Eli değmeden editörü öldürmek

Kurumsal bir yayıncılığın yapılmadığı bir ülkede elmasları kesip kesip pırlantalar çıkarabiliyoruz arada ama biraz daha gecikirsek kömürleşmenin önünü alamayacağımızdan korkarım.

26 Şubat 2020 12:28

Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim ki konuyu tartışmaya daha rahat başlayabilelim: Deneyim ve Liyakat, her alanda olduğu gibi, yayıncılıkta da kalite, seviye ve kurumsallaşma için gerekli özellikler.

Fakat bu DeLi özelliklerin oluşabilmesi ya uygun ortamın varlığına yahut kendinden manyakların inadına muhtaç.

 * * * 

Geçen ay K24’te Perihan Mağden’in “Kitabı Öldürmek” başlıklı bir yazısı yayımlandı (22 Ocak); okumanızı hararetle tavsiye ederim. Harper Lee üzerine yazılmış akademik bir kitaptan yola çıkarak ve Lee’nin Bülbülü Öldürmek kitabının editörü, “JB Lippincott & Co.’nun edebiyat editörü olan Tay Hohoff”la birlikte çalışmalarından devam ederek bizlere harika bir yazar-editör alışveriş hikâyesi anlatıyor. Bülbülü Öldürmek’teki Lee ile Tespih Ağacının Gölgesinde’deki Lee arasındaki farkın mimarı olarak “editörün elinin değmesi” hikâyesi...

Elbette yazının sonunda Mağden “Levha”yı asıyor; kapanışı alıntılıyorum:

“DİKKAT! Harper Lee SİYASETEN YANLIŞÇILIK İÇEREBİLİR! Zira.
Levha bu.
Lee’nin ve babasının ve Güneylilerin ve yani Beyazların, üst sınıfların hakiki bakışı yansıtılmadığı için–
İyi bir prodüktör/ editörün elinden çıktığı için öylesine 1 DUYGU FIRTINALAMASI Bülbülü Öldürmek.
Öylesine teklemeyen, hele hele zamanı için öncü 1 siyaseten doğruculuk kalesi.
Ne kadar acayip değil mi?
Bu yazı, ince tashih dışında editörlüğün E’sinden anlamayan–
Hatta ince tashihten DAHİ anlamayan Türk Editörlerine armağan olsun.
(Yaptık yine 1 memleket madiliği.)
Editör Düzeltir: maviliği.”

Perihan Mağden’in lisan-ı münasiple yaptığı memleket madiliğinin çok daha ötesini bizler, editörler kendi aramızda diğer editörleri gömerken misliyle yapıyoruz. Örneklerini yayınevlerinin sigara içme merdivenlerindeki sohbetlerde duymak ve Twitter’da bolca görmek mümkün.

Ve fakat, bu cümleleri bir yazar yazınca, bir yayın yönetmeninin aklından geçince, bir yayıncının kulağına çalınınca işler değişir elbette. Sınıf bilinci, lonca ahlâkı bunu gerektirir efenim—

Alıntımızı bu bilinçlerden bir çelenkle okuyunca bazı notlar düşme ihtiyacı duydum:

1.
Lee’nin “editör elinden çıkmış” kitabı ile “editör eli değmemiş” kitabı arasındaki siyaseten doğruculuk ayrımı en temel ayrımlardan biridir. Zira editör, yayınevinin yayıncılık yordamının en temel uygulayıcısıdır. Yayın yönetmeni, dosyayı güvendiği editöre bu nedenle teslim eder zaten. Editör hem yayınevinin bir politika uygulayıcısıdır, hem de bir yanıyla toplum mühendisidir. Cümlelerin; kelimelerden ve kelimelerin sıralanışından ve seçimlerinden oluştuğunun bilincindedir.

Yazarlar bazen, genellikle, kimi zaman şahsi halleriyle kaleme aldıkları “dosya”larını insan içine çıkınca ne olacağına dair bir kaygıdan azade hazırlarlar. Bu özelliklerinin iyi yanı da kötü yanı da var elbette; yazı masasına tek başına, muhayyel okurunun satın almak için neyi beklediğinden azade yazanlar ile bu kaygının dibine kadar üzerine gidip kitaplarının tılsımlı satışlara ulaşmasını sağlamak için yazanlar.

Bu iki ucun arasında bir yerlerde dolanan Lee’ye editör elinin değmesi ne iyi olmuş ki Lee, şahsi “siyaseten yanlışçılıklarını” topluma faş edip yerel bir tipleme olarak kalmak yerine, modern edebiyatın özel eserlerinden birinin yazarı olmuş.

