Eren Yücesan Cendey: Hayat daima önce gelir, hiçbir öneriyi çeviri bahanesiyle reddetmem ama bir bakıma da benim hayatım aslında çeviri
08 Eylül 2016 14:00
Sıradışı iki kadını, yazar Lenu ile tutkulu Lila’yı anlatan “Napoli Romanları” serisinin, sırasıyla Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım, Yeni Soyadının Hikâyesi, Terk Edenler ve Kalanlar ve Kayıp Kızın Hikâyesi romanları, ilk kitabın basıldığı Haziran 2015 tarihinden bu yana günden güne daha fazla okunuyor, daha çok konuşuluyor ama ne yazık ki bu serinin üzerine çok fazla konuşulmuyor. Hâlbuki konuşulması ve yazılması gerekiyor! Müstear ismiyle tanıdığımız yazar Elena Ferrante’nin kaleme aldığı bu dört kitaplık seriyi İtalyancadan yaptığı çevirileriyle tanıdığımız çevirmen Eren Yücesan Cendey Türkçeye kazandırdı. Toplamda yaklaşık 2000 sayfayı aşan bu seriyi altı ay gibi kısa bir sürede çeviren Eren Yücesan Cendey, çok üretken bir çevirmen. Umberto Eco’nun Prag Mezarlığı’ndan Sıfır Sayı’sına, Daria Bignardi’nin Artık Gidebilirsin’ine, Dino Buzzati’nin Colombre’sinden Cesare Pavese’nin Güzel Yaz’ına, Alberto Moravia’nın Küçümseme’sinden Tiziano Terzani’nin Atlıkarıncada Bir Tur Daha’sına, Sophia Loren’in Dün, Bugün, Yarın Bütün Hayatım’ına ve Susanna Tamaro’nun Yüreğinin Sesini Dinle, Yüreğinin Götürdüğü Yere Git, Düşünen Bir Yürek, Her Sözcük Bir Tohumdur kitapları başta olmak üzere bütün eserlerini Türkçeye kazandıran Eren Yücesan Cendey, İtalyan Lisesi ve İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü mezunu. Üretken çevirmen Eren Yücesan Cendey’le birlikte Elena Ferrante’nin kalabalık mahallesinin konuğu olduk. Dörtlemedeki karakterleri, yazarın kimliğini, İtalya’yı, Napoli’yi, çevirmenliği(ni), İtalyancayı ama en çok da Lila ve Elena’yı konuştuk.
Sırasıyla Çocukluk- Ergenlik, Gençlik, Ara Dönem, Olgunluk- Yaşlılık- Son Deyiş olmak üzere iki yakın arkadaş Lila ve Elena’nın hayat hikâyelerini anlatan Napoli Romanları, Lila’nın arkasında en ufak bir iz bırakmadan ortadan kaybolmasıyla başlıyor. İlk kitabın giriş bölümünde “Bakalım bu sefer kim kazanacak, dedim kendi kendime. Bilgisayarımı açtım ve aklımda kaldığı kadarıyla bütün öykümüzü, her bir ayrıntısıyla yazmaya başladım” (s. 33) diyor Elena. Kim kazanıyor sizce?
Bu sorunun aklıma ilk gelen yanıtı, yazarlığını, toplumsal konumunu, ailesini göz önünde bulundurarak “Elena elbette” oluyor. Kitapların dördünü de okumayan, henüz sonunu öğrenmemiş olan okurları düşünerek açıkça söylemeye çekiniyorum ama Lila son anda gene Lenu’nun karşısında küçük bir zafer kazanıyor; acaba kazanan gene Lila mı oldu diye düşünmeden edemiyorum.
Yazarı konuşalım biraz. Elena Ferrante kimdir sizce? Kadın olduğunu mu düşünüyorsunuz? Yaşı, memleketi, eğitimi, siyasî duruşu...
Elena Ferrante’nin kim olduğunu bilmiyorum elbette; kendisiyle iki kez söyleşi yaptık, ben yanıtları çevirdim; yazara ulaşmak için adları müstear olan editörlere ulaştık! Evet, kadın olduğunu düşünüyorum, bir erkeğin ruh hâllerine bu kadar girebileceğini, bu kadar didikleyeceğini, bu kadar ayrıntıya ineceğini de sanmıyorum. İtalya’nın fonda anlatılan tarihini yaşayan, buna tanıklık edecek yaşta biri olduğunu düşünüyorum. Çevirdiğim kitapların yazarlarının hepsini tanımıyorum; kim olduklarını, hayat hikâyelerini de araştırmıyorum çoğu zaman ama gizlilik merak uyandırıyor elbette!
