Ailenin kutsallığını sorgulayan, çocuklara karşı şiddet ve cinsel istismarı tartışmaya açan iki kitap, Ailenin Karanlık Yüzü Ensest ve Kardeşini Doğurmak, enseste karşı mücadelenin aciliyetini ve gerekliliğini gözler önüne seriyor
13 Eylül 2018 13:23
Kimi meseleler yüzümüzü dönüp bakamayacağımız kadar yakıcı. Konuşmanın, tartışmanın, mücadele etmenin bir yolunu bulmadığımız için ertelediğimiz bu yakıcı meseleler biriktikçe tahribatları da büyüyor. Aile içi şiddet ve ensest de neresinden tutacağımızı bilmediğimiz için giderek büyüyen yangınlar. Bu yıl yayımlanan iki kitap bu iki sorunun kişisel ve toplumsal hayatta neden olduğu travmaların boyutlarını hiç gecikmeden ve hep birlikte ele almamız, usulünce tartışmamız ve çözüm için bir an önce yola koyulmamız gerektiğini hatırlatıyor. İlki Metis Yayınları tarafından yayımlanan, Alanur Çavlin, Filiz Kardam ve Hanife Aliefendioğlu’nun hazırladığı Ailenin Karanlık Yüzü Ensest. Ailenin kutsallığını sorgulayan bu kitap, ensest sorununu pek çok açıdan irdeliyor ve inceliyor. Adlî tıp, demografi, eleştirel medya çalışmaları, hukuk, kadın çalışmaları, pediatri, psikiyatri, psikoloji ve sosyoloji alanlarında uzmanların birikimlerini bir araya getiriyor.
Gazeteci Büşra Sanay’ın hazırladığı Kardeşini Doğurmak: Türkiye’de Ensest Gerçeği’nde yer alan gerçek hayattan hikâyeler ise okurunun kanını donduruyor. Elinize alıp bitirebileceğiniz bir kitaptan öte karnınızın tam ortasına Nazan Öncel’in yıllar önce söylediği şarkı gibi “demirden bir leblebi” bırakıyor. Büşra Sanay’ın aracı olarak anlattığı travmatik öyküler, kelimelerin ifade etmeye yetmediği gerçeklere dikkat çekiyor.
Bu iki kitabı okurken derin derin nefesler almak zorunda kaldığımı fark ettim. Üzerime yapışıveren dehşet ve boğulma hissinden uzaklaşmak için yapabileceğim tek şey buydu. Anlatılanları hazmetmek mümkün değildi. Mesele şu ki kaçacak yerimiz de yok. Aile içi şiddet ve ensest, inandığımız ya da öylesine kabul edegeldiğimiz pek çok şeyi en temelinden sorgulamadan konuşabileceğimiz meseleler değil. Bu kitaplar o sorgulamanın kapısını açtıkları için değerli ve aynı zamanda inançların, tarihin, yaşama ve kabullenme biçimlerimizin ürettiği dağlardan her birimizin başına büyük bir gürültüyle yuvarlanmakta olan devasa kayalara işaret ediyorlar. Ailenin Karanlık Yüzü: Ensest kitabını hazırlayan akademisyenler Alanur Çavlin, Filiz Kardam, Hanife Aliefendioğlu ve Kardeşini Doğurmak: Türkiye’de Ensest Gerçeği kitabının yazarı Büşra Sanay ile kitapların hazırlık süreçlerini ve bütün bunları çalışmanın onları nasıl etkilediğini konuştuk.
Öncelikle bu kitabı hazırlarken ve bütün bu çalışmaları yürütürken dinlediğiniz hikâyelere, karşılaştığınız olaylara karşı sizler kendinizi nasıl korudunuz?
Bu soruya verilecek en iyi yanıt kitabın basım sürecinin oldukça uzun olmasıdır sanırız. Zira bu “ağır hikâyeler” her birimizi zaman zaman ara vermeye zorladı. Aile ve devlet arasında kalan çocuk, ensest saldırılarından toplumsal ve hukuksal olarak korunamıyor. Bizi bu çok disiplinli kitabı derlemeye motive eden mesele de bu oldu. Alanur Çavlin ve Filiz Kardam 2009 “Türkiye'de Ensest Sorununu Anlamak” araştırmasında bizzat yer aldılar... Bu araştırmada yer alanlar, özellikle de görüşmeleri yapan ve ensest vakalarını ilk kez ayrıntılarıyla dinleyen arkadaşlarımız ruhsal olarak çok yıprandılar. Araştırma sırasında danışmanımız olan klinik psikolog Ayşen Ufuk Sezgin’in bu süreçte ciddi desteği oldu.
