"Edebiyatta salgının ne işe yaradığını anlamak için, salgın zamanında edebiyatın ne işe yaradığını da düşünmemiz gerekir. Ve işte şimdi bu şansı yakaladığımız nadir zamanlardan birinden geçiyoruz. Edebiyatta salgın, bize olağan ve sıradan olanın olağanüstülüğünü gösterirken, salgında edebiyat sıradan olanın kıymetini hatırlatıyor. "
26 Nisan 2020 12:42
Küresel pandemi hızla hayatlarımızı kasıp kavururken, hepimiz farklı baş etme yöntemleri geliştirdik. Kimimiz için bu uzun zamandır elimizde biriken işleri bitirmek için bir fırsat olurken, kimilerimiz yeni şeyler öğrenmeyi, dinlemeyi, izlemeyi tercih etti. Kimileri için bu günler bir çeşit ruhsal inziva ortamı yarattı, diğerleri içinse dünyanın farklı yerleri ile bağlantıda olma imkânı. Bu geniş yelpazede savrulurken, görmediğim müzelerin koleksiyonları, konserler, yeni diziler ve filmler, kütüphaneler, kurslar ve saymakla bitmeyecek keşfedilmeyi bekleyen kaynak benim de iştahımı kabarttı. Ancak bu ilk heves kısa bir sürede yerini daha sakin ve gerçekçi bir hisse bıraktı. İhtiyacım olan yeni değil, tanıdık bildik dünyalardı. Daha önce izlediğim filmleri, dizileri yeniden izlemek, dinlediğim şarkıları dinlemek, okuduğum kitapları yeniden okumak istedim. Sürprizlerden, şaşırtıcı olandan, bilinmezden kaçıp, tanıdık olana sığındım. İşte bu halet-i ruhiye ile yeniden okudum Orhan Pamuk’un Beyaz Kale’sini. (1)
Şu günlerde henüz yayımlanmamış yeni romanı Veba Geceleri ile gündeme gelse de, Orhan Pamuk’un salgına, özellikle de veba salgınlarına ilgisi eskiye dayanıyor. 1983’te yayımlanan Beyaz Kale, Pamuk’un Türkçede yayımlanan üçüncü, İngilizceye çevrilen ilk romanı. Edebiyat tarihinde sıkça rastlanan, birbirlerinin yerine geçen ikizler teması üzerine kurulu romanın isimsiz kahramanları olan Batılı köle ile Doğulu Hoca’nın 17. yüzyıl İstanbul’unda birbirlerinden farklı olduklarını ispat etme çabasından doğan gerilim romanın itici gücünü oluşturuyor. Öngörülebilir ve karikatürleşmiş bir Doğu-Batı çatışması okumasının önünü kesmek için her türlü yola başvuran Pamuk, birbirinin içine geçen farklı anlatı katmanları ile okuyucuyu tekinsiz bir çoksesliliğin içine çekiyor. Pamuk’un ikinci romanı Sessiz Ev’den Faruk Darvınoğlu, birbirinin yerine geçen ikiz kahramanlar, Abdullah Efendi’nin Rüyası adlı kısa öyküsü ile Ahmet Hamdi Tanpınar, epigrafta bizleri karşılayan Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Marcel Proust, ve kitabın sonunda okuyucuya yazım sürecini “açıklayan” Orhan Pamuk’un sesleri sadece Foucault’nun bahsettiği yazarın ölümünü tescillemekle kalmıyor, aynı zamanda Doğu-Batı gibi metafizik düşünce tarihinde karşıtlıklarla açıklanmış tüm kavramların sabit ve kesin tanımlarla var olmalarını da imkânsız kılıyor. Pamuk’un yarattığı bu tekinsiz dünyada, aynı evin içinde birbirlerinden farklı olmaya çalışan ikiz kahramanların gerilimli ortamına bir bomba gibi düşüyor veba salgını. Her ne kadar romanın gelişiminde merkezi bir rol oynamasa da, veba salgını sayesinde Beyaz Kale’nin en unutulmaz sahnelerinden biri ortaya çıkıyor. Müslüman Hoca vebayı derin bir tevekkül ile karşılarken, Venedikli