Genelde erdemleri ya da yararları değil de hataları ve yetersizlikleriyle gündeme gelen bir figür editör...
Birçokları gibi ben de hem redaktör hem de editör olarak çalışıyorum, ancak bu yazıda redaktörlüğü, başka bir deyişle çeviri edebiyat editörlüğü değil de kurgu dosyalarının editörlüğü –ve koşullara göre göre mesleğin bu dalının değişen görevleri, iş tanımları– üzerine eğilmek istiyorum. K24’teki dosya kapsamında yayınlanan hemen hemen tüm yazıları okudum ve bir iki nokta ekleme, daha doğrusu, bu noktalara biraz daha vurgu yapma ihtiyacı duydum.
Editörlüğün Türkiye’de yakın zamana kadar varla yok arası bir meslek olduğu konusunda galiba hemen herkes hemfikir. Genelde erdemleri ya da yararları değil de hataları ve yetersizlikleriyle gündeme gelen bir figür editör. Bugüne kadar iyi bir romanda editörün tebrik edildiğini duymadım ama kötü bir romandan ya da bir romandaki kusurlardan editörün sorumlu tutulduğuna sık tanık olup bizzat yaşadım da. Gelgelelim editörün neyi neden yapamadığından ve ne işe yaradığından bahsederken kesinlikle koşulların da hesaba katılması gerektiğini düşünüyorum – bir kez daha, bu konuda da hemen herkes hemfikir olsa da… Zira istediğimiz kadar mesleğin tanımını yapalım, kapsamını, sınırlarını belirleyelim, özellikle günümüzdeki başka birçok meslek dalı için de geçerli olduğu üzere, son derece kaygan bir zeminde ilerlediğimizi, zaman ve mekânın ötesinde bir “ideal editörlük” kavramından yahut kristal bir makamdan bahsetmenin pek mümkün olmadığını düşünüyorum.
Her şey bir yana, önce okur olarak, edebiyatın kimi başyapıtlarının ardında bir editörün varlığı aklımıza bile gelmez. Elbette son derece anlaşılır bir tepkidir bu, zira o tip eserlerde yazarın gücü, dünyası esere öyle bir sızmıştır ki, yahut eser, yaratıcısının elinden bir çırpıda çıkmış gibi öyle elegelmez ama yine de öyle bütünsel bir etkiye sahiptir ki okur, yaşadığı güçlü tecrübede bir aracının rolü, makası, önerisi yahut tavsiyesi olduğu düşüncesine hiç de sıcak bakmaz. Bu durumda, en iyi kurgu editörü, görünmeyen, varlığını belli etmeyen, eserin bir parçası olacak kadar içine sinmiş editördür denebilir pekâlâ.
Zira editör-dostu olmayan yazarlar da vardır. Örneğin son zamanlarda tüm dünyada epey ilgi gören Arjantinli yazar César Aira’nın (Geçtiğimiz yıl Can Yayınları iki romanını yayımladı), editör müdahalesinden hoşlanmadığını, metindeki kusurları yazarın yaratım aşamasının bir parçası olarak gördüğünü ve okur tarafından da böyle yorumlanması gerektiğini söylediğini okumuştum (okuduğumda bu yaklaşım, büyük mimar Louis Kahn’ın, tasarladığı binalarda üretim aşamasına dair izleri, hatta işçilerin el izlerini korumasını, asla ortadan kaldırmamasını hatırlatmıştı bana). Yahut yazacağı konu hakkında önce muazzam bir araştırma yapan, ama yazım aşamasında kesinlikle bir yapı ve plan doğrultusunda ilerlemediğini, aksine, son derece spontane yazdığını söyleyen Javier Marias’ı örnek verebiliriz. Bir metnin gücü, sık sık yoldan sapmasında, yazarın alıp başını gitmesinde, bir türlü sadede gelmemesinde yatıyor olabilir pekâlâ. Döneme ait kurgu, karakter, olay örgüsü gibi unsurları alt üst eden ve uzun süre yayıncı arayan birçok eser vardır, Beckett’in Molloy’u gibi. Kısacası her edebi şaheserin ardında ille de iyi bir editör yoktur rahatlıkla denebilir.