Çocuklara yönelik cinsel istismar konusunda bugüne kadar ortaya çıkmış en önemli ve büyük çaplı vakalardan biri olmasına rağmen yine de hükümet tarafından âdeta korunan örneklerden biri Ensar Vakfı. Bu haberlerin yapılması ve bir kişi dışında sorumluların yargılanmaması, ceza almaması toplum için ne ifade ediyor? Bu tür vakaların bu kadar yaygın bir şekilde duyulması, bu kurumlarda bulunan, buralardan hizmet alan çocuklar ve aileler için ne ifade ediyor? Gördük ki, aileler de ön plana çıkmak istemediler ve bu nedenle haklarını da savunamadılar. Mağdurun ailesiyle birlikte cezalandırıldığı bu vakaların faturası kime çıkıyor?
Öncelikle bu tür vakaların "bu kadar yaygın bir şekilde duyulması" konusunun göreli olduğunu düşünmekteyiz. Var olan resmiîsöyleme sorgusuz sualsiz destek verenler açısından bu göz yumulabilecek bir mesele olarak kaldı.
Toplumsal kutuplaşmayı körüklediğini düşünüyoruz. Bir yandan aşırı muhafazakârlaşma diğer yandan sıkça karşımıza çıkan çocuk tacizleri ve cezasızlık. Ancak bu konu kutuplaşmayı değil müzakereyi artırarak, hukuk kurumlarını ve mekanizmalarını çalıştırarak, şikâyet edenleri ve mağdurları koruyarak çözülebilir. Toplumsal tepkiler kararlı bir şekilde sürdürülür ve geniş kesimlere yayılır, taciz dindar kesimin başvurduğu bir saldırganlık gibi kodlanmaz ise göz yuman otoriteler de artık böyle davranamayacaktır. En önemlisi çocuğun iyiliğini ailenin her koşulda sağlayacağı varsayımından uzaklaşmak ve koruyucu politikalar geliştirmektir. Hiç kuşkusuz uzun vadede cezasızlığın ve görmezden gelmenin faturası bütün topluma çıkacak. Adalete güvenmeyerek kendi haklarını başka yollardan arama, linç girişimleri, mafyalaşma ve şiddetin günlük yaşamın bir parçası hâline gelmesi kaçınılmaz oluyor.
Peki bu haberler nasıl yapılmalı, kamuoyuna nasıl yansıtılmalı? Bu şiddeti yaşayan bireyler tarafından bu haberlerin yapılması nasıl karşılanıyor ve elbette bu haberlere, davalara rağmen suçlunun ceza almama durumu onları nasıl etkiliyor?
Haberlere ilişkin yanıt kitapta Aliefendioğlu'nun yazısında ele alınmıştır. Ancak yinelemek gerekirse bu vakalar tek tek adlî vakalar olarak değil, büyüyen ve görünür olan bir sorunun parçası olarak aktarılmalı, mağdurları ve tanıkları güçlendirecek, donatacak araçları da haberin yanı sıra verilmelidir. Davalara rağmen suçlunun ceza almaması şiddet kültürünü körüklüyor. “Bunu nasıl yaparlar” sorusu çok soruluyor, oysa yanıtı maalesef çok basit: Yapıyorlar çünkü yapabiliyorlar. Sorunumuz bu vakaların bir daha yaşanamamasını sağlayacak etkin önlemler alınmamasıdır. Medyanın, daha özelde haber medyasının bu toplumsal soruna adlî haber malzemesi olarak bakma lüksü kalmamıştır. Gazeteciler ve editörler haber yapma pratiklerini değiştirmeli. Mağdurların ve mağdura benzer saldırıları yaşayan başka bireylerin bu haberleri eleştirel bir gözlükle okuduklarını ve değişmenin ne yönde olduğunu bildiklerini düşünüyoruz. Bir yandan neoliberalizmin etkisiyle piyasa odaklı içerikler artarken diğer yandan eleştirel medya okur-yazarlığı, sosyal sorumluluk gibi alanlar da gelişiyor. Hak odaklı çalışan irili ufaklı bütün STK’lar medyada kendi alanlarıyla ilgili nasıl haber yapılması gerektiği konusunda el kitapçıkları hazırlıyor, çalıştaylar düzenliyorlar. Kuşkusuz henüz yeterli değil bu çabalar. Ancak, medyanın bu konulara duyarlılık geliştirmesi zaman alsa da okurlar cephesinde daha fazla bir duyarlılık var diyebiliriz. Medya çalışanlarının da toplumsal şiddetin her türü ile çalışırken daha donanımlı, bilgi sahibi, hak perspektifi ile bu haberleri ele alma şeklinin nasıl olacağı konusunda kendisini eğiten ve geliştiren bireyler olmaları gerekiyor. Aksi hâlde sansasyonel bir konuda haber yapmanın peşinde koşmanın ötesine geçmek biraz zor.
