"Tarihî eserleri önce ikiye ayırdığını, yeraltından çıkanları 'kudretli Arkeoloklara' bıraktığını, yerüstündekileri de kendi kaleme aldığını belirten 'Eski Eserler Mütehassısı' Nureddin Rüştü Büngül'ün 1939'da basılan Eski Eserler Ansiklopedisi'nin kapağında 'Dört yüzden ziyade san’at eserlerinden bahis ve yüz yetmiş fotoğrafı havidir' ibaresi var..."
09 Haziran 2022 16:47
Tarihî eser kaçakçılığı artık “vaka-i adiye”den oldu. Kaçakçılık ve tarihin tahribatı bütün hızıyla ve hoyratça devam ediyor. Durumun vahametini anlamak için son birkaç ayın bazı haberlerinin başlıklarına göz atmanız yeterli.
19 Nisan 2022’de “Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi”nde tarihi İmparatorluk Kapısı tahrip edildi. 1.400 yıllık Ayasofya’nın tahrip edilen yedi metre boyundaki, bronz çerçeveli, meşe ağacından yapılan ve kutsal olduğuna inanılan kapısı sadece imparatorlar ve maiyeti tarafından kullanılmıştı.
25 Nisan 2022, başkentte tarihî eser kaçakçılığı operasyonu: 500 yıllık tablo ele geçirildi.
28 Nisan 2022, Kayseri’de tarihî eser operasyonu: 80 tarihî eser ele geçirildi!
30 Nisan 2022, Kayseri’de Roma ve Bizans dönemine ait 200 adet sikke ele geçirildi.
9 Mayıs 2022’de Bursa’da düzenlenen operasyonda tarihî eser niteliği taşıyan 710 obje ele geçirildi. Aynı günden üç haber başlığı daha var. İlki… Antalya Gündoğmuş ilçesinde bulunan Geç Roma ve Bizans dönemine ait “Gedefi İni” olarak bilinen mağara kilise kaçak kazılarla talan edildi. Ve ikincisi… Beşiktaş’ta 96 yıllık Hamidiye Çeşmesi, kentsel dönüşüme giren bir binanın inşaatı sırasında izinsiz olarak gece yarısı yıkıldı!
Üçüncü haber yine Ayasofya’dan… Osmanlı döneminden kalma mermer küplerden birinin kapağının kırıldığı, içine ve etrafına ayakkabıların konduğu Sanat Tarihi Derneği Başkanı Şerif Yaşar’ın çektiği bir fotoğrafla ortaya çıktı. İstanbul Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü tarafından yapılan açıklamada görselin geçmişe ait olduğu, eserde herhangi bir orijinal parça kaybının olmadığı öne sürüldü. Evet, kırılan parça daha önceki yıllarda yapılmış bir onarıma aitmiş. Peki fotoğraf ne kadar “geçmişe ait”, müze olduğu döneme mi?
19. yüzyılın sonunda Sébah & Joaillier imzalı bir fotoğrafta Ayasofya İmparator Kapısı…
Emniyet’in görev alanına giren tarihî eser kaçaklığının para için yapıldığı malum, peki “Tarihî eser tahribatı neden yapılır?” sorusunun cevabını bilen var mı?
19 Mayıs 2022, Muğla'nın Milas ilçesinde düzenlenen tarihi eser operasyonunda iki şüpheli gözaltına alındı, çok sayıda tarihi eser ele geçirildi. Tarihi eser kaçakçılığı bütün hızıyla devam ediyor…
“Eski Eserler Mütehassısı”ndan…
Bütün bunları, gelecek kuşaklara miras kalacak tarihî eserleri ve akıbetini dert edinen ilk biz değiliz elbette. Bu konuda düşünen, yazan ve bunları önlemeye çalışanların mücadeleleri yetmemiş demek ki! Geçmişte bilgisini ve birikimini gelecek kuşaklara aktarmak için 1939’da Eski Eserler Ansiklopedisi isimli kitabı kaleme alan Nureddin Rüştü Büngül, o mücadeleyi verenlerden biri…
Eski Eserler Ansiklopedisi 1939 yılında basılmış. Fotoğraflı ve büyük boy olan kitap 272 sayfa. Kitabın kapağında “Dört yüzden ziyade san’at eserlerinden bahis ve yüz yetmiş fotoğrafı havidir” yazmakta. “Eski Eserler Mütehassısı” Nureddin Rüştü Büngül’den birkaç satırla olsa da söz edelim.
