"Anlatının her parçası bir kahramanın kendi dilinden, kendi penceresinden yazılmış. İncelik, özen şurada: Her bir şahsiyet kendi dünyasını tam da onlardan beklenecek bir üslupla ifade ediyor, tek tip üslupla değil. Üslup bireyin aynası, onun kimliği; bu ezeli bilgi burada bir kez daha yaşam buluyor."
04 Ekim 2021 16:22
“Bir süredir başkasına ait bir hayatı yaşıyorum. Benim işim bu. İş denebilirse tabii.”
Bu sözle açılıyor anlatı. Romanın kahramanlarından Caner’in sözü bu. Bol parası kadar keyifli bir iş ama “tuhaf” bir iş; aklına ağır bir kuşku yerleşecek. Onun gibi kuşkulu biri daha var, Efsun; o da aynı günlerde benzer bir teklif almış. Ama ne oluyor? Başkasına ait bir fantezinin canlı kuklası mıyım, o kişinin arzu karmaşasının nesnesi miyim? Bilmiyorlar, zaten birbirlerini de tanımıyorlar. Bilseler hemen reddedecekleri bir şahsiyetleri ve bilinçleri var; hayattan ne beklediklerine dair kararlılıklarından belli. İkisi de yoksulluğun dibindeyken 25 bin lira maaşlı, çok da zevkli bir iş bulmuşlar ama inanmak zor; içlerinde şüphe derin ama bu talih kuşunun kendisi dışında görünürde şüpheyi besleyen hiçbir kanıt yok. Henüz yok.
Caner ile Efsun aynı yaştalar; yirmili yaşın ikinci dilimi. Z kuşağı. Caner moto-kuryecilik yaparken bu iş için seçiliyor: “Bitirim”, “fırlama”, “zeki”, “yakışıklı”; namı diğer “Piç Caner”. Babasız büyümüş, korunaksız hayatının sayısız cilvesine dayanıklı yetenekler edinmiş. Sınıf bilinçli, Gezi eylemcisi, sık sık ve yerli yersiz Marx’tan aforizmalar düşürüyor; kısa konuşmayı seviyor (takıntı sözü: “gerek yok”), zamanın bir delikanlısı. Annesi Kibar’dan başka kimsesi yok ama Kibar da dünyaya bedel ona göre. Efsun da öyle; ressam Mercan’ın biricik kızı. “Güzel”, zeki, mektepli, muhalif bir gazeteci. Lübnanlı gazeteci babası mafya eliyle Girit’te öldürülmüş. Babasının yolunda ilerlemek isteyen, kaderini kendi seçmiş bir cevval. Ve tabii işsiz. Caner ile Efsun’un aralarında görünürde hiçbir bağ yok. Ama ikisi de aynı patronun seçtiği özel kişiler.
Perde arkasındaki adamın gizli amacını ifşa etmeli mi? Okuma hevesine halel getirecek bir yanı olmaz sanırım şu kadarının: En az on beş kişilik roman kadrosunu doğrudan ya da dolaylı bağlayan üç cinayet var. Faillerden biri ölü, öbür ikisi zenginlik üzerine kurulu gizemli yaşamın suç ortakları. Patron ve kâhyası. Yapışık efendi-köle. Bu ikili, kahramanların yaşamını baştan beri etkiliyor, kendilerince ayar veriyorlar öbür yaşamlara. Romanın sonuna kadar giden bir gizem var ama olmaz, olamaz denecek hiçbir şey yok, Leylan’daki gibi. Daha fecileri yaşandı ve yaşanıyor bu ülkede ve dünyada. Gerçekçilikte bir sorun yok; trajedi ile dram iç içe.