Kitabı ensest konusunu disiplinlerarası bir perspektiften ele alacak şekilde hazırladınız. Psikoloji, sosyoloji, pediatri, adlî tıp, hukuk, ekonomi, eğitim, sosyal hizmetler, eleştirel medya çalışmaları ve eleştirel feminist çalışmalar ensesti kendi alanlarından ele alıyorlar. Bu geniş çerçeveden bakıldığında ensestin bunca yaygın olması toplum hakkında ne söylüyor? Ne tür bir kolektif yaşam biçimi ensest gibi suçları bu denli görmezlikten gelir?
Tam bir görmezden gelme olduğundan emin değiliz. Konu ortaya çıktıkça duyarlılık da artıyor. Komşu alanlarda da yeni gelişmeler oluyor. Çocuk gelinlere tepki, aile içi şiddete karşı tepki, şiddetin büyüdüğü hızla olmasa da büyüyor. Kitapta da birçok yerde altını çizdiğimiz gibi neoliberal politikalar göreli ve sistematik yoksullaşma, kontrolsüz göç, plansız kentleşme, tutarlılık göstermeyen eğitim sistemi ve çok vurguladığımız “ailenin sorgulanamaz kutsallığı”, hepsi bu çürümeyi besliyor. Ailenin bütünlüğünü, aile içindeki bireylerin varlığından daha önemli gören ve özellikle de ailenin geniş bir akraba ilişkileri içinde varlığını sürdürdüğü durumlarda ensest saldırılarının açığa çıkarılması çok daha zor oluyor. O nedenle de ensest saldırılarının ve aile içi şiddetin ortadan kaldırılması için makro ve mikro düzeyde etkin ve kararlı politikalara, güçlendirilmiş bireylere, aile üyelerini birey olarak gören yapılara, çocuklara kendi haklarını, bedenlerini, bedenlerine iyi ve kötü dokunuşları tanıtan bir eğitim sistemine ihtiyaç var. Ailenin sorgulanması kadına yönelik şiddete feminist tepki ile zaten ortaya çıktı. Biz de bu yoldan ilerleyerek ailenin anaakım sosyolojik tanımlar dışında başka bir açıdan yakından okumasını yapmaya çalıştık. Ensest saldırılarını bir iktidar sorunu olarak ele aldık ve kitabımızın ailenin yeniden yapılanmasının yolunu açan sosyal politikalara aracı olmasını bekliyoruz.
Ensestin genel şiddet kültürü içinde de bir yeri olsa gerek. Bu şiddeti nasıl tarif edebiliriz? Türkiye’nin bu şiddetle nasıl başa çıkabileceğini düşünüyorsunuz?
Her türden şiddetin arttığı bir kültür hâline geliyoruz. Bu aynı zamanda tırmanan çürümeden kurtulma çabasını da içinde taşıyor. Haberlere, dizilere, sokaktaki erkeklerin ve kadınların davranış biçimi ve ilişkilerine baktığımızda şiddetin günlük hayatı dayanılmaz bir hâle getirdiğini ve genel olarak da normalleştirildiğini görüyoruz. Şiddetle başa çıkmanın yolu aileyi koruma adına eril şiddete göz yummamaktan ve kadınları sosyal ve ekonomik olarak güçlendirmekten geçiyor. Sadece geçtiğimiz Haziran ayında 39 kadının öldürüldüğü ülkemizde kadına karşı şiddetin önlenmesine dair yasaların uygulanması, kadınların ve çocukların haklarını güvence altına alan sözleşmelere uyulması önem taşıyor. O nedenle günümüzde gerek Meclis’te, gerekse bazı medya organlarında sürdürülen kadın haklarını budamaya yönelik çabalara ve kadınları güçsüzleştirmeye yönelik politikalara karşı çıkmak gerekiyor. Bu anlamda yıllardır bu konuda mücadele veren kadın örgütleri ve onların aralarındaki dayanışmanın şiddetle başa çıkma açısından yaşamsal önem taşıdığını söyleyebiliriz.
Ensestin ataerkil ailelerin sorunlarından biri olduğunu vurguluyorsunuz. Hem bir sağlık sorunu hem de bir toplumsal sorun. Bütün bu süreç suçlunun ve mağdurun dışında, mağduriyetten haberi olan insanların da yaşadıkları başka bir travmaya neden oluyor sanırım. Mağdur yakınlarının, mağduriyete uğramış olanlarla nasıl iletişim-ilişki kurması gerekiyor? Bizimki gibi ataerkil toplumlarda oldukça yaygın bir durum ensest yayınladığınız rakamlara bakacak olursak. Peki ensest mağdurları için aile kavramı nasıl bir hâl alıyor?