Nitekim –eleştirmen gözüyle olduğu gibi– editör gözüyle kusurlu bulabileceğimiz birçok başyapıt vardır. Ancak bu örneklerde kusurların erdemlerinden kati surette ayrılamayacağı da söylenebilir. Ya da erdemleri öyle müthiştir ki kusurları dikkate bile almazsınız. Örneğin Moby Dick’i olay örgüsü bakımından kusurlu bulabilirsiniz – bugün olsa bir editör pekâlâ, “İnsaf ama, bu kadar uzatılmaz!” diyebilirdi. Bu durumda -bir kez daha- iyi editör, romanın bu haliyle muazzam gücünü görebilen yahut, “Siz bilirsiniz efendim, ben karışmıyorum,” deyip aradan çekilebilen, ama kitabın yayınevine gelmesi ile basılması arasındaki süreçte üstüne düşen görevi ses etmeden yerine bir figür olacaktır. (Bu arada, kitabın Londra baskısında yayıncının birtakım değişiklikler istediğini ve bazı yerleri sansürlediğini, Melville’in de kitabın son halini aldığı o baskıda değişiklikler yaptığını öğrendim – ancak itiraf edeyim, bir editöre hiç yakışmayacak şekilde, wikipedia’dan... Oysa bendeki Vintage Classics baskısına da baktım, ama ne önsöz, ne sonsöz, maalesef hiçbir bilgi yoktu.) Bundan başka Anna Karenina örneği de verilebilir. Örneği veren ben değilim elbette, Stefan Zweig… Yıllar önce okuduğum bir denemesinde, Levin’in toprak devrimi ile ilgili mütalaaları pekâlâ çıkarılabilir diye önerdiğini gayet net hatırlıyorum. (Ama özellikle de Gary Saul Morson’un, Anna Karenina in Our Time – Seeing More Wisely adlı muhteşem incelemesini okuduktan sonra buna kesinlikle katılmıyorum.)
Gelgelelim editörün eserin son biçiminde son derece belirleyici olduğu birçok örnek var. Raymond Carver’ın editörü Gordon Lish’in hikâyelere katkısı, ilk akla gelen ve fazlasıyla bahsi edilen vakalardan biridir. Bu hususta Nobel Ödüllü William Golding’den de bahsedilebilir: ilk kitabı Sineklerin Tanrısı elinde, yıllarca kapı kapı yayıncı aramış, bir türlü sonuç alamamıştır. Son bir kez daha Faber & Faber’i dener. İlk okutmandan yine ret cevabı alır. Ne ki yeni işe başlayan editör Charles Monteith, roman dosyasındaki potansiyeli fark eder ve yazarla görüşüp ondan bir dizi düzelti yapmasını ister. Söz konusu istek, çocuklar adaya düşmeden evvel gelen, kitabın giriş bölümündeki nükleer savaşla ilgili uzun epizodun metinden çıkarılması ya da en azından kısaltılmasıdır. 1953’te bu düzeltilerle yayımlanan Sineklerin Tanrısı başta ilgi görmese de yıllar içinde tüm dünyada milyonları bulan satış başarısı elde edecek ve yazarının Nobel’i almasında en büyük etken olacaktır. (Ve bu sayede muhteşem bir yazar doğacaktır, çünkü Golding, kazandığı para sayesinde çalışmayı bırakıp tam zamanlı yazar olur ve birbiri ardına olağanüstü romanlar yazar. En güzeli de, artık geçim derdi de olmadığı için romanlarını, okuru da eleştirmenleri de umursamadan yazmasıdır. Öyle ki, ünlü eleştirmen ve edebiyatçı Frank Kermode, onun Free Fall adlı müthiş romanının adeta okunmamak üzere yazıldığını, okunmaya direndiğini söyler). Bu iki vaka da yazar-editör işbirliğine iyi birer örnek teşkil eder, her ne kadar daha sonra Carver ile editörünün arası bozulmuş olsa da.
Çorak Ülke’den Salinger’ın hikâyelerine bir dolu efsanevi yazar-editör ilişkisinden bahsedebilir elbette. Ama ben editörün konumuna dair daha yakın ve çok daha basit bir başka örnek vermek ve bunun üzerinden bir şeyler söylemek istiyorum – her tür yanlış anlaşılmaya engel olmak için yazarın ve yayınevinin isimlerini belirtmeden.
Üç dört sene evvel, romanını çevirdiğim bir yazar Türkiye’ye geldi ve o süre zarfında da çevirmeni olarak ona söyleşilerde yardım ettim. Fırsatını bulunca da, son romanında neden yayıncısını değiştirdiğini sordum – çünkü önceki çok iyi bir yayıneviydi. Bana aslında bunu hiç de istemediğini, ama roman dosyasını gönderdiğinde editörün ciddi değişiklikler talep ettiğini, kendisininse asla buna yanaşmadığını söyledi. Editör de geri adım atmayınca, yazarımız en sonunda roman dosyasını başka yayınevine vermişti. (Bu arada, yazarın herhangi bir yazar olmadığını, Fransa’da en iyi yabancı roman ödülünü aldığını ve o dönemde dünya genelindeki satışlarının iki milyonu bulduğunu belirteyim.) Bu vakada pekâlâ iki taraf da haklıydı denebilir: Ne yazar ille de metinde değişiklik yapmak zorundadır, ne de editör, kitabın o haliyle basılmasına onay vermek zorundadır.