köle panik ile ölüm korkusuna kapılıyor. Sonunda kölesinden farklı olabilmenin bir yolunu bulmuş olmanın da verdiği mutlulukla Hoca bütün gün sokakta insanlara dokunduğunu söylediği parmakları ile köleye dokunma tehditleri savurarak, onun korkusu ile alay ediyor. Ona korkusuzluğu öğreteceğini öne süren Hoca’nın ısrarı ile, birlikte masaya oturup “neden ben benim?” sorusunun cevabını bulmak üzere yazmaya başladıklarında Hoca hâlâ kendine güveniyor. Kölesine korkusunun sebebinin geçmişte işlediği suçlar olduğunu söyleyen Hoca, ancak bu suçları açıkça itiraf ederse korkusundan kurutularak veba ile yaşamaya alışabileceğini söylüyor ona. Bu süreçte kendi masumiyeti ile korkusuzluğu arasında kurduğu kırılgan bağlar ise vücudunda çıkan bir çıban ile tümden kopuyor. Ve Hoca da kendisini ölüm korkusunun kucağında buluyor…
Vücutlarında başka çıban olup olmadığını kontrol ederken birbirlerine hiç olmadığı kadar yaklaşan bu iki beden Hoca’nın ısrarıyla aynanın karşısına geçip kendi yansımalarının tekinsizliğini izliyorlar:
“Parmaklarıyla ensemi iki yanından sıkıştırdı, beni çekti. ‘Gel birlikte aynaya bakalım.’ ” (s. 90)
Hoca ile kölesi aynada sadece kendi yansımaları ile değil, birbirilerine olan benzerlikleri ile yüzleşmek zorunda kalırken, bu benzerliğin sadece dış görünüşlerinden kaynaklanmadığı, vebanın getirdiği ölüm korkusunun ortaya çıkardığı bir birlik durumu olduğu da söylenebilir. Kölenin şaşkınlıkla ağzından dökülen “İkimiz birmişiz!” sözü de bu birlik hissinin altını çizer. Burada okuyucuyu bu iki bedenin birbirine ne kadar benzediğine ikna etmekle uğraşmaz Pamuk. Okuyucudan bu benzerlik ve birlik hissinin ölüm gibi bir eşitleyici karşısında ne kadar kolayca ortaya çıktığını görmesini bekler.
Pamuk’un romanın Türkçe baskısında yer alan sonsözünde (“Beyaz Kale Üzerine”) belirttiği gibi vebayı iki kahramanın farklı tepkilerini yansıtmak için kullanmak çok da yaratıcı olmayan bir taktiktir:
“Vebanın, Doğu-Batı ayrımı için bir turnusol kâğıdı gibi kullanılması da eski bir düşüncedir. Baron de Tott, anılarının bir yerinde şöyle der: ‘Veba bir Türk’ü öldürür, bir frenge ıstırap çektirir!’ Böyle bir gözlem, benim için bir saçmalık ya da bir bilgelik kırıntısı değil, yalnızca, sırlarının birazını vermeye çalıştığım bir kurgu serüveni sırasında yararlanılabilecek bir renktir.” (s. 192)
Elbette veba Beyaz Kale’nin kurgu serüvenine önemli bir renk katıyor. Bugünden baktığımızda ise salgının 17. yüzyıl İstanbul’unda da günümüz New York’unda da benzer korkularla ve önlemlerle yaşandığını şaşkınlık ve tedirginlikle görürüz. Orhan Pamuk’un T24’te yayımlanan “Eski salgınlar ve bugün biz” başlıklı yazısında da belirttiği gibi bu benzerliği mümkün kılan, değişmeyen virüsler değil, insan davranışları. Zaman ve mekândan bağımsız olarak ölüm korkusunun tüm insanlığın ortak paydası olduğunu bize hatırlatır veba gibi salgınlar. Peki bu etkiyi elde etmenin farklı pek çok başka yolu varken neden salgına ihtiyaç duyar edebiyat? Kurguya verdiği renk dışında ne katar bir metne salgınlar? Bu sorunun cevabını ancak başka bir soruyu da düşünerek verebiliriz. Edebiyatta salgının