Gazeteci, şair, yazar Nureddin Rüştü Büngül 1882’de Konya’da doğdu. İstanbul Darülfünun Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Öğrenciyken başladığı gazetecilik mesleğini yaşamı boyunca sürdürdü. 1908’de Geveze, 1911’de de Cadaloz isimli mizah ağırlıklı gazeteleri yayınladı. Bir ara İTÜ Kütüphanesi müdürlüğü de yapan Büngül aynı zamanda “Eski Eserler Uzmanı” olarak da bilinmekteydi. İşlettiği antikacı dükkânı devrin gazeteci ve yazarlarının buluşma noktası olmuştu. Eski Eserler Ansiklopedisi’nden başka yayınlanmış şiir kitapları da bulunan Büngül, 1951’de İzmir’de vefat etti.
Eski Eserler Ansiklopedisi’nin önsözüyle başlayalım:
“Ölmez ve eşsiz san’at eserlerile de kendisine bağlı bulunduğum yurdumuzda yapılan nefis el işleri emin olmalıdır ki dünyanın hiçbir yerinde yapılmamıştır. Antika denilince şark ve şark denilince Türkiye hatıra gelmelidir. (…) Son asırda bu kıymetli san’at eserlerine karşı lâkaydimiz dolayısile – eski Türk eserlerinin ihracı memnu [yasak] olmasına rağmen yine bertakrib [hukuka aykırı olarak] Avrupa’ya, Amerika’ya kaçırılmakta bulunduğundan bu kayıtsızlığı önlemek için de halkı irşada [yol göstermeye] lüzum gördüm.”
Nureddin Rüştü Büngül sözlerini şöyle tamamlar:
“Mütefekkirlerimizden hiçbirisinin merak edip üzerine almadığı bu eserler hakkında ilmî ve fiilî tetkikatım bana bu eserler hakkında bir kitap yazma cesaretini verdi.”
Tarihî eserleri önce ikiye ayırdığını, yeraltından çıkanları “kudretli Arkeoloklara” bıraktığını, yerüstündekileri de kendi kaleme aldığını belirten Büngül, o yıllar için oldukça önemli bir esere imza atar. Kitap daha sonra Tercüman Yayınları tarafından 1970’te, Tercüman 1001 Temel Eser serisinden iki cilt olarak yayınlanır.
Büngül, uzun çalışmalar sonunda kaleme alınabilecek böylesi bir kitabı yazma serüvenini anlatırken, eski eserler üzerine bir kitabın henüz o yıllarda yazılmamış olmasının eksikliğini duyarak yazmaya karar verdiğini belirtir:
“Ancak büyük bir heyetin vazifesini üstüme alıyorum, ne pahasına olursa olsun otuz beş sene ilmî tetkiklerim ve filî görgülerimle olgun dolgun bir hale gelen şu beyaz saçlı kafamla bu boşluğu dolduracağımı büyük bir kuvvetle umarım:
San’at aşkile gümüşlendi beyazlandı saçım
Aşk verdim, çileler doldu. Nasibim aldım
Bulamadım ilmini, irfanını mekteplerde
Hayli demler o bedestanda bunaldım kaldım.”