2.
Bülbülü Öldürmek ile Tespih Ağacının Gölgesinde’deki iki yazarın, iki farklı Harper Lee’nin cümlelerini editör elinden geçmek açısından yan yana okusak, nelerle karşılaşacağız acaba?

Lee’nin kaleminin bir üsluba dönüşmesi için kelimelerinin, cümlelerinin, sahnelerinin arasının beslenmesi, yağlanması gerekiyormuş demek ki. Lee’nin 55 yılı aşkın sürede yapamadığını gösteren eserinin yanında; potestas’ını 1 ayda ortaya çıkaran editörün dokunuşu.

Yazar ve editör açısından bakınca, yolun doğrusu iki taraftan da çarpışıyor. Tespit edilecek bir doğru yok burada neticede, herkes işini yapıyor sadece.

3.
Mağden’in editörlere armağanını, bunları konuşmaya vesile olması açısından kabul etmek lazım. Memleketimiz maviliklerle çevrili, di’ mi ama?

Şaka bir yana, Mağden yazısının kapanışında memleketimiz editörlerine taş atıyor ve haklılık payı yok değil hani—

Memleketimizde üniversite harçlığı çıksın diye yayınevi kapılarını eskiten, önce uzun süre her gelişinde kucağına birkaç kitap verilip zerre para koklatılmayan öğrencilerin ve yeni mezunların emeğinin emilmesini;

sonra “biti kanlandıkça” ufak ufak ve düzensiz ödemeler çıkararak bir süre daha emeğinin sömürülmesini;

sonra en şanslısının yayınevine editör olarak alındıktan itibaren “ver coşkuyu!” nidalarıyla hayatının soğurulmasını;

yayınevi dışında artık bir şeyler okumaya, yazmaya ne mecalinin ne de niyetinin kalmamasıyla birlikte içinin çekilmesini...

—paranteze alarak düşününce. 

Yayıncılığımız Ne Âlemde?

Ben 20 küsur yıllık editörlük hayatım boyunca hiçbir yayınevinde in-house olarak çalışmadığım için bu acılardan geçmedim. Ve fakat bu sayede hemen her türden yayıneviyle, yayıncıyla, editörle, grafikerle birlikte çalışma imkânım oldu. İşimi iyi yapabilmek için hepsini hem içerden gözlemleyebildim, hem de dışardan izleyebildim.

Böylece free-lance editörlüğün de “ayakta tedavi” şartlarını es geçmeyelim lütfen. Hani yukarıda tarif ettiğim arkadaşımız vardı ya —onun emeğini artık birden fazla yere satmaya başlamasıyla devam eden süreçte haftanın yedi gününü sabah kahvesi ile akşam kahvesi arasında tümüyle yayıncıların varlığına armağan etmesiyle, hayatının bir jonglörlüğe dönüşmesinden bahsediyoruz.

Acaba diyorum memleketimizde yirmi yılı aşkın süredir editörlük yapmaya devam eden insanların sayısı neden bu kadar azdır?

Neden yayın dünyamızdaki editörlük deneyim yılı ortalaması en baba hesapla 3 ila 5 yıl arasıdır?

Yayınevlerimizdeki editör ve yayın yönetmeni sirkülasyonu nasıl bir hız seyri içerisindedir?

Kaç kişilik ekiplerin elinden + kaç saatlik mesai sonunda + kaç cilt iş çıkarılmaktadır?

Yayın piyasamızın ekmeğini yayıncılar mı, dağıtımcılar mı yemektedir?

Kütüphanelerin sayısı, hali, kitap sayıları ne alemdedir?

Kitapçılarımızın hâl-i pürmelâli...

Olmayacak daha ne sorular geliyor insanın aklına...

 * * * 

Epeyce kalabalık bir yayın dünyasına sahibiz artık, maaşallah giderek de artmaya devam ediyor. Her kapının ardından bir yayıncı çıkmaya başladı; bu da kötü bir şey değil memleketimiz için.

Hayli gecikmiş o kadar çok işimiz var ki sıraya sokmaya imkânımız yetmiyor. Başımıza geldikçe, karşımıza çıktıkça çözmeye, konuşmaya başlayabiliyoruz.

Çeşitli proje çalışmalarıyla başlangıç gösteren, sistematik bahane kaynaklarının sayısının daha da artması, çeşitlenmesi; ama muhakkak sürekliliğini koruması gerekiyor. Fakat bu, konumuzun çok yan bir dalı, oraları paranteze alalım şimdilik.