İlk önce şunu belirtelim biz sağlık sorunu vurgusunu çok öne çıkarmadık. Temelde ensest saldırıları bir toplumsal sorun olarak kurduk. Ensest saldırı, varlığının kabul edilmesi ve gizli kalmasının önüne geçilmesi gerekli bir toplumsal sorundur. Ayrıca aile içi şiddetin ve çocuk istismarının önemli bir boyutudur.
Mağdur ile mağdur yakınlarının ilişkisinin nasıl olması gerektiği esas olarak bir danışmanlık meselesi. Ancak, mağdur yakınları, akrabalık ilişkilerinin niteliğine bağlı olarak mağdur kişi ve en yakınındakiler (özellikle anne ve kardeşler) ile onlardan gelen destek talebine bağlı olarak ilişki kurabilirler. Eğer mağdur ile önceden yakın ilişkileri varsa bu durum mağdurun onlara açılmasına neden olabilir; böylece onlar da olayın açığa çıkmasına yardımcı olmuş olurlar. Yine de, bu durumda önemli olan mağduru korumak ve bir an önce bu konularda hizmet veren kişi ya da kurumlara ulaşmasını sağlamaktır. Çünkü bu durum profesyonel bir destek gerektirir. Bu alanda hizmet veren veya yön gösterebilecek olan kurumlar çok fazla olmamakla birlikte Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na bağlı il müdürlükleri, üniversite temelli çocuk koruma merkezleri, baroların çocuk hakları merkezleri, Çocuk İzlem Merkezleri (ÇİM) gibi yerlerden ve bazı sivil toplum kuruluşlarından söz edilebilir.
Ensest saldırıya uğramış olan çocuk ve bu durumu bilen yakınları bir taraftan çocuğun zarar görmemesini isterken öte taraftan “aile”yi koruma adına olayı gizli tutmaya çalışabilirler. Örneğin genellikle mağdura en yakın kişi olan mağdur annelerinin bu tür çelişkiler yaşaması ensest olaylarının açığa çıkmasında gecikmelere yol açmaktadır. Tam tersi, eğer ensest saldırıya uğramış olan mağdurun annesi çocuğunun korunması ve rehabilite edilmesi için hemen harekete geçmiş ve ilgili uzmanlara veya kurumlara başvurmuş ise çocuğun sağaltılması kolaylaşmaktadır.
Kitabınızdan “derin aile” ile hesaplaşmanın ve yüzleşmenin zor olduğunu anladım. Peki, mağdurun güçlenme ve iyileşme sürecine gelirsek...
Biz bu hesaplaşmanın mümkün olduğuna inanıyoruz. Aile içinde kadın ve çocukları ezen iktidar ilişkilerini "derin aile" diye adlandırdık. Mağduriyetler, yeterince destek olunursa bir güçlenme olarak da deneyimlenebilir. Yani mağdur güçlenerek yoluna devam edebilir. Biz bu derleme ile saldırıya uğrayanların ve tanıkların böyle bir güçlenme ile yollarına devam etmelerini, kendi özgün ailelerini kurabilmelerini diliyoruz. Öte yandan saldırganın dışarda bırakıldığı ve hukuk sistemi tarafından cezalandırıldığı veya rehabilite edildiği türden bir ailenin yeniden yapılanması da mümkün. “Ne olursa olsun aileyi koruyalım” yaklaşımının ensest saldırıları ile mücadelede ciddi bir engel oluşturduğunu düşünüyoruz.
Nereden başlamak gerekir ensestle mücadele etmeye? Kimler, neler yapabilir? Özellikle de devletin bu işe gözünü kapatmayı tercih ettiği bir noktada...
Sorun çok boyutlu, mücadelesinin de pek çok alanda sürdürülmesi lazım. Çocukların anaokulundan başlayarak kendi bedenlerini tanıdıkları ve korumayı öğrendikleri bir eğitim önemli. Aile içinde çocukların eğitiminden sorumlu aile bireylerinin de çocukları kendi bedenlerini koruyacak farkındalığa sahip biçimde yetiştirmeleri gerekli. Öte yanda, rehber öğretmenlerin bu alanda eğitimi, hukukçuların farkındalığının artırılması, sağlık kuruluşlarında çocuk sağlığı uzmanı, çocuk ruh sağlığı uzmanı, adlî tıp uzmanı ve sosyal hizmet uzmanının birlikte çalıştığı çok disiplinli merkezlerin oluşturulması önem taşıyor.
