıyla âşık olur. O basit kurdele sonsuza dek bizim de zihinlerimizde bir sembol olacaktır artık. “Ganin bisikletiyle ona rüzgâr gibi yetiştiğinde, yalnızca arkasından dalgalanan eteğinin mavi kumaşının kıvrımlarını ve iki kanat gibi açılan siyah ipek kurdeleyi görebildi.”
Stil konusunda tüm zamanların en iyi derslerden birini veren roman kahramanlarından biri de kuşkusuz, Rüzgâr Gibi Geçti’nin delişmen kahramanı Scarlett O’Hara’dır. Amerikan İç Savaşı döneminde geçen bir hikâyenin anlatıldığı Rüzgâr Gibi Geçti’de, Scarlett O’Hara müthiş güzel ama bir o kadar da inatçı, şımarık ve dik başlı bir genç kadındır. Son derece büyük bir servete sahipken iç savaşla birlikte hayatta en sevdiği varlık olan çiftlik evi Tara’yı dahi kaybetme ihtimaliyle karşılaşacak kadar yoksullaşan Scarlett, tek çare olarak en büyük hayranı, zengin ve küstah Rhett Butler’ı ziyaret etmeye karar verir. Fakat bir sorun vardır, artık o kadar yoksullaşmıştır ki Rhett’i etkileyebilecek tek bir kıyafeti dahi kalmamıştır. Oysa Scarlett, bir erkeği etkilemek için yalnızca güzelliğin değil, kendine güvenli, vakur bir duruşun da esas olduğunu bilir. Ve bulduğu çözümle de, bizlere tüm zamanların en iyi stil derslerinden birini verir; ‘Stil duygusu öncelikle bir duruş ve tavır meselesi, ardından da bir parça zevk ve pratikliğe sahip olmaktır!’ Çiftlik evinin gösterişli dönemlerinden geriye kalan yeşil kadife perdeleri söker ve dadısıyla birlikte kendisine müthiş etkileyici bir kıyafet diker. Belindeki kemer ise perdenin püsküllerinden başka bir şey değildir aslında! O yeşil kadife perde kumaşından dikilmiş elbiseye, yalnızca kendi etkileyici güzelliğini eklemekten başka bir şey yapmasına gerek kalmamıştır artık!
Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi ise yukarıda anlattığımız tüm bu kavramları tuhaf bir şekilde bir arada sunar adeta… Tanımlanamayan bir gizeme sahip, genç ve güzel Füsun ile Kemal’in aşklarının öyküsünde; cinsellikle de, ilk görüşte yaşanan esrimeyle de, stil duygusuyla da karşılaşırız. “Ertesi gün saat yarıma doğru kapıya bağlı içi çift tokmaklı, küçük bronz deve çan, ben Şanzelize Butik'e girince, şimdi hâlâ kalbimi hızlandıran bir sesle çınladı. Bahar vakti, öğle sıcağında dükkânın içi loş ve serindi, ilk anda içeride kimse yok sandım. Füsun'u sonra gördüm. Öğle güneşinden sonra gözlerim hâlâ dükkânın karanlığına alışmaya çalışıyordu; ama yüreğim, nedense, sahile vurmak üzere olan koskocaman bir dalga gibi ağzımın içinde kabarmıştı. ‘Vitrindeki mankenin üzerindeki çantayı almak istiyorum,’ dedim. Çok güzel, diye düşündüm, çok çekici. ‘Krem rengi, Jenny Colon çanta mı?’ Göz göze gelince, onun kim olduğunu hatırladım hemen. ‘Vitrindeki mankenin üzerinde,’ diye fısıldadım bir rüyadaki gibi. "Anladım," dedi, vitrine yürüdü. Bir hamlede sol ayağındaki yüksek topuklu sarı ayakkabıyı çıkardı ve tırnakları özenle kırmızıya boyanmış çıplak ayağıyla, vitrinin zeminine basıp mankene doğru uzandı. Önce boş ayakkabıya baktım, sonra uzun, çok güzel bacaklarına. Mayıs gelmeden, şimdiden güneşten yanmışlardı. Bir sessizlik oldu. Az önce çantada işaret ettiği yere baktım. Güzelliği, o zamana göre aşırı kısa eteği ya da başka bir şey huzursuz etmişti beni, tabiî davranamıyordum.”
Aziz Augustinus, İtiraflar’ında “Güzel bir şeyin kendinden başka bir amacı yoktur. Fakat yararlı bir eşya kendinden öteye amaçlar besler” der. Belki de güzeli tanımlayıp, onun ruhunu ele geçirmek için boşuna çabalıyoruz. Belki de unuttuğumuz çok basit bir gerçek var. Güzel olan yalnızca güzel olduğu için güzeldir, açıklanmaya ihtiyaç duymaz. Hissediyorsak, o güzeldir.