Bu arada sanat tarihçisi, müzeci, yazar Mehmet Önder’in 1988 yılında İş Bankası Yayınları tarafından yayınlanan, yaklaşık bin maddeden oluşan Antika Eski Eserler Kılavuzu isimli kitabını da anmadan geçmeyelim.
“Hayırseverlerin” hayırları
Eski Eserler Ansiklopedisi’nin sayfalarını çevirirken insanın aklına gelen “hayırseverler”: Yıllar boyunca tarihî camilerdeki antika halıları toparlayıp, yerine “duvardan duvara halılar” bırakan, sedef kakmalı yüzyıllık sanat eseri rahleleri, sehpaları toplayıp, “zigon” sehpaları camilerin mal varlıkları arasına katan hayırseverler…
Bir de hayırsızlar var: Açıkça, bile isteye, sadece para için binyılların birikimini yurtdışına satanlar var ki, onlara söyleyecek söz bulamıyoruz. Büngül, kitabında “bilerek kaçıranlara savrulan lügatin bu kitapta yeri yoktur” diyor, biz de ona katılıyoruz. Sadece şu kadarını söyleyelim, hâlâ tahrip edilenlerin dışında uzun yıllar öncesinden başlayarak eski mezarlıklarda, türbelerde, camilerin hazirelerinde sağa sola atılmış, hepsi birer sanat eseri olan, büyük dedelerimizin, anneannelerimizin mezar taşlarını bile sattılar. Bazı mezar taşları Londra’da müzayedelerde satıldı.
Kitapta sadece Topkapı Sarayı’nda bulunan antika eşyalar konu edilmemiş. Büngül eski eşyalarını da küçük büyük demeden tek tek anlatmış. Kitabın önsözünde de “eski” denip kıymeti bilinmeyen eşyalar hakkında şu satırları yazmış:
“Mademki bu dünya insanla doludur ve her insanın da kullandığı müteaddit eşyaları vardır; şu halde her eşyanın da antikası ve kıymetlisi vardır. Meselâ bir evde halı, elbise, bakır, tesbih, şamdan, tüfek, çanak çömlek daha ne bileyim tencere, tava, tabak, kâse velhasıl akla gelebilen her ne varsa bunların hepsinin de antikası olur.”
1980’li yıllara kadar evdeki atadan, babadan, anadan kalma “eski” eşyaları, kap kaçağı “mandal karşılığı” eskicilere verenlerin bir ara “şark köşesi” moda olunca yok pahasına elden çıkardıklarına benzer eşyaları Fatih’te Horhor Çarşısı’nın, Cihangir’de Çukurcuma’nın yolunu tutup antikacılardan, eskicilerden dünyanın parasını vererek aldıklarına da tanık olduk. Ve hatta bir ara salonun başköşesine asıp, “İşte, paşa dedem” demek için eski çerçevesinde “paşa” fotoğrafı arayanları bile gördük!
“Eskiye rağbet olsa bitpazarına nur yağardı” sözünü yalanlarcasına –sözümüz koleksiyonerlerle antika tutkusu olanlara değil– yıllar boyunca antikacı, eskici dolaşmaktan asla yorgun düşmeyenler daha eski yıllarda da varmış.
Gelin, 1930’lu yıllara gidelim... 9 Nisan 1936’da Tan gazetesinde “Bitpazarı ve San’atkârlar” başlıklı yazısında dostu Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun bitpazarından aldığı bir Çanakkale testisinden bahsettikten sonra kimlerin buraların müdavimi olduğunu anlatan Peyami Safa’ya bırakalım sözü:
“Fakat Çarşiçi’ni ve Bitpazarını keşfetmek şerefinin kendisinden evvel Pierre Loti okuyan Beyoğlu salonlarına ait olduğunu san’atkâr dostuma söyledim. Bütün o eski çerçeveli resimler, destiler, ibrikler, kilimler, yazmalar, heybeler, köhnede yeniyi ve ucuzda kıymetliği keşfettiğini sanan birçok salonlarımızda göze çarpıyorlar.