Türkiye’de devlet, altına imza attığı uluslararası sözleşmeler ile çocukların her tür şiddetten korunmasına dair temel sorumluluğu üzerine almıştır. Bunun yanı sıra, istismara ilişkin ulusal yasal çerçeve ile devletin çocuğu korumaktaki rolü tanımlanmıştır. Ancak uygulamada önemli sorunlar yaşanmakta, bu da ilgili tüm kurum ve kuruluşların işbirliğine olan ihtiyaca işaret etmektedir.
Buna bağlı olarak, ensest saldırıları konusunda bugün en başta kamu otoritesi olmak kaydıyla, aile bireylerini, akrabaları, öğretmenleri, sağlık personelini, avukatları, hakimleri, savcıları, medya çalışanlarını ve sivil toplum kuruluşlarını içeren geniş bir kesimin yükümlülüğü olduğunu düşünüyoruz.
Bir gazeteci olarak bu kitabın çalışma süreci sizin için nasıl gelişti? Neden bu konuyu seçtiniz?
Tahmin edersiniz ki bu, sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde yaşanan bir sorun. Türkiye’ye dönersek ülkenin en büyük ilk beş sorunundan ilkidir çocuk istismarı. Haberlerde ve gazetelerde enseste dair pek haber görmeyiz, ama ülkenin her yerinde çok fazla yaşanır. İşin arka kısmında sustuklarımızı duymaya da devam ederiz. Kadına yönelik şiddeti canlı yayında konuğumla konuşacağım bir gün ensestle ilgili bir konuşma geçti aramızda yayın öncesi. Bu kişi ise yıllardır alanda bunun için mücadele vermiş Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu Başkanı Canan Güllü’ydü. Ensest ile ilgili bir röportaj yaptım internet sitemiz www.cnnturk.com için. Ve o yılın en çok okunan 11. haberi oldu bu röportaj. Bu kadar çok okunmasının alt metni çok uzun bana göre. O röportajdan sonra mağdur edilen o kadar çok insan bana mail attı ki, hiç tahmin edemezdim...
Sonra mağdur edilenlerle röportajlar yapmaya başladım. Derken bir gün Zülfü Livaneli ile otururken “bu röportajları kitaplaştırmalısın” dedi. Bunun peşine düştüm ve hiç bırakmadım, yılmadım, yorulmadım ama çok yıprandım. İki buçuk yıl sürdü bu çalışma. Çok kişinin kapısını çaldım. Türkiye’yi dolaştım. Haftalık izin günlerimde gittim gideceğim şehirlere. Çok uzmanla konuştum, çok görüş aldım, eledim ve en anlaşılır şekliyle okuyucuya ulaşsın istedim. Kitabı okuyacak kişinin sadece okuma yazma bilmesi yeterli olmalıydı. Meseleyi akademik bir bakış açısından anlatmaya çalışmadım. Zaten akademisyen değilim. Gazeteciyim ve en açık, en anlaşılır nasıl olur, nasıl kafa karışmaz diye düşünerek seçtim kelimelerimi. Zor bir dönemdi ama bir şeyleri değiştirmek gerektiğine inandığım ve bunu düşünerek yola çıktığım için bu zorlu çalışmadan daha da güçlenerek çıktım. Çünkü her gün, üstüne bir yenisini ekledi, başka bir yaşanmışlık ekledi, farklı bir bakışaçısı kattı. Sonunda kitap o kadar çok insana ulaştı ki ben bile şaşırdım. Çünkü bu konuyu konuşmayı sevmeyiz, böyle bir olay duyduğumuzda kulaklarımızı tıkar, üç maymunu oynamayı ve sonra unutmayı tercih ederiz. Çıktığının 40’ıncı gününde kitap 11’inci baskısını yaptı… Demek ki insanlar okumak, bilmek, bu meseleyle yüzleşmek istiyor… Durumun ne olduğunu anlayıp nasıl gard alabileceklerini bilmek istiyor. Ayrıca yalnız olmadıklarını da bilmek istiyorlar.
Öncelikle bu kitabı hazırlarken ve bütün bu çalışmaları yürütürken dinlediğiniz hikâyelere, karşılaştığınız olaylara karşı siz kendinizi nasıl korudunuz?
Karşılaştığım her hikâyede yıkıldım, toz bulutuna döndüm, savruldum, inanamadım, kendime yabancılaştım ve daha bir çok şey yaşadım içimde. Psikolojik destek almadım. Güçlü olmaya, kalmaya çalıştım, çünkü ben bir şeyler yapmalıydım. Yolun sonundaki ışık beni dik tuttu. Bir de yeğenim küçük Ali Rıza’nın çocuk gözlerindeki ışık… O ışığı oradan alıp tüm çocukların gözlerine serpmek istedim.