Hikâyenin toprağını belirli bir tarih dilimine yerleştirmem gerekirse (belki “gerek yok” diyecek Caner), 1950’den bu yana ve bugüne diyebilirim. Ege’de bir çiftliğin holdinge dönüşmesi; holdingin gökdelenlere, plazalara, yalılara varan kentsel uzantıları ve bu iktisadi yaşam örgüsüne şöyle ya da böyle mahkûm insanların birbirine bağlı zincirleme hikâyesi; bir tür “Vahşi Batı”. Ağanın burjuvaya dönüşmesi, ağalığın kapitalizme evrilmesi. Devrimi gecikmiş Türkiye’deyiz; altı feodal, üstü finansal kapitalizmin bireyleri atomlarına kadar parçaladığı toplumsal ağlar içinde. Demirtaş’ın öykülerinde olduğu gibi iki romanında da kahramanlar geçtikleri zamanların, bulundukları sınıfların siyasal, kültürel yaşam biçimleriyle ayrıştırılmaksızın betimleniyorlar. İkisinin de dipten akan yolunda “yüzleşme” var. Leylan’da “çoklu bilinç ortamı”, Efsun’da çoklu sırlar ağı var. İkisinde de hikâye içinde hikâye var. İkisinde de kadınların dayanışması, yaşamın en çetin anlarında nasıl da öne çıkıp onarıcı güç oluşturuyor, buna tanık oluyoruz.
Demirtaş’ın iki romanında da merak öğesi asıl sürükleyici güç. En uzak bağlardan en yakına doğru birbiri üstüne açılarak gelişen karmaşık bir zincirleme süreç; fantastik kurgunun akla mantığa uygun gerçekliğe doğru şaşırtıcı akışıyla gelişen olaylar bütünü. Gerçeğin görünen yüzünün yanıltıcı olduğunu Efsun’da da izliyoruz. Sanki tesadüfi bir karşılaşmayla Caner ile Efsun buluşturulacak. Kimin içinde neyin ukdesi yatıyor bu fantezide? Perde gerisindeki bireyin ruh dibindeki açmazının telafisi mi bekleniyor bu oyunla? İki delikanlının birbirlerine âşık olmasını sağlayacak karşılaşmalar ayarlamak o gizemli zenginin kurgusu; oyunun yapımcısı da, yönetmeni de o kişi. Onları birbirine âşık edince ne olacak peki? Sosyal, kültürel, psikolojik bir deney mi bu? Başkalarının hayatlarına düzen vermek için sermayesini kâr getirmeyen bir oyuna yatırmaya gönüllü bu adam hangi türden, nasıl bir zengin olmalı? Bu romantik niyet kurgusu kuşkuları giderek artan boyutta çalışıyor ama daha yarı yoldayken çark tersine, temelde gizli sert gerçeğine dönüyor. Bastırılan canlanıyor. Bundan sonrası tam bir arapsaçı. Caner hikâyeyi nihayet toparlayıp bir sonuca vardığında şöyle diyecektir: “Saçma sapan Brezilya dizisi diyeceğim ancak değil; benim gerçeğim, hakiki geçmişim bu.”
Bu karmaşık hikâyede yazar, sondaki dipnot dışında tümüyle gizlenmiş. İlk romanı Leylan’ın Kudret’inde ve bazı öykülerinde (Seher’de “Bildiğin Gibi Değil”de, Devran’da “Sultan Reşat’ın Torunu”nda) birincil ağızdan kurulmuş anlatıları sevmiş, bu biçime yerleşmişti Demirtaş. Bu romanda da son bölümdeki “notlar” olmasa (‘meraklısı için notlar’ gibi, bence ona da “gerek yok”tu ama demek “istek” varmış) yazarın ağzından bir tek cümle kurulu değil. Kurmacaya dair en eski tartışma; yazarın sesi olmadan olur mu? Olduydu, oluyormuş demek ki… İki yüz kırk sekiz sayfalık uzun anlatının her parçası bir kahramanın kendi dilinden, kendi penceresinden yazılmış. İncelik, özen şurada: Her bir şahsiyet kendi dünyasını tam da onlardan beklenecek bir üslupla ifade ediyor, tek tip üslupla değil. Üslup bireyin aynası, onun kimliği; bu ezeli bilgi burada bir kez daha yaşam buluyor. Caner’in “bitirim”liği, Efsun’un “Gezi” deneyiminden geçmiş kimi zaman sarkastik kiminde ironik mizahlı dili, Kibar’ın yoksulların gururundan yeşeren ruhu, Kenan’ın “Tanrı-yazar” havalı melankolik megalomanisi ve diğerleri… Ressam Mercan’ın görsel imgelerle bezeli anlatımında sahneleri usta ressamlar kurmuş gibi; bazı tablolar kişisel hikâyesinin önemli bir parçası. (“Birden Turner’ın Kar Fırtınası’nın içinde buldum kendimi.” “Munch gibi cesur, Monet gibi sevinçli”. “Sonunda Kahlo gibi kendi yaralarını çizen kadına dönüştüm.” Yayınevinin de bu tablolara dair bir jesti var kitapta.)