Böylesine büyük bir başarı getiren bir serinin yazarının ortaya çıkmaması da ilginç, değil mi? Hele herkesin göz önünde olduğu böyle bir çağda. Yazar bilindiğinde onun edebî üretimleri ile kişisel hayat hikâyesi arasında bir bağ kurulmaya çalışılıyor genelde. Müstear isim kullanmayı tercih eden yazar, buna da engel olup sadece metni konuşulsun mu istiyor?
Böyle bir çağda gizlenmeyi başarmak ve gizlenmek istemek de onu özel kılıyor. Kendisi sadece metnin konuşulmasını istediğini, yazdığı bunca romanla kendini yeterince ele verdiğini söylüyor. Aslında kimliği belli yazarların kim olduğunu kaç okur araştırıyor, hayatını merak ediyor acaba?
Çok haklısınız. Elena, Nino’yla konuşurken şöyle bir cümle kuruyor: “Sorunlar iyi bilinmezse ve çözümler zamanında bulunmazsa doğal olarak kargaşa patlak verir. Ama suç isyan edenin değil, yönetmeyi bilmeyenindir.” (sf. 220) Romanlarda toplumsal hareketlere, sınıf çatışmalarına, protestolara da yer veriliyor. Dönemsel referansları da düşündüğünüzde yazarın kimliğiyle ilgili ne tür ipuçları yakalıyorsunuz?
Evet, İtalya’nın çalkantılı yılları, toplumsal ve siyasî hareketleri çok ayrıntılı olmasa da okura anlatılıyor. Yolun çok başında gencecik bir yazar olduğunu zaten düşünmüyorum ama belli ki o da İtalya’nın bu ‘ilginç’ yıllarına tanıklık etmiş biri.
“Benim amacım alışıldık beklentileri hayal kırıklığına uğratmak ve yeni beklentilere ilham olmaktır” diyor yazar. Bu seriyle bunu başardığını düşünüyor musunuz?
Aslında her roman yeni beklentilere ilham olmak için yazılır ya da yazılmalıdır. Kendisi amacına ulaştığını düşünüyor mu acaba, ben de onu merak ettim!
Kendini Lila’nın varlığı üzerinden tanımlamayı seçen, onun sözcükleri ve onaylarıyla kendini kabul ettirdiğine inanan, başarılarına hiçbir zaman tam olarak inanamayan ve Lila’nın her zaman daha iyi olduğunu düşünen Elena “O olsa ne yazardı diye o kadar çok hayal ettim ki artık onun ve benim sözlerimi birbirinden ayıramıyor da olabilirim,” (Kayıp Kızın Hikâyesi, sf. 507) diyor. Bu arkadaşlıkta nefret, öfke, kıskançlık, korku, düşmanlık da var; sevgi, mutluluk, neşe ve paylaşmak da. Bu kadar sorunlu bir arkadaşlık hikâyesine nasıl böylesine inanabiliyoruz? Nedir okurları Elena ve Lila’nın hikâyesinde kendilerine çeken?
Böyle de olabilir gerçekten; bir ömrü bu kadar girift bir ilişki içinde geçirdiklerinde sözlerinin ortak olması şaşılacak bir durum olmayabilir. Bu ilişkiyi ben hep bir tahterevalliye benzettim. Lenu’nun başarılı ve mutlu olduğu dönemlerde Lila sorunlar içinde boğuşuyordu, Lenu onun yardımına koşuyordu; Elena zora düştüğündeyse Lila ona yol gösteriyordu. Sanki ikisi aynı anda mutlu ve başarılı olamadılar! Bir yandan da şöyle düşünüyorum: Elena ile Lila’nın dostluğu her ayrıntısıyla gerçekti, kurmaca dünyanın dışında göremeyeceğimiz kadar gerçekti. İkisinin de sevgileri ve nefretleri o kadar sahiciydi ki gizleyemediler, bir noktada insanların gerçek dünyada saklamaya çalıştıkları kötücül tarafları bu romanlarda apaçık anlatıldı. Kötülükte de iyilikte de okurun kendisini bulduğunu düşünüyorum. Ama tabii okurları çeken nedir, aslında onu okurların söylemesini ben de çok isterim. Okurların merak unsurunu yoğun bir şekilde yaşayarak ve bir yandan da gerçekten severek okuduklarını hissediyorum. Kitapları özellikle art arda okuyan okurlar, ‘kızlardan’ ayrılmakta güçlük çekiyorlar.