Bu haberlerin yapılması ve sonunda suçluların yargılanmaması, ceza almaması toplum için ne ifade ediyor?
Ülkede hukukun uygulanırlığı noktasında bazı sorunlar var. Mesela bu konuda cezalar belli, hepsi kitapta yazıyor ama uygulanmıyor. Araştırılmak istenmiyor. İstismarcı ve çocuk yan yana getiriliyor. “Neden bağırmadın?” gibi sorular bile soruluyor mahkemelerde çocuklara. Baştan iyi hal indirimi olmamalı zaten. Ve insanlar sürekli “acaba kendi çocuğu olsaydı da aynı indimi yapar mıydı?” sorusunu soruyor. Bu konularda verilen cezalar emsal oluşturmamalı bana göre. Çünkü zaten olan ceza uygulansa durum böyle olmayacak. Hukukun uygulanırlığı bunu uygulayanların vicdanına kalabilecek bir şey değil.
Peki bu haberler nasıl yapılmalı, kamuoyuna nasıl yansıtılmalı? Bu şiddeti yaşayan bireyler tarafından bu haberlerin yapılması nasıl karşılanıyor elbette bu haberlere, davalara rağmen suçlunun ceza almama durumu onları nasıl etkiliyor?
Öncelikle bu tür haberler ya-pıl-ma-lı. Ama dile dikkat etmek gerekiyor. Mesela bu tür haberler yazıldığında mutlaka haberin sonuna, mağdur edilen kişilerin nerelere başvurabilecekleri notu da düşülmeli. Bu şiddeti yaşayanlar bu tür haberlerin yapılması taraftarı. Çünkü yaşananın ne kadar tarifsiz olduğunu biliyor ve başkaları da, başka çocuklar da yaşasın istemiyorlar. Mesela ben kitap için röportaj yaptığımda her şeyi anlattılar bana ve “yaz ki başkaları da yaşamasın” dediler. Elbette cezasızlık durumu onları iyi etkilemiyor, bunu bana yaşattı ama şimdi dışarıda ve hayatını yaşıyor diyorlar. Failin ceza almaması istismar ettiği çocuk için de bir risk.
Sosyal hayatın giderek zorlaştığı son yıllarda ensest, taciz, tecavüz, kadın katliamı gibi pek çok haberi daha fazla alır olduk. Elbette alternatif medya ve sosyal medya bütün bu kötülüklerin duyurulmasında önemli bir alan sağlıyor. Peki “bizde böyle şey olmaz” denilen Müslüman bir toplumda bu çöküşün kaynağı, kaynakları nelerdir?
Açıkçası bir şeyi ne kadar kapatırsan ortaya çıkmak için kendine o kadar yol arar ve bulur. Bastırdığın yerden patlar yani. Müslüman toplumda olmaz böyle şeyler diye bir şey yok. Çünkü var. Üstelik çok var. Kitapta anlatılanların hepsi gerçek ve bu insanlar da Müslüman. Üstelik sadece Türkiye’de değil başka Müslüman ülkelerde de çok yaşanan bir durum bu. Çünkü bunun Müslümanlıkla alakası yok. Allah korkusu diyoruz, Allah korkusu olan yapar mı bunu? Bunun dinle, inançla, mekânla coğrafyayla alakası yok. Bunun kişiyle alakası var.
Bütün bunlar konuşulmuyor diyoruz. Peki bütün bunlar nasıl konuşulmalı? Nasıl konuşulmalı ki mağdurlar da seslerini duyurabilsin ya da konuşmak onlar için başka bir travmaya yol açmasın?
Bir kere bu konu konuşulduğunda burada istismara uğrayan kişi yani çocuk suçluymuş gibi ona yaklaşılmamalı, yaklaşılamaz. Bu durum onları daha çok yıpratıyor maalesef. Bir şeyi konuşmak vardır, konuşmak vardır bilirsiniz. Ortada açık ve net olan bir şey var: “İstismara uğramış çocuk.” Hem belki de en yakını tarafından. O çocuğun travmasını, hayata bakışını ve hayatına nasıl devam edebileceğini yaşamayan bilebilir mi? Çok zor. Dolayısıyla birincisi, bilmediğimiz duygu durumları üzerinden ahkâm kesmek olmaz. Onları incitecek tek bir kelimeden bile kaçınmak lazım. Bu durumun empatisi olmaz, çok zordur; ama en azından bazen susmak gerektiğini düşünüyorum onlar konuşurken. İkincisi, konuşabilecekleri alanlar yaratmak gerektiğini düşünüyorum. Mesela bakın Finlandiya’da bu konuların konuşulduğu programlar var ve mağdur edilen insanlar çıkıp canlı yayında anlatıyor. Üstelik yüzlerini saklamadan, ses renkleri değiştirilmeden. Bunu Türkiye’de ne kadar yapabiliriz?