Kalabalık kadrosunun her birinin merkezinden açılan, zamanda ve mekânda genişleyen, giderek bütünleşen anlatı, “ansambl oyuncu kadrolu” filmler gibi; kahramanların kurgudaki yerleri eşit öneme sahip; çünkü hakikatin bir parçası ötekinde gizli. Bir tür röportaj tekniğiyle anlatıların birleştiğini sonunda öğreniyoruz; sanki bir belgesel gibi; hayatlar sıkı bir örgü ile bağlanmış, ayrıntılarda daha iyi fark edilen bir özenle, dikkatle. Caner’in bıraktığı yerden Efsun, onların geldiği noktada Kibar ve Mercan, Kenan, Feyzi, vd. Kahramanlar kendi öykülerini anlatırken yaşam sahnelerinin canlı betimlemeleri anlatıya dinamik bir akış getiriyor. Ötekine ne olduğu, onun ne düşünüp ne yaşadığını merakın sürükleyici kamçısı. Çoğunda şaşırtıcı paradokslar var; ilişki bağlarını çözerek ilerlemek, “yüzleşme” sonuçlu bir anlatı için doğrudan, daha yalın, daha sahici biçim olsa gerek. Kitabın neredeyse kesintisiz bir ilgiyle okunmasında (ben öyle okudum) bu biçimin rolü var. Olayların en kıyısında olanından en içinde olanına kadar her birinin iradesi ya da boyun eğmesi, özgürlük beklentisi ya da tevekkül anlayışı, çıkarcılık ya da eziklik konumları kimse tarafından yargılanmaksızın serimleniyor. Düğümler çözüldükçe kahramanlar kendi kendilerinin yargıçları oluyor bir bakıma. Hikâyenin daha da ardına doğru giderken, görünmeyen bağların birbirlerini ne vesileyle derinden bağladıklarını gördükçe, olay çeperleri saçılıyor adeta. Edremit’teki çiftlikten Boğaz köşklerine, Dolapdere’den Lâpseki’ye, Beyrut sokaklarından Girit kıyılarına, yoksul evlerinden plazalara kadar genişleyecektir mekânlar. Travmaların, kurbanların, hiddetin, şiddetin ve nihayet yüzleşmenin dibi kanlı hikâyesi.
Selahattin Demirtaş’ta aşina olduğumuz mizah bu yapıtta da var; hem de her bir kahramanın dilinde, onun taşıyabileceği ölçülerde az ya da çok ama anlatıya baskın olmayacak ölçüde mutlaka var. Her bir kahraman kendi sahnesi geldiğinde yaşamının neresindeyken olaylara neden ve nasıl dahil olduğunu anlatırken, hayatının onu nereden nereye sürükleyip getirdiğini açıklıkla dillendiriyorken beliriyor daha çok mizah. Uzun yıllar devlet sırrı gibi saklanmış, bu yüzden kangren yumrusuna dönüşmüş hayatlar yumağının dibi kanlı bataklığı yavaş yavaş görünür oluyorken, bu kanlı yumağın içinde kaderleri birbirine zincirleme bağlanmış her bireyin ötekiyle, kendi gerçeğiyle, sevdikleriyle ve hayatın umutlu anlarıyla buluşurken beliriyor mizahın onarıcı dili. Yüzleşme süreçlerindeki kimi komik anlarda, iç aydınlanmalarında, özgürleşmelerinde, yenilenmelerinde beliriyor gülümseme. Her birinde bir ya da birkaç pazıl parçası bulunan gerçek tablonun her boyutuyla açığa çıkmasını tamamlıyoruz olayların sonunda. Kenan dışında her birinin üzerinden bir dağ kalkmış gibi bir rahatlık, bilinmezin basıncından kurtulmuş bir özgürlük beliriyor. Kukla yapılmak istenenler dibi kanlı fanteziyi deşifre ediyor ve perde perde silkinip çıkıyorlar çemberden. Zenginin senaryosunda, bol paralı duygusal oyununda aklına getiremediği, hesaplayamadığı, hükmedemediği, denetleyemediği olgu bu: Onurlarına sahip çıkanların aslında hayatlarına da sahip çıkıyor olmaları, kanlı ve sahte oyunları bozuyor.