– Maş eri kaça aldım beğenirsin? Çifti otuz beş kuruşa… Sudan ucuz!..
Yıllar var ki çarşının sahaflar kapısında duran hususî otomobiller, Ayazpaşa’ya, Bitpazarı’nı gizlice taşıyorlar. Kapalıçarşı bugün, içinde ‘alafranga’ların yazma, kilim, heybe aradıkları ‘alaturka’ların da fanteziye iskarpin, abajur ve saire gibi ‘Son Paris modası!’ olmak gururundan hiçbir şey feda etmeyen eşya aldıkları yerdir.”
Engüştene’den Zergerdan’a…
Peyami Safa’nın konu edindiği yüzlerce antika eşya içerisinde yer alan en küçük eşyalardan birini, bir yüksüğü Eski Eserler Ansiklopedisi’nden birlikte okuyalım. İşte, Büngül’ün kaleminden “Engüştene”:
“Dikiş yüksüğüne derler, bir iş işlenirken parmağına iğne batmamak için kullanılır. Bunların saray cariyeleri için altından, küçük sultanlar için de pırlantaları görülmüştür. Bir Ermeni kuyumcuya saray kuyumcu başından verilen şu emir –Sultanım için yapılacak engüştenenin yukarı kısmının minasına dikkat oluna– tabirinden minalısının da yapıldığı anlaşılıyor. Bir defa da fildişi üzerine ince firuze ile fevkâlade zarif bir tarzda yapılmış Hint işine tesadüf ettim. 20 liraya satılmıştı. Fakat altınlarının muhafaza edilenleri hiç çarşıya gelmemiştir. Bunlar da ancak altununa ve elmasına göre para eder.
Öğrendi oya işlerini hamninesinden
Parlak görünür parmağı engüştenesinden”
Büngül, kitabında ele aldığı antika eşya ve eski eserleri maddeler halinde –biraz karışsa da– alfabetik bir sırayla vermeye çalışmış. Bazıları “Kılarnet” gibi sadece üç satırdır:
“Kılarnet Avrupaî bir âlettir. Türk musikisine de girmiştir. Her sesi gösteren âletlerle mücehhezdir. İyi bir kılarnet 100 lira eder. Ruşen, Ramazan, Bahri gibi sanatkârlardan çalarsa dinlenir.”
Bazıları ise, örneğin “Saat” gibi, fotoğraflarıyla sekiz sayfa uzunluğundadır. Fotoğraf demişten söylemeden geçmeyelim, kitaptaki fotoğraflar, Topkapı Sarayı’ndaki tarihî eserlerin fotoğrafları…
Eski Eserler Ansiklopedisi’nin sayfalarını çevirmeye devam edelim. İşte, ismi ilginç bir madde: Balyemez. Okuyalım:
“Eski Türklerin dökük kullandıkları bir topun ismidir. Alınmaz, satılmaz, askerî müzesinde de seyrine doyulmaz bir cenk avadanlığıdır. Buna balyemez namında bir adam tarafından yapıldığından mı bu nam verildi bilmiyorum. Bence:
Öyle bir topu felâkettir ki o;
Bulduğu kanı içer de balyemez!”
Kaynaklar, Balyemez’in Osmanlı döneminde özellikle kale dövmek için kullanılan bu topun isminin İtalyanca “Ballamezzo”dan geldiğini yazmakta. “B” harfinde sırada “Bazubent” var:
“Türkçesi ‘pazvat’dır ve bu manâda nushadan azmadır derler. Üç köşe gümüşten yapılır. İçerisine nusha konulan kutucuklardır. Bunlar kabartma ve telkâri sanatlarla süslenir; içerisine ya hastalıktan kurtulmak veya çocuğun yaşamasına çare olmak için manevî bir kuvvete itimat ederek boynuna veya pazusuna bağlar.
