AKP Osmanlıca öğretilmesini istiyor, tamam. Ben de istiyorum. Ama hangi Osmanlıca?
05 Mart 2015 14:31
AKP hükümetinin uzmanlaştığı bir şey varsa, aniden bir balon uçurup gündemi 180 derece değiştirmektir. Ortada fol yok, yumurta yokken okullarda Osmanlıca öğretileceğini birden bire ilân etmelerini ben şahsen böyle yorumladım. Muhalefet de kendinden beklenen tepkiyi gösterdi, neredeyse insiyâkî olarak hemen karşı çıktı. Meseleyi düşünmeden, tartmadan. Kendi payıma, okullarda Osmanlıca öğretilmesine karşı çıkanlardan tek haklı bulduklarım Kürtler: “Henüz ana dilde eğitim meselesi halledilmemişken bunu nereden sardınız başımıza?” diyorlar ve haklılar. Ana dilleri Türkçe olmayanların ana dillerinde eğitilmesi konusunda çok geç kalındı zaten; iktidar politikacıları böyle hayâtî sorunlardan siyasî sermaye çıkarmayı (yıllarca geciktirdikleri, başörtüsü yasağının kaldırılması gibi) bıraksalar, insan olduklarına inanabileceğiz belki. Ama o mesele dışında bence Osmanlıca öğretilmesi çok yerinde olacaktır. Yalnız bu konunun sanıldığı kadar basit olmadığını gözden kaçırmamamız gerekiyor.
Birinci soru, öğretilecek olan dilin saptanmasıdır. İçi boş büyük lâflar uzmanı olan “hoca” başbakanımız, okullarda “kadim Türkçe” öğretileceğini belirtmişti geçenlerde. Düşünelim bunu. Bir kere “kadim” Türkçe, Osmanlıca değildir, olsa olsa Anadolu Türkçesi’nin atası olan, Orta Asya’da konuşulan dillerden biri olabilir. AKP aniden 1930’lara ideolojik bir dönüş yapmadıysa, kastedilen bu olmasa gerek. Belki de Osmanlı- öncesi Anadolu Türkçesi’nden söz ediyorlardır. Gerçi o döneme “kadim” demek tarihî açıdan pek doğru olmaz ama, o bir yana, bu da pek muhtemel değil, çünki malûm ya, Kemalist takımın yapmaya çalıştıklarından biri de buydu.
Öte yandan Osmanlıca “eski Türkçe” değildir aslında, farklı bir dildir. Nasıl Fransızca Yunanca ve Lâtince’den çıkmış, ama farklı bir dilse, Osmanlıca da Türkçe’den çıkmış, Arapça ve Farsça ile beslenmiş, farklı bir dile dönüşmüştür. Bu gerçi uzun yıllardır tartışma konusudur, biliyorum, ama biraz olsun Osmanlıca bilen birinin onu “bir çeşit Türkçe” diye nitelendirmesini şahsen anlayamam. Türkçe’de “evrak” yahut “hayvanat” diye çoğul yapılmaz, “ehven-i şer” yahut “hâfız-ı kütüb” diye tamlama yapılmaz, “hatt-ı şerîf” ve “hilye-i şerîfe”de olduğu gibi müzekker/ müennes farkı gözetilmez. Bunlar Türkçe değildir, Osmanlıcadır. Farklı bir dildir.
Her neyse, AKP Osmanlıca öğretilmesini istiyor, tamam. Ben de istiyorum. Ama hangi Osmanlıca? On dördüncü yüzyıl Osmanlıcası mı? On dokuzuncu yüzyıl Osmanlıcası mı? Bu işten biraz anlayan, Osmanlıca dediğimiz dilin çağlar boyunca değiştiğini bilir. Dolayısıyla öğretilecek bir Osmanlıca seçmek gerekiyor. Yok, “her yıl başka bir yüzyılın Osmanlıca’sını öğreteceğiz” derlerse, o zaman beyaz gömlekli amcaları çağırmanın vakti gelmiş demektir.
