İnanç oluşturmaya ve karar vermeye dair kitapların bir ucundaki eserler kişisel gelişim kitapları tarzında. Diğer tarafta ise felsefî yönü ağar basan teori kitapları var. Her iki ucu da temsil eden az sayıda kitap Türkçede bulunuyor
08 Şubat 2018 13:30
Ben bir hukukçuyum. Eğer yazdığım yazı salt hukuk üzerine değilse, bu hususu belirtmeye çalışırım. Esasında kastettiğim şudur: “Hukukçuyum; evrenden, dünyadan, toplumdan, insandan pek haberim yoktur.” Bu vahim durumun farkına varmam, üniversite yıllarında “hukuk dışı” konulara ilgi duymamla başladı. Meslekî kariyerime “hukuk felsefesi ve sosyolojisi” alanında devam etmeye karar verip de hukuk dışı metinler okumak zorunda kaldığımda da durumumu kesinkes kabullendim. Diyeceğim, hasbelkader olağan bir hukukçu kalmış olsam, cehaletimle mutlu mesut yaşamaya devam edecektim.
İlk önce dil felsefesi, mantık ve hukuk göstergebilimi çalıştım. Arkasından “hukuk metodolojisi” adı verilen disipline veya alana bulaştım. Geride kalan yaklaşık 10 yılımı bir hukukî yargının yahut bir mahkeme kararının “doğru” olabilmek için hangi özelliklere sahip olması gerektiğine dair okuyarak ve yazarak geçirdim. Bu yazıda bahsedeceğim üç kitabın başlıklarında yer alan o kavramla, “eleştirel düşünme” ile, işte bu dönemde tanıştım.
Hukukçular, hukuk bağlamında ortaya çıkan sorunların çözümü için ihtiyaç duydukları araçların çoğunun, hatta tamamının hukuk literatürü dışında bulunabileceğini çok geç fark ederler, o da eğer şanslılarsa...
Çalıştığım, merak ettiğim, üzerine yazmak istediğim konu hukukî muhakeme veya hukukî argümantasyon olduğu için öncelikle bu konulara hasredilmiş kitaplarla hemhal olmuştum. Hatta bir tanesini de Türkçeye çevirdim: Eveline Feteris, Hukukî Argümantasyonun Temelleri[1] (İstanbul: Paradigma, 2008). Hukukçular, hukuk bağlamında ortaya çıkan sorunların çözümü için ihtiyaç duydukları araçların çoğunun, hatta tamamının hukuk literatürü dışında bulunabileceğini çok geç fark ederler, o da eğer şanslılarsa. Bu bağlamda geç de olsa fark ettiğim şey, muhakeme, akıl yürütme veya sonuç çıkarmanın sadece hukukta sorun teşkil etmediği, 20’nci yüzyılın ortalarından itibaren Batı’da gündelik hayattaki akıl yürütme de dâhil olmak üzere bilimsel bir faaliyet olarak bilimsel düşünmenin bizzat kendisinin yoğun şekilde inceleme ve tartışma konusu yapıldığı olmuştu. Chaïm Perelman, Stephen Toulmin gibi isimler, klasik mantık ve bilimsel yönteme sıkışıp kalmış “argümantasyon”u, disiplinler üstü bir şekilde ele alarak yüz yıllarca hor görülmüş “retorik”in yeniden inşa edilmesi gerektiğini söylüyorlardı.