Bu son cümleyi okuduktan sonra kimi kaşların havaya kalktığını görebiliyor, buna rağmen vakayı iki yönüyle ele almak istiyorum. Biri editörün ağırlığı, yetkisi... Ama onu hemen kenara bırakıp –hiç vakit kaybetmeyelim– ilk bakışta göze çarpmayan diğer yöne dikkat çekiyorum: kitabın yayımlanma süreci, süresi, zamanlaması… Roman dosyası editörün masasına geldiğinde, editör, yazar her kim olursa olsun, önce dosyayı değerlendiriyor. Ve bu aşamada, bırakın kitabın yayımlanma tarihini, henüz kitabın basılacağı bile belli değil.
Kesinlikle bu dinamiklerin ya da işleyişin yurt dışındaki her yazar ve yayınevi için geçerli olduğunu, “yurt dışında bu işin böyle yapıldığını” iddia etmiyorum. Ama açık bir şekilde bildiğim, bir kitap dosyasının teslim edildikten kısa süre sonra değil, kim zaman aylar, hatta bazen –en fazla iki de olsa– yıllar sonra basıldığı… Bu süre zarfında da dosyanın yazar ve editör arasında en az birkaç kez gidip geldiği…
Hani sadece kimi romanların arkasındaki “teşekkürler” kısmına baktığımızda durumdan bir şeyler çıkarabiliriz ve görürüz ki roman ya da hikâye derlemesini değil editör, başka bir düzeni kişi okumuş, görüşlerini belirtmiş ve bunlar faydalı olmuştur.
Anlaşılır nedenlerle altının yeteri kadar çizilmediği, yeteri kadar vurgulanmayan bir gerçek bu. Ülkemizde “genelde” yazarlar kitabı bir an önce basılması üzere teslim ederler. Genelde yazarın roman dosyası editöre, kitap basılmadan önceki ya da iki önceki ay gelir ve editörün bir kitap dosyası için ortalama çalışma süresi yaklaşık üç hafta, bir ay kadardır – o sürenin sonunda kitap doğrudan baskıya girer (“editör üzerinde çalışırken yazılmaya devam eden kitap” da duyulmamış şey değildir). Hal böyle olunca, örneğin roman olacak dosya hakkında pek fazla yorum, eleştiri yapamaz, öneride bulunamazsınız. Genellikle, zaman dar olduğundan en acil sorunları (örneğin kırk yaşında bir adamın üniversiteyi bitiren bir kızı olmamalıdır), göze batan mantık sorunlarını seçersiniz. Bu durumda hiç sorun çıkarmayan ve hızlı çalışan bir editör olasılıkla “iyi editör” kabul edilecek şipşak acil düzeltilerde maharetini gösterecektir. Duruma göre, gözünden hiçbir şey kaçmayan, yani “muhteşem tashih yapan”, yahut “iyi isim bulan” hatta “dikkat çekici sloganlar üreten” biri de ideal bir editör kabul edilebilir.
*
Yirmi sene önce ülkemizde editörlük mesleği bu şekilde tartışıldı mı bilmiyorum. Ve bugün insanlar özellikle editör ne iş yapar sorusunu merak ediyor, bizler de bunu tartışıyorsak, nedeni, elbette pazarın büyümesi, eskisine nazaran çok daha fazla kitap üretilmesi ve satılmasıdır. Ancak bunda daha çok kitap okunması kadar, birden bire bitiveren proje kitapların, gündeme ve havaya göre alelacele çırpıştırılan romanların, dahası, bunların muazzam ilgi görmesinin, kitapevi zincirlerinde devasa alanlar kaplamasının ve bu güdümle yakalanan “başarı hikâyeleri”nin rolü de olmalı. Ve ironi şu ki editörün en sonunda bir meslek, bir figür olduğunun konuşulduğu bugün, edebi açıdan iyi bir romanın, hele hele de iyi bir şiir kitabının pekâlâ okur eli değmeden arada kaynayıp gidebileceğini, edebiyatseverlerin ruhu duymadan kitapçıdaki raflarından depolara geri yollanacağını varsayabiliriz.
Zira bu başarı hikâyelerinin etkisi olmalı ki, bir haftalık yaz tatilimde tanıştığım iki kişi, editör olduğumu duyar duymaz benden kartımı istedi. Çünkü ikisinin de birer “kitap projesi” vardı. Biri avukat, diğeri de sigortacıydı.
Bir başka sefer de, yıllar önce tanıştığımız ama uzun süredir görüşmediğimiz alanında isim sahibi bir doktor, şimdi hangi yayınevinde çalıştığımı sormuş, cevabım karşısında da hiç duraksamadan şu yorumu yapmıştı:
“Ha, biliyorum, o iyi bir yayınevi, bir sürü bestselırları var.”