Araştırmanızın bir de cezaevi süreci var. Bütün bunları kitabınızın içinde anlattığınızı biliyorum. Bu röportajın ulaştığı insanlar için bir izlenim olması amavıyla soruyorum, cezaevi çalışmaları süreci nasıl geçti?
Açıkçası kitapta sadece istismara uğrayan insanlar olsun istemedim çünkü olayı çok boyutlu araştırıyorsam bunu yapan kişiyle de konuşmak gerekliydi. Elbette onlarla yüz yüze geldiğimde ne hissederim, nasıl bir tavır sergilerim diye düşündüm ama onlar olmazsa bu kitabın tamamlanmayacağını da düşünmüştüm. Çünkü merak ediyor insan; “bir baba, abi, dede, dayı, amca bunu çocuğuna, torununa, yeğenine nasıl yapar?” diyoruz… Onlara sormak istedim. Üstelik gerçek yanıtları vermeyeceklerini bile bile. Onları gözlemlemek de istemiştim... Fakat tahmin etmesi hiç zor değil, benimle görüşmek istemediler, çünkü zaten yaptıkları şeyi kabul etmiyorlar. Düşünsenize yaptığını kanıtlayan adlî tıp raporları olmasına rağmen kabul etmiyor. Kızına tecavüz etmiş adam, hamile bırakmış ve ortada bir çocuk var ama “benim değil” diyor… Yüzde 99.9 ona ait. Onlara ulaşmak için bana bir izin çıkması gerekiyordu. O izni aldıktan sonra da neredeyse bir yıl boyunca hangi cezaevinde bu suçtan yatan var, kaç koğuş var bunları araştırmıştım. Barolarla konuşmuş ve özellikle de ülkenin her bölgesinden bir cezaevi olsun istemiştim. İşte o cezaevlerinin izinlerini aldım. Ülkenin belli bir bölgesine bunu yüklemek istemedim, çünkü “her yerde var bu” demek istedim. Konuşmak istemedi hüküm giyenler. O zaman onlara en yakın kişilerle konuşmalıydım, o da cezaevi psikologlarıydı. Onlar için izin aldım daha sonra… Sosyal hizmet uzmanları ile de konuştum. Cezaevinde röportaj yapacağım kişilerin bazıları konuştu, bazısı ise korktu ve konuşmak istemedi (elimde onlarla röportaj yapmak için izin kâğıdım olmasına rağmen)… Çok şey öğrendim onlardan. Mesela ensest hükümlüsünün ziyaretçisi hemen kimse olmuyor ama bir süre sonra kendi anne ve babası gelip ziyaret edebiliyor.
Ensestin genel şiddet kültürü içinde de bir yeri olsa gerek. Bu şiddeti nasıl tarif edebiliriz? Türkiye’nin bu şiddetle nasıl başa çıkabileceğini düşünüyorsunuz?
Freud’un dediği gibi bu bir “güç ilişkisi,” kendinden güçsüz üzerinde hüküm kurma, ona istediğini yaptırma… Tam olarak böyle bana göre de. Çocuklara kimse inanmaz, tehdit ettiğinde susar diye düşünüyor ve onu istismar ediyor. Çünkü çocuk güçsüz. Ama Türkiye’de bununla nasıl başa çıkılabilir derseniz, öncelikle ailede başlayan eğitimle alakası var. Çocuk kendine güvenli yetiştirilmeli, sonra isterse etrafında insanlara güvenir ve inanır. Kendine gelecek şiddete böylelikle karşı çıkma gardı eline verilmiş olur. Ama genel olarak toplum çok parlak bir noktaya gidiyor gibi görünmüyor açıkçası. Haberlerde her gün çocuğa, kadına, hayvana yapılan istismarları veriyoruz. En değişmeyen gündem maddelerimiz bunlar. Toplum olarak insanlığımızı kaybediyoruz, sanki tüm değerlerimizi betona gömmüşüz gibi. “Böyle değildik, ne oldu bize diyoruz” sürekli. Her gün yayında anlattığım vahşetlere şaşırıyorum. Bu kadar da olmaz dediğimiz ne varsa her gün üstüne daha da fazlası konularak yaşanan vahşeti gözlerimi aça aça izliyor, okuyor ve anlatıyorum. Bilincimize sahip çıkarak aydınlığa çıkabiliriz diye düşünüyorum ve sorgulayan bireyler olarak kalırsak, ancak başa çıkarız… Çünkü çok değerimiz çürüdü.