Gerçekçi olmak gerekirse, okullarda öğretilecek Osmanlıca, aslında okuma- yazmadan ve bir miktar da dilbilgisinden ibaret olacaktır. Osmanlıca metinler okunurken öğrencilerin kelime dağarcığı da biraz genişleyecektir şüphesiz, hattâ günümüzde unutulmuş, ya da anlaşılmaz bir şekilde yerlerine İngilizceleri kullanılan (“merkez” yerine “center”, “takım” yerine “set” gibi) Türkçe kelimelerin kullanılmasını belki özendirecektir. Bunlar çok yararlı şeyler, ama asıl amaç olamazlar. Asıl amaç, 600 küsur yıllık Osmanlıca tarihinin asgarî müşterekini öğretmek olabilir ancak. Bunun ötesi uzmanlık olur, temel öğretim değil.
Peki, okuma- yazma öğretmek ne demektir? Elbette harfleri ezberletmekten ibaret değil. O zaten bir iki günlük iştir. Osmanlıca, üç dilin dilbilgisi kurallarını içerdiğinden bol miktarda dilbilgisi de öğretmek gerekecektir. Örneğin “takriben” yahut “rağmen” gibi Arapça kelimelerin “n” harfiyle bitmediğini, “tenvin” diye bir şey olduğunu ve bunun ne işe yaradığını da öğrenecektir talebe. Arapça kelime türetme kurallarını öğrenecektir, bu suretle hem Osmanlıca metin okuması kolaylaşacak, hem kelime hazinesi genişleyecektir: Mesela zâlim, zulüm, mezâlim, mazlûm kelimelerin aynı kökten türediğini bilirse, birinin anlamından ötekinin anlamını çıktarabilecektir. Hattâ kelimenin aslının “karanlık” demek olduğunu öğrendiğinde yeni yeni kapılar açılacaktır önünde.
Sonra muhayyel öğrencimiz “kef” ile “kaf” arasındaki farkı öğrenince, “kâtip” ile “kāmus” kelimelerindeki “k” harflerinin neden farklı okunduğunu anlayacak, kelimeleri yanlış telâffuz etmeyecektir. “Sin-kaf etmek” argosunun yanlış olduğunu da öğrenecektir bu arada, doğrusu “sin-kef” olmalı çünki. “Ayın” harfinin ve “hemze” simgesinin işlevlerini öğrenince, telâffuzu daha da düzelecek, günümüz gençliği gibi güzel Türkçe’yi her gün katletmeyecektir Ve saire.
Bu bakımdan “arşiv belgesi okumak uzmanlık işidir” diyenlerin itirazının saçmalığı meydandadır. Mesele o değil ki! Elbette arşiv belgesi okumak uzmanlığa tâbidir, hem de yalnız Arap harfleriyle değil, Lâtin harfleriyle de öyledir. Acaba okullarımızda Lâtin harflerini öğrenmiş olan kaç kişi şu pek önemli belgeyi okuyabilir?
İnsanlık tarihinin dönüm noktalarından Magna Carta’nın günümüze ulaşabilmiş birkaç orijinal nüshasından biridir bu, ve İngiliz paleoğrafyası bilmeyen biri onu kolaylıkla okuyamaz elbette. Osmanlı belgeleri için de durum böyledir. Maksat her T.C. vatandaşının arşiv belgesi okuması değildir, olayı bu şekilde temsil etmek demagojidir.