Retoriği yeniden inşa etmek isteyenlere göre, klasik mantık modern dönemde sembolik mantığa dönüşmüştü. Bunun nedeni doğal dillere duyulan güvensizlikti. Bilimsel yöntemdeki “bilim” ise pozitif bilimlerdi. Oysa sosyal bilimlerde veya beşerî disiplinlerde de, gündelik hayatta da akıl yürütüyorduk ve hâlâ bir “doğruluk” anlayışına ihtiyacımız vardı. Akıl yürütmenin, muhakemenin, sonuç çıkarmanın, karar vermenin, ikna olmanın ve ikna etmenin bizzat kendisinin tartışma konusu yapılmasının, adına daha geniş ve yaygın bir şekilde “eleştirel düşünme” denilecek, kimi zaman “informel mantık” olarak anılacak çalışmalarda bir patlamaya neden olduğu söylenebilir. Şüphesiz bu çalışmalar dil felsefesi, bilim felsefesi ama özellikle de sosyal bilimler felsefesi, psikoloji, sosyal psikoloji, yorum teorisi ve hermenötik temelli çalışmalarla destekleniyordu. Bunun, ideolojinin kitlelere aktarılmasının yanında, geleneksel kurumların ideolojik yapısının analizi, reklamcılık ve pazarlama, iletişim, medyanın kamuoyu oluşturulmasındaki rolü gibi konularda yapılan çalışmaların da özü itibariyle aynı sorunun cevabını aradığını görmek çok kolaydır: İnançlarımızı nasıl oluşturuyoruz?
İnançlarımızı nasıl oluşturduğumuza, kararlarımızı nasıl verdiğime dair elde ettiğimiz bilgi iki yönlüdür. Bir taraftan başkalarının kararlarını etkilemek için kullanılabilir, diğer taraftan aldatılmaya ve haksız yönlendirmeye karşı kalkan görevi görür.
Sorular, soruyu soranın amaçları ve elindeki alet çantası çerçevesinde anlam kazanır. Bir psikologun veya sosyal psikologun inançlarımızı nasıl oluşturduğumuza, kararlarımızı nasıl verdiğimize dair sorduğu sorunun cevabı, psikoloji çerçevesinde verilecektir. Eğer psikologumuzun bu soruyu sormasına neden olan, satışlarını artırma kaygısı taşıyan bir şirket ise, araştırmacımız elde ettiği verileri şirketin çıkarları uyarınca kullanmayı önerecektir. Bağımsız bir araştırmacı ise reklamcılık ve pazarlamada kullanılan ikna stratejilerine karşı tüketicileri uyarmak isteyecektir. İdeoloji üzerine çalışan bir sosyolog veya felsefeci, geleneksel ve ideolojiden arınmış, tabii görünen kurumların ürettiği ve yeniden ürettiği ideolojiyi ifşa etmeyi amaçlayabilecek ama aynı zamanda elde ettiği verileri şu veya bu iktidar odağının yaymak ve devam ettirmek istediği ideoloji lehine kullanması için de çalışabilecektir. Daha fazla uzatmaya gerek yok: İnançlarımızı nasıl oluşturduğumuza, kararlarımızı nasıl verdiğime dair elde ettiğimiz bilgi iki yönlüdür. Bir taraftan başkalarının kararlarını etkilemek için kullanılabilir, diğer taraftan aldatılmaya ve haksız yönlendirmeye karşı kalkan görevi görür.
Bu konudaki yoğun ve derinlikli çalışmaların 20’nci yüzyılda kimi zaman kafa karıştırıcı ölçüde arttığına şahit olsak da, ikna faaliyetinin kaçınılmazlığı ve kötüye kullanılma olasılığını Antik Yunan’dan beri biliyoruz. Antik Yunan’da bir yanda “kandırma sanatı olarak retorik”i kullandığı ve öğrettiği iddia edilen Sofistler, diğer yanda onların bu aldatmacalarına karşı savaş açmış olan Sokrates, Platon ve Aristoteles vardır. Nitekim Aristoteles, Sofistlerin Çürütmeleri Üzerine başlıklı eserinde tam da bu konuyu ele alır. Aristoteles’in kitabının başlığının Arapçadaki telaffuzundan evrilerek Türkçeye de girmiş olan “safsata”, akıl yürütmede düşülen mantık hatalarına karşılık gelir. Aristoteles sonrasında İslam dünyasında ve Ortaçağ Avrupa’sında mantık hatalarının ve retoriğin nasıl algılandığını anlatmanın yeri ve zamanı değil burası. Ama mantık hataları konusunda yapılan çalışmaların çoğunca Aristoteles’i tekrarladığını, retoriğin çok da ciddiye alınmadığını kısaca belirtmek yanlış olmaz. Yeri gelmişken, mantık hatalarıyla ilgili olarak Schopenhauer’ın ironik bir dille yazdığı Eristik Diyalektik[2]’i Türkçede bulabileceğimizi söylemeliyiz. Mantık hataları yahut safsatalar konusunda Türkçede daha erken tarihli bir çalışma daha var: İbrahim Emiroğlu, Mantık Yanlışları[3]. Kitap Türkçe literatür açısından önemli olmakla birlikte, yazarın ilahiyatçı oluşunun kullandığı dile ve verdiği örneklere etkisi ve kitabın akademik dille kaleme alınmış olması, okuru zahmetli bir okuma serüvenine davet ediyor.