Mağdur yakınlarının, mağduriyete uğramış olanlarla nasıl iletişim-ilişki kurması gerekiyor? Ensest mağdurları için aile kavramı nasıl bir hâl alıyor?
Onların yanında olduklarını, onları koruyacaklarını, onun iyi olması için mücadele edeceğini ona hissettirmesi gerek. Yaşadığı şeyin kendi yüzünden olmadığını ona güzelce anlatılması gerek. Onu ürkütecek hiçbir şey ve durumda kalmaması için çaba vermesi gerek.
Ensest mağdurları maalesef aile kurmakta zorlanabiliyor. Çünkü o bağa inanmıyor artık. Kimi de, “evlenmek istemiyorum, evlensem de çocuk yapmak istemiyorum” diyebiliyor. Neden, dediğimde ise “ya çocuğu babasından koruyamazsam, o da benim gibi olursa!” diyor… Güvenmeyebiliyorlar kimseye. Çünkü en yakınlarındaki insanlardan biri onları istismar etmiş. Ama elbette ayakta kalmak için mücadele ediyorlar. Türkiye’de mağdur edilen çocuk ve kadınları kanatları altına alan kurumdur Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu. Hem hukukî, hem psikolojik destek veren. Ama siyasîlerin de yapması gerekenler var. Devlet koruması altındayken kaç kadının eski eşi, sevgilisi, kocası tarafından öldürüldüğünü biliyoruz. Dolayısıyla koruma tedbirlerinin artırılması, daha dikkat edilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Peki sizin aklınıza gelen mücadele yöntemi ne? Kurumlar ve sıradan insanlar neler yapabilir?
Önce başlamamız gereken yer, insan olduğumuzu unutmamak. Burada bahsettiğimiz şey çocuk. Siyasetin de, ekonominin de, paranın pulun ve başka her şeyin üstünde olan varlıktan söz ediyorum. Çocuklara sahip çıkarsak çocukluğumuzu koruruz. Tüm bunları yaparsak geleceğimizi yaşarız. Gelmeyecek geleceğe sahip olan çocuklar yetişmez böyle olursa. Sırf yasalar var diye kötülük yapmaktan kaçınan insanlar olmamalıyız. Zaten bunları yapmayan insanlar olarak yetişmeli ve hayata bakmalıyız. Hukuk kitaplarındaki yasaları mahkeme salonlarında direkt sorgulamadan uygulayan insanlar olmamalıyız. Tartıp düşünmeliyiz. Gördüğümüzde bildirme yükümlülüğü var ve bildirmezsen cezası var diyen hekimlerden olmamalıyız. Öğretmene “eti senin kemiği benim” diyen ebeveynlerden olmamalıyız. Ama öğretmenlerin çok fazla vakayı ortaya çıkardığını ve çok önemli bir meslek yaptıklarını da unutmamalıyız ve onlara bir kez de buradan teşekkür etmek istiyorum. Bir insanı korumak için mücadele veren insan olmalıyız. Sesini çıkaramayan insanların sesi olmalı ve onları güçlü hissettirmeli ve mücadelelerinde ayakta durmaları için yanlarında olmalıyız. Herkese farklı uygulanan bir hukuk sistemi olmamalı. Bu suçun cezası neyse herkese o verilmeli. Verilen cezalarda emsal karar olmamalı. Zaten cezası o olduğu için verilmeli. Bu konularda kadın erkek mahkeme başkanları, savcıların hassaslığı kıyaslanmamalı; çünkü zaten onlar yasaları uygulayan kişiler ve cinsiyetle bağdaştıracağımız bir durum olmamalı. “Aaa hem de iyi hal indirimi veren kadın mahkeme başkanıymış” gibi cümleler kurulmamalı. Çünkü her baba kötü değil, her anne de anne değil. Doğurmakla anne olmuyor, hayata getirdiğin insanı insan gibi yaşatabilecek kabiliyet ve potansiyeldeysen bir insanın hayata gelmesi için vesile olmak gerektiğini düşünüyorum. Bence devlet ve sivil toplum kuruluşları bir araya gelip bugüne kadar edinilmiş tecrübeden hareket edebilir. Çok önemli bir yol haritası çıkarılabilir böylelikle. Yıllarca bu alanda çalışmış insanlar var ama karar verici pozisyonda olmadıkları için düşünceleri hayata geçirilemiyor. Oysa çok şey yapılabilir. Ben yıllardır bu konuda alanda çalışan biri değilim. Üç yıllık bir araştırma sonucu ortaya çıkardığım bir kitap sonuçta. Buna rağmen pek çok şey sıralayabilirim neler yapılabileceğiyle ilgili. Bu konuya kafa yormuş, bu alanda mücadele etmiş insanların düşüncelerini dinlemekle başlanabilir.