Kesinlikle öyle. Romanda çok fazla karakter var. Başlarda kim kimdi karıştırabiliyor insan. Biraz ana karakterleri konuşalım mı?
Evet, mahalle kalabalık; herkes herkesle ilişki içinde. Gerçi Napoli büyük bir şehir ama mahallede sanki küçük bir köy hayatı yaşanıyor. Bizler de Lila ve Elena ile birlikte dolaşıyoruz sokaklar arasında. Toplamda on civarında aile var, öğretmenleri ve birkaç yan karakteri saymıyorum! Zengin aileler, fakir aileler, işverenler, patronlar, kunduracılar, pastacılar, manavlar, marangozlar, kadınlar, çocuklar, anneler, babalar ve kardeşler... Mahallenin bu kadar kalabalık olması korkutmasın ama okuru. Kısa zamanda siz de bu karakterlere komşu oluveriyorsunuz. Zaten yayınevi okurun karıştırmaması için başa bir liste koymuş; ilk başlarda ben bile bakıyordum o listeye! Serideki karakterlerin kimi politik bir duruş sergiliyor, kimi aşk peşinden koşuyor, kimi para kazanmanın derdine düşüyor, kimi de eğitimi hayatının merkezine alıp kendini kitapların dünyasına atıyor. Bu birbirinden farklı karakterler sayesinde Napoli özelinde çeşitli hayat hikâyelerine ortak oluyoruz, en önemlisi kadınları okuyoruz, kadınların mücadelelerini, kavgalarını ve arzularını. Beni şaşırtan örneğin Lenu’nun annesinin adı listede sadece anne olarak geçiyor, o kadar kimliksiz. Neyse sonlara doğru öğrendik!
Buna dikkat etmemişim! Çok önemli bir ayrıntı. Peki, bu seride en çok sinirlendiğiniz, kızdığınız karakter hangisi oldu?
Lila elbette insanı sinir eden hâller yaratmakta çok başarılı. Babasının tipik cahil baba davranışıyla kızını okutmaması da beni çok kızdırdı; annenin de bu karar karşısında edilgenliği pek aşina geldi.
Peki, en çok kimi kayırdınız?
Romanda galiba tek masum karakter vardı, o da Enzo idi.
Enzo konusunda kesinlikle sizinle aynı fikirdeyim.
Lenu lise bitirme sınavlarına girerken, başka bir liseden gözetmen bir öğretmen geldi. Onu üniversite okuması konusunda yüreklendirdi ve Normale di Pisa’ya başvurması için gereken belgeleri sağladı. Lenu üniversite okumasını, evlenmesini, belki de yazar olmasını aslında o öğretmene borçluydu. Gözetmen öğretmenin adı yoktu, tek özelliği kır saçlarının çivit mavisine boyanmış olmasıydı. Bu ayrıntı bana Pinokyo’nun her başı derde düştüğünde ona yardım eli uzatan ve onu daima doğru yola sokmak için çaba gösteren Mavi Saçlı Peri'sini hatırlattı...
Lila, Elena’ya “Sen benim olağanüstü akıllı arkadaşımsın, hepimizden çok daha başarılı olmalısın, bütün kızlardan ve erkeklerden” (sf. 340) diyor. Bu isteği nasıl okuyorsunuz?
Lila belki de kendi olmak istediği karakteri bu şekilde yaratmak istiyor. Olağanüstü akıllı arkadaşın kim olduğu aslında okurun zihninde hep değişen yanıtlar yaratıyor.
Romanlardaki erkek karakterleri konuşalım biraz da.