Peki, ya devletlülerin sık sık dem vurduğu “mezartaşı okumak” meselesi? Paris’teki Père Lachaise mezarlığı, bir sanat eseri ve tarihî anıt olarak koruma altına alınmıştır; oysa İstanbul’un en eski mezarlıkları, örneğin Karacaahmet, yol yapmak için kısım kısım kemirilmekte, eski kabirler sürekli kazılıp yeniden satılmakta, tarihî mezartaşları sağa sola atılmakta, kırılmakta, yok olmaktadır. Bu durumda, ve bunu bizzat o mezarlıkları korumakla görevli olanlar (yani kendilerini muhafazakâr/ mütedeyyin addeden kişiler) yaparken, hükümetin böyle bir amaç öne sürmesini ciddiye almak zordur. (Dikkat ettiniz mi? İstanbul’da en büyük yıkımları yapanlar hep muhafazakârlar olmuştur: Menderes, Özal, şimdi de Erdoğan...) Yine de yalnız mezartaşlarını değil, Türkiye’nin dört bir yanında bulunan kitabeleri, yani mimari eserlerinin üzerindeki anıtsal yazıları okuyabilmek gerçekten de güzel olmaz mıydı? Bugün ortalama vatandaş, Osmanlı bakıyesi binaların, çeşmelerin, türbelerin, dikilitaşların, ve de, evet, mezartaşlarının yanından geçerken Çin’de yahut Japonya’da geziniyor gibidir, görmekte ama gördüklerini anlamamaktadır. Bu ne kadar trajik bir durumdur, bir düşünsenize? Kapalıçarşı’nın Fesçiler kapısındaki bu dünya harikası kitabeyi kaç kişi fark etmiş, durup hayranlıkla seyretmiştir? Kimin yazdığını, ne dediğini, bulunduğu yere ne kadar uygun düştüğünü kaç kişi biliyor? (Cevap: Son dönemin en büyük hattatlarından Sami Efendi’nin (1838–1912) eseridir. “Çalışıp kazanan Allah’ın sevdiğidir” meâlinde Arapça bir hadistir. Bir çarşının kapısına konmuş olması özellikle anlamlıdır.)
Hat sanatından söz açılmışken: Osmanlıca öğretilmesine karşı çıkanların bazıları, örneğin “Hangi yazıyı öğreteceksin? Nesih mi? Sülüs mü? Rık’a mı?” gibi sorular soruyorlar. Bu, itirazların en saçma olanı denilebilir. Çünki Lâtin harfleri öğretirken “Times Roman mı öğreteceksin, Helvetica mı?” diye sormaya benzer. Herşeyden önce, bir kod yazısı olan siyâkat bir yana bırakılırsa, bir yazı türünü bilenin bir diğerini öğrenmesi gayet kolaydır. İkincisi, “sülüs mü, yoksa ta’lik mi?” gibi bir soru ancak hat sanatı söz konusu olduğunda anlam kazanır, o ise Osmanlıca öğretmekle doğrudan ilgisi olmayan bir konudur. (Keşki o da öğretilse diyeceğim ama, hadi neyse.)
Bir de “bunu kim öğretecek, İngilizce’yi bile doğru dürüst öğretecek hoca bulamıyoruz” diyenler var, ve haklıdırlar. Ama o çözümü olmayan bir sorun değildir. Eğer kibir patlaması yaşayan sayın Cumhurbaşkanımız kendine 600 milyon dolarlık saraylar yaptırmayı bırakıp da bu parayı Türkiye’nin müflis eğitim sistemini ihya etmeye harcayacak olsaydı, İngilizce de öğretirdik, Osmanlıca da, Çince de. Üstelik bu israfın vebali yalnız kendisinde değil, bir dediğini iki etmeyen AKP’lilerdedir, onu da hatırlatalım. Ama konumuzun dışına çıkıyoruz.
Osmanlıca Türkçe değildir ama, Osmanlıca ile günümüz Türkçesi arasında aşılmaz bir duvar olduğu inancı (ki bu ideolojik bir efsanedir) devam ettikçe, birtakım insanlar Osmanlıca metinlerin transkripsiyonunu yapmayı ilim zannedecek, böyle hammaliye çalışmaları karşılığında lisans, yüksek lisans, hattâ doktora almaya devam edecektir. Oysa transkripsiyon, ilmin ilk adımı olabilir en fazla, asıl marifet ondan sonra yapılandadır. Buna uyanmanın zamanı gelmedi mi?