Kuşaklar zincirinin son halkasında son kuşağın temsilcileri Caner ile Efsun; “doğru hayat yaşamak” için yezit çemberini kırmaya kararlı “Z kuşağı” temsilcileri. Buradaki oyunu bozan da onlar olacak. 1950’lerden bu yana kangrene dönüşmüş, tepetaklak duran “yanlış hayatlar”ı ayakları üstüne oturtacaklar, yüzleşmenin sağladığı arınmışlığın tazeliğiyle yeni bir sayfa açılacak. İlk uyanışlarından, Gezi üslubundan beslenen dilleri, anlayışları, cesaretleri yol gösterecek. Mutlu son! Evet, ama bu sona ulaşmak hiç de kolay olmayacaktır. Keskin bir irade, gözü kara cesaret isteyen bir gerçek arzusu, bedeli ağır olabilecek bir feragat ruhu gerekecektir. Anlatının bir yerinde, Amin Maalouf bu nedenle anılacak: “Geleceğin yolları pusularla doluysa, takınılacak en berbat tavır, her şey çok güzel olacak diye mırıldana mırıldana gözü kapalı ilerlemek olacaktır.”
Romanda beş kadın var (Hatice’yi, Derdo’yu saymazsak); Sinem, Esma, Kibar, Mercan, Efsun. İlk ikisi trajik, diğerleri dramatik hayatların kahramanları. Ölenlerin ukdesini yaşayanlar taşıyor. Demirtaş’ın kadın kimliğine, emeğine, ezeli ezilmişliğine, eril zorbalık ortamında adalet arayışlarına yönelik ilgisi, bilgisi, dikkati, kadınlığın özbilincine sadakati baştan sona tutarlı, sahici, inandırıcı bir çizgide ilerliyor, öbür yapıtlarındaki gibi. Bu romanda sınıf mücadelesi zorunlu olarak kadın-erkek mücadelesine dönüşmüş adeta. Kalemini kadınlardan yana işleten bir yazar, bir feminist Demirtaş. Kibar’ın dilinden yazılmış şu sözler kadının güncel ve çıplak gerçeği:
“Bir kadını kim öldüre ki? E baban olur, kocan olur, sevgilin olur, kardaşın olur; ille seni öldürecek bir erkek vardır bu dünyada. Benim katil adaylarım babamla kocamdı.”
Şu sözler de Mercan’ın bilgeliğinden:
“Tanıdıkça âşık oldum, o zaten deli gibi âşıktı bana, gerçekten âşıktı. Kadınlar bunu hisseder. Erkekler genelde kadının kalbinin gizli odasına girmeyi başardıklarında nihai büyük zaferi elde ettiklerine inanıp kendileriyle gurur duyarlar. Bir müddet sonra o gizli odanın içinde bir kapı daha fark edenler olur; bazıları o kapıyı da açmayı başarır, gizli oda içindeki başka bir gizli odaya girmenin sarhoşluğunu, mutluluğunu yaşarlar. Ve nihayet kadının kalbi en ulaşılmaz sanılan noktasına kadar keşfedilmiştir işte! Bunu başaran erkek kendini yetenekli, şanslı sayar; haksız da değildir. Ama akılsızdır. Bilmez ki her kadın, kalbinde keşfedilen her gizli odanın hemen arkasına yeni bir gizli oda açar. Açar, çünkü tehlike ânında sığınabileceği yer burasıdır. Binlerce yıllık kadınlık deneyimi bize bunu öğretmiştir. Bir kadına sonsuz aşk beslemek isteyen erkek bıkmadan, usanmadan bu odaları keşfetmeye, anahtarını bulup içeri girmeye uğraşır. Bıktığı an aşk ölür. Bazılarıysa bir türlü giremediği bu odaların kapılarını yumrukla, bıçakla, mermiyle açmaya çalışır. İşte o zaman sadece aşk değil, kalp de ölür. Her gün yeryüzünde binlerce kadının kalbi böyle öldürülür.”
Bir kez daha, Selahattin Demirtaş’ın içindeki iştahlı “edebiyat kurdu” dört duvarı aşındırıp yeni bir yarık açıyor ve onu bir kez daha dışarı çıkarıyor. Tutkulu, umutlu kalem hışırtısını sayfaların, satırların arasından, üstünden, altından duymak mümkün.
•