Bu muskaların bazısı güzel bir şekilde yapılmış olduğu için Avrupalılara satılır. İşte bu maksatla toplayıp da satamadığım beş on dane nushayı gümüşünden istifade etmek için kırmıştım. Bunların içerisinden bazılarının âyet, bazılarının dualar çıkmış ve bazılarının içerisi de kargacık burgacık yazılarla dolu idi. Birisindeki yazı nazarı dikkatimi celp etti, aynen söyle idi:
Muska gûya koluna kâr edecek,
Elli yıldır taşır eşşe oğlu eşek!
Anlaşılan kolu ağrıyan bir zate bir nushacının muzipliği olacak, daha pek çok emsali de zuhur eder.”
“D” harfindeyiz. Büngül’ün artık yeni kuşakların bilmediği, az sayıda şekerci tarafından yapılan ve unutulmak üzere olan nefis şerbetinden de söz ettiği “Demirhindi” maddesini aktaralım:
“Hindistan’dan gelir kendinden lif lif siyah renkte bir ağaçtır, başlıca tesbih, kutu, baston ve saire yapılır. Oldukça kıymetlidir. Bastonu 10, tesbihi 10, kutusu 5 lira eder, bunun şerbet yapılan latif bir de meyvesi vardır.”
Bu arada belirtelim, neredeyse bütün bu antika ve eski eser olan eşyaları anlatırken o yıl içindeki ederini de yazmış Nureddin Rüştü Büngül. Kendine özgü üslubuyla, bazen bitmeyecekmiş gibi gelen upuzun cümleleriyle yılların birikimini kaleme dökmüş olan Büngül’den son bir madde daha okuyalım, “Zergerdan”:
“Gergedan boynuzuna derler. Bunlardan tesbihler, bastonlar, zarflar, kılınç kabzaları yaparlar, bilhassa Kanunî devrinin kılıç kapzaları al akik ve pembe zergerdandan idi. Bunun iyi haddelenmiş bir tesbihi 30-40, bir bastonu 20-25, bir tabak ve fincanı da 5 lira eder.”
Tarihî eserleri kaçıranların, tahrip edenlerin zaman içinde azalacağını, onlarla tanıştıkça sevecek, değerini bilecek ve de koruyacak olacaklarını düşünen Büngül, 1939’da kitabına şu satırlarla başlamış:
“Görüyorum ki aldığımız terbiye ve gördüğümüz tahsil bizi bu işlere karşı kayıtsız yetiştirmiştir, bilerek bilmeyerek Avrupa’ya, Amerika’ya kaçırılan çok değerli eşyamıza ‘nemelâzım!’ diye dudak büküp göz yumduk, bu yolda gayıp olan eserler o kadar çok ki...”
Ne yazık ki yıllar sonra bizler de aynı cümleleri kurmaya devam ediyoruz. “Onlardan bizde çok var” deyip, “Aman, ağzımızın tadı kaçmasın” dedikçe ne defineciler duracak ne tarihî eserleri kaçıranlar ne de onları tahrip edenler!..
Yeraltı ya da yerüstünde bulunan bizden önceki medeniyetlere ait tarihî eserlerle, Osmanlı dönemine ait eserleri yurtdışına satanların olmadığı; bütün dünyanın hayran olduğu ve ardında hâlâ ayakta olan yapılar bırakan Mimar Sinan’ın Süleymaniyesi’nin is odasına “iz bırakmak” için yazılar yazanların, Ayasofya’nın kapısını tahrip edenlerin olmadığı; höyüklere, tümülüslere, tarihî harabelere, kral lahitlerine kazma kürekle dalanların, olmazsa beton delicilerle girişenlerin, o da olmadı dinamitle patlatanların olmadığı bir ülke olmamız dileğiyle…
•
GİRİŞ RESMİ:
1800’lerin sonunda G. Berggren’in objektifinden Kapalıçarşı’da Sadullah ve Ortakları Antika dükkânı…