Herhangi bir toplumun geçmişiyle şimdiki zamanı arasına aşılmaz bir set çekmesi mümkün değildir. Bunu yapmaya teşebbüs edenler olabilir, bunu başardıklarını zannedebilirler, ama mantık der ki uzun dönemde sette delikler açılacaktır. (Eski demirperde ülkelerinde kilisenin neden o kadar güçlü olduğunu düşünelim.) Yaşadığımız ülkenin geçmişi Osmanlıca’dır. Doğru, Osmanlıca bir “halk dili” değildi, seçkinlerin diliydi, ama yanlız seçkinlerin değil: Esnafın tuttuğu defterin de, saraydan çıkan fermanların da, bebeklerin beşiğine iliştirilen muskaların da, divan şairlerinin de, mahalle çeşmelerindeki kitabelerin de dili Osmanlıcaydı. Bugünkü Türkiyeli, 1928’den önce yazılmış olan bütün metinlere (özel olarak transkripsiyonları yapılmamış ise) yabancı oldukça yarım insan kalacaktır. Ve geleceğini sağlam bir temele oturtamayacaktır, çünki geçmişle hesaplaşmadan geleceği kurmak olmaz.
Ama bütün bunların yanı sıra, okullarda Osmanlıca öğretilmesini biz muhaliflerin istemesi için çok önemli bir neden daha vardır. Şu anda Osmanlı tarihi, bu tarihten bihaber olan bir iktidar tarafından, bu tarihten eşit derecede bihaber olan bir halk üzerinde tahakküm aracı olarak kullanılmaktadır. (Almanya’da romantiklerin tarihi nasıl kullandıklarını, bundan Nazilerin nasıl nasiplendiğini hatırlayalım!) Başbakanlar, Cumhurbaşkanları, Osmanlı şöyle idi, böyle değildi derken, amaçları tarih yazıcılığına hizmet etmek değil, bugünkü insanların nasıl yaşaması, nasıl düşünmesi, nasıl davranması gerektiği üzerinde söz sahibi olmaktır. Ve bunu yaparken gerçeklerle ilgisi olmayan bir mitoloji icad etmektedirler. Osmanlıca bilmeyenler de bu mitolojiyi olduğu gibi yutmaktadırlar, çünki aksini savunacak verilerden yoksun durumdadırlar.
Osmanlıca, Ortaçağ Avrupası’ndaki Lâtince gibi bir zümrenin tekelinde kaldıkça bu durum devam edecektir. (Martin Luther’in Kitab-ı Mukaddes’in Almanca okunmasını istemesi milliyetçiliğinden değil, papazların hegemonyasını yıkmak isteğinden kaynaklanmıştı.) Artık Türkiye’deki Osmanlıca “uzmanları” zümresinin hegemonyasını yıkma zamanı gelmedi mi? Osmanlıları tanımamızı istedikleri gibi değil, oldukları gibi tanımamızın zararı kendimize değil, bizi manipüle etmek isteyenlere olmayacak mıdır? Mesela iktidara bakılırsa Zemzemle yıkanmış sanılabilecek olan Osmanlıların yayınladığı şöyle bir kitabı okuyabilmek, Türkiye’nin geçmişi hakkındaki efsaneleri, tabuları yıkmak açısından hayırlı olmaz mıydı?
Bunun karşısında sayın liderlerimiz “Bizim tanıdığımız Osmanlı bu değildir” diye yüksekten atabilecekler mi? Osmanlıları putlaştırmaktansa tanımak ve anlamak, hattâ onlarla empati kurmak daha hayırlı olmaz mı?
Son olarak, “endişeli modern”lerin endişelerini ele alalım. Osmanlıca öğretmek, “irticayı hortlatmak” mı demektir? AKP’nin memlekete Şeri’at’ı getirmek için kurduğu “karanlık düzenler”den biri midir? Falan filân... Kısaca cevaplandırayım: AKP’lilerin aklından geçenleri elbette bilemem, ama böyle şeyler düşünüyorlarsa bile, bu sadece ve sadece abesle iştigaldir. İtalya’da, Fransa’da çocuklara Lâtince okutmakla, Yunanistan’da çocuklara Eski Yunanca okutmakla Ortaçağ’a yahut Eskiçağ’a dönülmüyor. İngilizler Shakespeare’i, hattâ Chaucer’ı anladığı için memleketlerinde teokrasi kurulmuş olmuyor. Modernistlerin örnek aldığı Avrupa’da bunlar sorun değilken, burada neden sorun haline getiriyoruz?