İnanç oluşturmaya ve karar vermeye dair kitapların bir ucundaki eserler kişisel gelişim kitapları tarzındadır: İnsanları nasıl etkileyeceğinizi öğretmeye çalışırlar. Bilmem kaç dakikada karşınızdakine nasıl evet dedirteceğinizin bilgisini vereceklerini iddia ederler. Diğer tarafta ise felsefî yönü ağar basan teori kitapları bulunur. Sayı itibariyle çoğunluğu oluşturan kitaplar ise bu iki uç arasına yayılmıştır. Her iki ucu da temsil eden az sayıda kitap Türkçede bulunuyor. Daha çok pazarlamacılar için yazılmış kitaplara değinmeyeceğim. Bununla birlikte, genel okura hitap eden, okunması kolay, kişisel gelişim türünde olmasa bile yine de hâlâ “hafif” sayılabilecek kitaplar da kazandırıldı Türkçeye. Bunlardan iki cilt olarak yayımlanan Rolf Dobelli’ye ait Hatasız Düşünme Sanatı[4] mutlaka anılmayı hak ediyor. Suzanne Weusten’in Kendimizi Nasıl Kandırırız?’[5]ı ise kısa ama etkileyici. Diğer uçta, yani teorik yönü ağır basan kitaplar arasında Türkçe için belki de biraz erken yayımlanan kitaplardan biri Anthony Flew’un Dosdoğru Düşünmenin Yolu[6] idi. Derinlikli içeriğine rağmen, gözlemleyebildiğim kadarıyla okurun ilgisini pek çekmedi. İşin doğrusu, Türkçesi başarılı olmasına rağmen kitap, teorik ve felsefî uca yakınlığı nedeniyle zor okunuyordu. Felsefî kaygılarla yazılmış eleştirel düşünme kitaplarından birisi Cafer Sadık Yâran imzalı İnformel Mantık’tır[7]. Kitap asıl itibariyle mantık hatalarına yoğunlaşır ancak klasik mantıktan informel mantığa geçişin teorik ve pragmatik temellerini de tartışma konusu yapar. Bununla birlikte, yazarın konuya bir tür gözlemci olarak yaklaşması, okurun da konuyla arasına mesafe koymasına neden oluyor. Nihayet, genel okuyucuya hitap eden felsefî metinler üreten Nigel Warburton’un A’dan Z’ye Düşünmek[8] başlıklı kitabı bu bağlamda anılmalı. Ne var ki, isminden de anlaşılacağı şekilde, kitap bir tür sözlük mantığıyla kaleme alınmış. Planlı bir anlatımın yokluğunda okuyucu, eğer konuya dair daha önce araştırma yapmamışsa, alfabetik sırayla dizilmiş kavramlarla ne yapacağını kara kara düşünmeye başlıyor.
Çağımız bilgi üretim ve paylaşımını kutsar ve küresel medeniyetin bu kutsallıkla yükseldiğini iddia eder. Gerald M. Nosich bir yandan küresel medeniyetin bu iddiasını paylaşırken, diğer yandan bilgi üretim ve paylaşım merkezlerine gözü kör bir itaatle yaklaşmamamız için yerinde uyarılarda bulunuyor.