Her çeşitten ve her çeşidin her çeşidinden yayıncımız bulunuyor. Bunları sınıflandırmak, kategorilendirmek de ayrı bir bahane konusu olsun. Daha böyle o kadar çok konu var ki...

Ülkenin 90 yılı boyunca hamasete ve sen-ben-bizimoğlancılığa emanet bıraktığımız tüm konuların içerisinde yayıncılığımız, muasır medeniyetler seviyesine dâhil olma konusunda belki de en şanslılardan biri.

Çünkü neredeyse her yönüyle yurtdışıyla doğrudan etkileşim içerisinde. — Kâğıt konusu da şöyle dursun.

Fakat yayın dünyamız bu şansının ne kadar farkında, elindeki bu özelliği bir imkân haline getirme bilincine ne kadar sahip? Birkaç istisna hariç tabii...

Üstelik şansımızın en güçlü yanı da istisnalarımızın da çeşitlenmeye başlamış olması. Yayıncılık tarihimizde istisnalarımız neyse ki hep oldu ama hiçbiri düzenli ve uzun soluklu olamadı. Aktif yayın hayatına devam eden DeLi’lerin yaşı ve sayısı dahi bu açıdan ne denli genç olduğumuzun veya gençten sayılmamız gerektiğinin vesikası.

Bu en genel çerçevenin içerisinde editörler bahsi, kilit konuların bence en önemlisi –lerinden biri olduğuna şüphe yok en azından.

Yayın Piyasamız ve Pırlantalar

Türkiye’deki yayıncılık dünyasıyla ilgili maalesef çok az şey biliyoruz.

Hem tarihi, hem bugünü bakımından elimizde o kadar az veri, malzeme, doküman var ki yayıncılık tarihimizi çalışanlara ve/ya çalışacak olanlara şimdiden can-ı gönülden teşekkür eder, kolaylıklar dilerim.

Şu anki yayıncılığımız konusunda da durum pek parlak olmamakla birlikte, son yıllarda yapılan çalışmalar hakikaten umut vaat eden özellikteler. Vaktiyle başlattığımız, fakat sonradan giderek tavsayan Editörler Platformu deneyiminin yanı sıra Mesleğimiz Yayıncılık Projesi’nin Meslek Tanımları ve Görevlerikitapçığını da, devam eden OKUYAY Projesi kapsamında KONDA’nın gerçekleştirdiği Türkiye Okuma Kültürü Araştırması’nı da, Bakanlığın Türkiye Okuma Kültürü Haritası’nı da tüm eksik gediklerine rağmen sıkı birer başlangıç adımı olarak görüyorum. Haberdar olmadığım başka güzel işler de yapılıyordur muhakkak, herkesin eline sağlık...

Fakat işte hepi topu, aşağı yukarı bu kadarla sınırlı bildiklerimiz. Çerçevesini çizmediğimiz, tanımlamadığımız, incelemediğimiz, tartışmadığımız o kadar çok konumuz var ki...

Bu nedenle de Perihan Mağden’in attığı taşı önemseyip kendi taşlarımızı dökmeye mi, toplamaya mı artık her neyeyse bahane olsun isteyerek bu yazıyla söz almaya kalkıştım.

Mağden’in “PIRLANTA DEĞERİNDE (bunu büyük harflerle yazmadan edemedim) bir editör buluyor. (Rastlantı & gereklilik.)” deyişindeki özlemi biz editörler daha derinden, acıyla duyuyoruz. İşler böyle gitmeye devam ederse daha çok özleriz tabii...

Başta söyleyeceğimi sonda söyleyeyim de öyle kapatayım bari sözümü:

Tay Hohoff gibi pırlantalardan memleketimizde de (türlü ilaçlarla ayakta kalsalar da) neyse ki yaşıyor.

Türkiye ile ABD’yi editörlük açısından karşılaştırırken orada bir “yayın endüstrisi”nden burada ise bir “yayın piyasası”ndan söz etmekte olduğumuzu hep masaya koymak gerekiyor sanırım.

Kolaydan “endüstri” demeden önce, elimizdekinin sadece / henüz bir “piyasa” olduğunu kabullenerek gelecek vizyonlarımızı oluştursak, belki o zaman çocuklarımıza kurumsal bir yayın endüstrisi armağan edebiliriz.

Yayıncılık bağlamında kurumlaşmış bir yayınevimizin olmaması ne kadar acı. Kurumsallaşma yolunu döşeyen neyse ki birkaç yayıncımız var ama onların sayısı o denli yetersiz ki hâlâ / henüz istisna muamelesine tabiler.