Hem sonra bir dilden korkmak ne demektir, nasıl bir şeydir? Yeni bir dil öğrenilince “Cumhuriyet kazanımları” yok mu olacak? Mümkün mü böyle bir şey? Yıllar evvel Mete Tunçay dostumun bambaşka bir bağlamda söylediği bir söz vardı, hatırımda kaldığı şekliyle aktarayım: “Devletler bu gibi nedenlerle batmazlar, bu gibi nedenlerle batacaklarına inanıldığı için batarlar.” AKP iktidarının anakronik “yeni Osmanlıcılık” safsatalarına kendileri inanıyor mu, bilmiyorum, ama bizim Atatürkçüler inanıyor, bu ise gerçekten anlaşılır gibi değil! Tarihin “Geri” düğmesi yoktur, filmi geriye sarmak isteseniz de saramazsınız. İmparatorluklar devri çok çok gerilerde kalmıştır. Kaldı ki AKP gibi neo-liberal kapitalizme göbekten bağlı bir partinin son yapacağı, tarihin kendilerine cömertçe takdim etmiş olduğu ceplerini doldurma fırsatını tepmek olacaktır. Dolayısıyla, müsterih olunuz sayın modernistler, bilumum özgürlükleriniz elinizden alınabilir, alınıyor nitekim, ama irticanın Osmanlıca öğretildiği için hortlaması söz konusu değildir.
Recep Tayyip Erdoğan’dan korkmamalı demiyorum. Korkmalı, ama yeterince Atatürkçü olmadığı için değil, aksine çok fazla Atatürkçü olduğu için. Erdoğan’ın tek bildiği devlet adamı modeli Mustafa Kemal’dir. (Peki, azıcık da II. Abdülhamid!) Dolayısıyla yaptıkları aynen Mustafa Kemal’in yaptıklarını taklid etmekten ibarettir, ama baş aşağı çevirerek. Yalnız gelin görün ki bir nesneyi baş aşağı çevirmek, özünü değiştirmez. Bütün devlet okullarını İmam Hatip okullarına çevirmek, Atatürk’ün pek sevdiği Tevhid-i Tedrisat ilkesini uygulamak değil midir? Memleketin kültürünü kökünden değiştirmeye kalkışmak, Mustafa Kemal’in doksan sene evvel yapmağa çalıştığı (ve başaramadığını şimdi açıkca gördüğümüz) şey değil midir? “Bundan sonra Osmanlıca öğretilmeyecektir” ile “Bundan sonra Osmanlıca öğretilecektir” direktifleri arasında nitelik farkı var mıdır?
Marx’ın Louis Napoléon’un 18. Brumaire’i (1852) başlıklı eserinde çok ünlü, çok alıntılanan bir söz vardır: “Hegel bir yerlerde dünya tarihinin menzil taşları olan tüm olayların ve kişilerin iki defa vuku bulduğunu söylemiştir. Ama şunu eklemeyi unutmuştur: İlk keresinde trajedi, ikinci keresinde güldürü olarak.” Şu bizim pek bereketli memleketimizde ise Atatürk iki değil üç defa tekerrür etmiş bulunuyor: Önce Mustafa Kemal’in kendisi, sonra Kenan Evren (hani bir fıkra vardı 12 Eylül döneminde: Muayenede sağlam raporu alan Evren üzülmüş, “Emin misiniz doktor?” diye sormuş, “küçük bir siroz başlangıcı filân olamaz mı?”), şimdi de Recep Tayyip Erdoğan. Güldürü gerçekten, ama ben gülemiyorum.
Doğru ile yanlışı ayırdetmeyi bilmemiz lâzım. Okullarda temel Osmanlıca eğitimi verilmesi, Türkiye’yi geçmişiyle barıştıracak ve daha sağlıklı yarınlara götürecek, geç kalınmış, isabetli bir karardır. AKP iktidarının bazı başka politikaları kötüyse (ki şüphesiz öyle), onlara karşı mücadele edelim. Ama kavgalarımızı bilinçli seçelim. Benim önerim budur.