Şimdi gelelim bu yazının asıl konusunu oluşturan üç kitaba: Eleştirel Düşünme ve Disiplinlerarası Eleştirel Düşünme Rehberi[9], Aklın ve Bilimin Işığında Eleştirel Düşünme Kılavuzu[10] ve Eleştirel Düşünme İçin Rehber[11].
Bu üç eser Türkçe literatüre görece yakın tarihte dâhil oldular ve esasında iddialı kitaplar. İddialı oluşları, derinlikten ödün vermeksizin eleştirel düşünmeyi genel okura tanıtma çabasından kaynaklanıyor. Yukarıda da belirttiğim gibi, Batı dillerinde eleştirel düşünmeye hasredilmiş çok sayıda kitap var. Ne var ki, bunların pek çoğu birbirini tekrarlayan nitelikte. Nosich, Baillargeon ve Ruggiero’nun kitaplarının Türkçeye kazandırılmış olmasının güzel tarafı, bu üç kitabın aynı konuya yönelmekle birlikte büyük oranda farklı şekillerde yapılandırılmış olması. Ruggiero’nun kitabı, bu alandaki anaakım yazımı yansıtır nitelikte. Türkçede bu anaakım eleştirel düşünme kitaplarını temsil eden bir eserin yokluğu büyük bir eksiklikti. Eleştirel düşünmeye hem kavramsal hem de pratik açıdan mesafeli olunan bir ülkede kendini okur-yazar addeden, fikir sahibi olmayı önemseyen, yargıda bulunan, hakikate ulaşmak için kendi içinde veya fiilî tartışmaya giren, girmek isteyen herkesin mutlaka bu kitabı okuması gerekiyor. Kitabı okuyan eğitimciler, eleştirel düşünmenin eğitim programlarına bir şekilde girmesinin yolunu aramaya başlayacaklardır muhakkak. Çağdaş Dedeoğlu’nun başarılı çevirisi ise hemen göze çarpıyor.
Eğitimcilerden bahsetmişken, Nosich’in kitabının, çevirmenin sunuşunda da belirtildiği üzere, daha çok onlara hitap ettiğini belirtmek gerekiyor. Diğer iki kitap genel okuyucuya daha çok hitap ederken, Nosich Eleştirel Düşünme Rehberi’ni asıl itibariyle herhangi bir disiplinde verilen derslerin tamamlayıcısı olmak üzere tasarlamış. (Bu söylediğim, kitabı bir “öğretmenler için kılavuz kitap” olarak görmeye neden olmamalı. Genel okuyucu da kitaptan yararlanabilir.) Çağımız bilgi üretim ve paylaşımını kutsar ve küresel medeniyetin bu kutsallıkla yükseldiğini iddia eder. Nosich bir yandan küresel medeniyetin bu iddiasını paylaşırken, diğer yandan bilgi üretim ve paylaşım merkezlerine gözü kör bir itaatle yaklaşmamamız için yerinde uyarılarda bulunuyor. Ne var ki kitap, okuruna pratiğe yönelik bir rehberlik yapma niyetinde. Dolayısıyla eğer akıl yürütmeye, fikir oluşturmaya, fikirlerini savunmaya dair teorik yönü bulunan argümanlar peşinde iseniz, biraz boşluğa düşebilirsiniz. Nosich okuyucuya sürekli ödevler veriyor. Benim gibi, kitapların verdiği ödevleri takip etmekte zorlanıyorsanız, kitaptan çabucak soğuyabilirsiniz. Ancak eleştirel düşünme alanında yazılan çoğu eserin ya hiç değinmediği ya da kısaca yer verdiği yazma ve tartışma pratiğini öne çıkarmış olması, kitabın hanesine olumlu bir puan olarak yazılıyor.
Siyasetçilerden bilim insanlarına neredeyse her zaman karşımıza çıkan bir aldatma türü matematik zorbalık...