ne işe yaradığını anlamak için, salgın zamanında edebiyatın ne işe yaradığını da düşünmemiz gerekir. Ve işte şimdi bu şansı yakaladığımız nadir zamanlardan birinden geçiyoruz. Oluşturduğu hikâye örgüsünde yazarı salgın hastalığa yönelten şey ile biz okuyucuları pandeminin zorunlu kıldığı karantina günlerinde edebiyata yönelten benzer duygular... Beyaz Kale’nin isimsiz İtalyan kölesinin İstanbul sokaklarında ölülerin sayısını kayıt altına almak için yaptığı geziler, belki vebanın ne zaman sona ereceğini söylemez bizlere ama edebiyat ile salgın arasındaki o özel bağa dair çok daha önemli bir şeyi anlatır:
“Cami avlularına giriyor, bir kâğıda tabut sayısını yazıyor, sonra, mahallede gezinerek gördüklerimle ölü sayısı arasında bir ilişki kurmaya çalışıyordum: Bütün evleri, insanları, kalabalığı, neşeyi ve kederi ve sevinci anlamlandırmak kolay değildi. Üstelik tuhaf bir açlıkla gözüm yalnızca ayrıntılara takılıyordu, başkalarının hayatlarına, bir ev içinde kendi yakınlıklarını ve kardeşliklerini yaşayan insanların mutluluklarına, çaresizliklerine, kayıtsızlıklarına.” (s. 101)
Veba gibi tüm insanlığı ölüm korkusu ile yüz yüze getiren salgınlar, büyük çabalarla karmaşıklaştırarak, anlam kazandırmaya çalıştığımız gündelik hayatlarımızın anlamsızlığını ortaya seriyor. Venedikli kölenin İstanbul sokaklarında gördüğü kalabalığa, neşeyle kedere anlam vermekte zorlanmasının sebebi de aslında bu. Ölümle bu kadar yakın olmadığımız günlerde gözümüzden kaçan sade, olağan duygularda gizli olan anlam. Kalabalıklar arasında ya da evlerin içinde yaşanan ayrıntılar dışında keşfedilmeyi bekleyen olağanüstü bir anlamı yok hayatın.
Tıpkı Venedikli kölenin yaptığı gibi bizler de şu günlerde –sokağa çıkarak değil belki ama– teknoloji sayesinde evlerimizden, bilgisayar ya da telefon ekranlarından izlediğimiz başka hayatlara, konuk olduğumuz evlerin içlerine ilgi duyuyoruz. Olağanüstü durumların hem edebiyatta hem de hayatta bize hatırlattığı, gündelik ve sıradan olana duyduğumuz özlem. Dışarıda son yüzyılın en büyük felaketi yaşanırken, bizler ekrandan gördüğümüz iş arkadaşlarımızın evindeki perdeleri, mutfağındaki tencereleri ya da roman sayfalarındaki karakterlerin gündelik dertlerini merak ediyoruz. Edebiyatta salgın, bize olağan ve sıradan olanın olağanüstülüğünü gösterirken, salgında edebiyat sıradan olanın kıymetini hatırlatıyor. Şu günlerde özlediklerimiz olağanüstü anlar değil, düşünmeden hatta farkına varmadan yaptıklarımız: sevdiklerimize sarılmak, deniz kıyısında oturmak, sırtımıza esen rüzgârın serinliğiyle ürpermek, açan sümbüllerin kokusu. Ölümlerin gözden uzak yaşanmasına sebep olan bu pandemide ayrıntılardan mahrum kalıyoruz. İsmini, yüzünü, yakınlarını, hayatlarını bilmediğimiz kayıplar artarken şahit olamadığımız tüm ayrıntılar bizleri gündelikten, sıradandan, olağan olandan uzaklaştırıyor. İşte bu yüzden daha da sıkı sarılıyoruz pandemide edebiyata, en ince ayrıntısına kadar bizlere başka hayatları, evleri, mutlulukları, acıları gözleme fırsatı verdiği için. Sıradan olana şahit olmamızı sağladığı için.
•
(1) Orhan Pamuk, Beyaz Kale, İletişim Yayınları, 2006.