Kurumsal bir yayıncılığın yapılmadığı bir ülkede elmasları kesip kesip pırlantalar çıkarabiliyoruz arada ama biraz daha gecikirsek kömürleşmenin önünü alamayacağımızdan korkarım.

Okuma kültürünü oluşturduktan, okuma kültürünü baltalayan yayıncılıktan vazgeçtikten, pazar gelirini aşağıya doğru hakkaniyetle pay ettikten sonra artık yayın endüstrimizin sorunlarını konuşmaya sıra gelebilecek neyse ki.

(Yaptık yine 1 felaket tellallığı.)

Editör: “Biriniz de umutlu cümleyle yazısını bitirse dişimi kırcam!”

 

EDİTÖRÜN NOTU:


Editör her zaman görünmezdir, öyle de olmalıdır zaten – işi budur, sahne arkasında çalışır; gelgelelim, bir online yayında art arda iki yazıda birden editörün yerine konuşulursa, o zaman o da dişçisine gitmeden önce görünmezlik pelerinini atıp bir anlığına sahneye çıkmak lüzumunu hissedebilir.

Yazdıklarının noktasına, virgülüne bile dokundurtmamaya ant içmiş yazarlar ile üzerinde çalıştıkları her metne aynı üniformayı giydirmeye çalışan, yazarlık hevesini tatmin etmeye uğraşırken her yazarı aynı dublajla konuşturmayı görev bilen işgüzar editörler arasındaki ego savaşlarının bitip tükeneceğine dair herhangi bir işaret yok ufukta. Endüstrileşme meselesinin de ötesinde bir problem bu: Şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da, egosu yüksek nice yazarın yayınlanmış metni –çok daha iyi olabilecekken– küçük ve mucizevi dokunuşlardan, metne yeni bir ışık düşüren önerilerin açacağı yeni imkânlardan mahrum kalacak, editör tahakkümü altında her değişikliği kabul eden nice genç yazar da özgünlüğünü ve ışıltısını gösteremeden editörün kendini kanıtlama çabasının ve standartlaşmanın kurbanı olacak…

Editörün çalışması bir tür çevirmenlikten ibarettir, denebilir – az şey değil. İşini her zaman en küçük dokunuşla yapmak, yaparken görünmez olmak… Çevirmenden farklı olarak editörün yazara yeni şeyler önerme şansı var üstelik, ama hareket alanının içine yeniden yazmak girmez. Harper Lee ile Tay Hohoff örneğinin karşı kutbunda Raymond Carver ile editörü Gordon Lish’in ilişkisi var: Lish’in hikâyelere müdahalede aşırıya kaçtığı, Carver’ın bundan rahatsız olduğu biliniyor. What We Talked About When We Talked About Love adlı muazzam hikâyenin (bu hikâyenin yer aldığı kitap Türkçede eskiden Aşktan Söz Ettiğimizde Sözünü Ettiklerimiz adıyla çıkmıştı, şimdi Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz adıyla yeniden basılmış) Carver’ın tarzı olmadığı, Lish tarafından kesilip biçilerek yeniden yazıldığı çok söylendi, Lish de bunu reddetmedi, hatta “ben olmasam Carver bu kadar meşhur olamazdı” diye üst perdeden kestirip attı… Peki Lish’i ayıplarken, düzeltilmemiş, editör süzgecinden geçmemiş Carver metinlerinin “gerçek Carver” olduğunu mu düşüneceğiz? Düzeltilmemiş, dokunulmamış, editör süzgecinden geçmemiş bir “hakiki Carver” olabilir mi?

Ve biz onu severek okur muyuz?

Harper Lee de Carver da bize bir süzgeçten geçerek ulaştı. (Vasiyetine ihanet eden editörü ve yayıncısı Max Brod olmasaydı, Kafka hiç ulaşamayacaktı.) Bugün Türkçede çoğunlukla filtresiz metinleri tüketiyoruz, bunun sebeplerini –endüstrisizlik, egoluluk, yordamsızlık, piyasa– tartışmaya devam etmeliyiz.

Kendi kendisinin yayıncısı/editörü olan sayısız e-yazarın ortaya çıkacağı, elektronik ortam yüzünden/sayesinde yayın dünyasındaki ilişkilerin bir kısmının yeniden tanımlanacağı günler de hızla yaklaşırken…

M.A.

 

GİRİŞ RESMİ


Yazarlar ve editörleri: Raymond Carver, Gordon Lish, Harper Lee, Tay Hohoff.