Baillargeon ise Eleştirel Düşünme Kılavuzu’nda eleştirel düşünme literatüründeki anaakım kitapların ihmal ettiği önemli bazı noktaları öne çıkarmış. Mantık hatalarıyla ilgili temel bilgileri ilgi çekici örnekler eşliğinde sunan yazar, özellikle bilimin suiistimali, inanç oluşturmada psikolojik unsurlar, medyanın rolü gibi konuları anlaşılır tarzda tartışmış. Esasında kitabın orijinal isminin tam da vaat ettiği şeyi yapmış: Entelektüel üretimin şarlatanlıklara karşı rasyonel bir savunusu. Baillargeon’un “matematik korkusu” nedeniyle çok kişinin maruz kaldığı aldatmacalara ilişkin örnekleri, kitabının kayda değer bir özelliği. Siyasetçilerden bilim insanlarına neredeyse her zaman karşımıza çıkan bir aldatma türü matematik zorbalık. Bu aldatma türünde kimi zaman sayılar kimi zaman da hesaplamalar gözümüzü korkutur, sayı ve formüllerle desteklenen argümanlar kıymeti kendinden menkul bir otorite kurar. Oysa Baillergeon’un da dediği gibi, “matematiksel kavramlar çok karmaşık kavramlar değildir genelde.” Bir tartışma veya anlatım esnasında suratımıza boca ediliveren sayı ve formüllerle baş etmenin incelikli, kolay ve kullanışlı yollarını gösteriyor yazar. Aynı bölümün devamı, olasılık ve istatistik bilgilerinin kötü kullanımlarına karşı uyarıyor bizleri. Bunun yanında Baillargeon kitabında inanç ve kanaatlerimizin oluşumuna dair bilişsel ve psikolojik araştırmalara da yer veriyor. İnançlarımızı oluşturur, kararlarımızı verirken kimi zaman kendimizi nasıl kandırdığımıza, kimi zaman küçük bir dikkatle savuşturabileceğimiz büyük hataları nasıl işleyebildiğimize, inanç oluşturma ve karar verme ile ilgili şehir efsanelerine değiniyor. İşin bu kısmına ilgi duyanlar için şu kitapları tavsiye etmeden geçmek mümkün değil: Jonah Lehrer, Karar Ânı – Beynimiz Karar Vermemizi Nasıl Sağlıyor?[12]; Leonard Mlodinow, Subliminal–Bilinçdışınız Davranışlarınızı Nasıl Yönetir?[13]; Stuart Sutherland, İrrasyonel[14]. Nihayet Baillergeon bilim konusuna da ayrı bir yer ayırmış kitapta. Bir yandan postmodern bilim eleştirilerine, diğer yandan bilim kisvesi altında yapılan şarlatanlıklara karşı uyarılarda bulunuyor. İşin en güzel kısmı ise Baillergeon’un bütün bu konuları anlatırken okurundan “uzman” olmayı beklememesi. Hem kullandığı terminolojiyi hem de gündelik hayattan seçip çıkardığı örnekleri ortalama okurun değerlendirmesine sunuyor.
Hâsılı, bu üç kitapla, bilhassa da Ruggiero’nun Eleştirel Düşünme İçin Bir Rehber’iyle birlikte eleştirel düşünme alanında Türkçedeki tahammül edilemez düzeydeki eksikliğin giderilmesinde önemli bir aşama geride bırakılmış durumda. Şimdi iş bize, okurlara düşüyor. Ama sadece okurlara değil. İlköğretimden doktora seviyesine kadar eğitim-öğretim işine bulaşmış herkes “eleştirel düşünme” konusunda öncelikle kendini eğitmeli, ardından bu eleştirel düşünme yetisini öğrencilerine nasıl kazandıracağını düşünmeli, bu kitapları bir fırsatını bulup, özellikle de lisans seviyesinde öğrencilerine nasıl okutacağının yollarını aramalı.