Dönem, mekân bakımından elbette erkek egemen bir mikro toplum var karşımızda. Cahilliği küstahlıkla yansıtan, kadını ezen, yolunu kesen, yanlış yollara sapmalarına neden olan erkekler. Patronundan babasına, erkek kardeşten kayınpederine, kocasından arkadaşına, profesöründen pasta ustasına, şairine, karaborsacısına, marangozuna kadar birbirinden farklı erkek karakterle tanışıyoruz bu romanlarda. Aslında erkekleri, çoğunlukla, kadınların hayatına dokunuş biçimleri üzerinden okuyoruz biraz da. O yüzden bazılarına çok kızıyoruz, bazılarını da bağrımıza basıyoruz.
O zaman şöyle sorayım, en çok hangi erkek karakterden nefret ettiniz?
Bıçkın Solara kardeşler elbette olumsuzluk timsalleri ve özellikle Güney İtalya’nın tipik kahramanları ama sanırım en çok Nino’nun babası Donato’dan nefret ettim.
Sorunlu anne oğul ilişkisi, anne kız çatışmaları, annelerin çocuklarıyla iletişimsizliği, mutsuz ebeveynler ve mutsuz çocuklar, kendine zaman ayıramayan anneler, çocuklarına yeterince zaman ayıramayan anneler diye gidiyor. Napoli Romanları’nda öne çıkan temalardan biri de annelik.
Evet, çok güzel özetlemişsiniz bunu da. Annelerin edilgen tavırları onların mutsuzluklarını da yansıtıyor; bize çok tanıdık hâllerle yoksulluktan da en çok kadınlar pay alıyor; her türlü yoksunluktan da ve elbette bunları dişlerini geçirebildikleri çocuklarına yansıtıyorlar. Lenu ve Lila anne olduklarında tahterevallinin iki ucuna oturuyorlar ama Lenu’nun özellikle son kitapta Rino ile ilişkisi hayret ve takdir duygusu uyandırdı bende.
“Yazmak için bir şeylerin senden sonra hayatta kalmasını arzu etmek gerekir. Bense yaşama arzusu bile duymuyorum, hiç sendeki o güçlü duyguya sahip olmadım. Kendimi şimdi silebilsem, tam şu anda konuşurken bunu yapabilsem ne kadar mutlu olurdum. Nerede kalmış oturup yazmak” (sf. 491) diyor Lila. Buna rağmen Elena’nın düşüncelerine bakılırsa Lila, muazzam bir anlatım gücüne sahip ve yazma konusunda çok başarılı. Elena’nın yazarlığında Lila’nın nasıl bir rolü var sizce?
Bence başarılı değil, Lenu bunu kendi itiraf ediyor. Fabrikaya kadar götürdüğü, sonra ateşe attığı o çocukluk masalı, belki de Elena Ferrante’nin yazarlığının ilk kıvılcımını tutuşturuyor. Hatta o çocukluk masalını ve ilkokul öğretmeniyle ilgili anlatımları biraz abartıyor, diye düşündüm.
Lila olmasaydı Elena yazar olamazdı diyebiliyor musunuz?
Olurdu, olasılıkla gene olurdu çünkü ben yazarlığın engellenemeyen bir dürtü olduğuna inanırım.
Kitapta Lila, Elena’ya bir çeviri yöntemi sunuyor: “Önce cümleyi Latince olarak oku, sonra yüklemi bul. Yüklemin kişisine göre öznenin kim olduğunu anlarsın. Bir kere özneyi buldun mu, başlarsın tümleçleri aramaya; yüklem geçişli ise nesneye değil, diğer tümleçlere bakarsın. Bir de böyle dene.” (s. 124) Lila da bu yöntemle çeviri yapmanın gözüne kolay göründüğünü söylüyor. Siz nasıl bir yol izliyorsunuz çeviri yaparken? Lila’nın bu yöntemini eleştiriyor musunuz?
Lila’nın bu yöntemini eleştirmem elbette; Latincede cümlede kelimelerin sırası önemli değildir, o nedenle bu yararlı bir yöntemdir eminim. İtalyancada böyle kurallara gerek duymayacak kadar aşina oldum artık ama başka sorunlarım oluyor.
O sorunlara örnek vermenizi istesem?
Dilsel olmaktan çok kültürel sorunlar oluyor bunlar. Neyse ki Google var, çeşitli kaynaklardan araştırma yaparak konuyu anlamaya çalışıyor, sonra çevirmeye uğraşıyorum. Tarihî ve coğrafi bağlamları internetten araştırıyorum, dilsel sorunlarıma internet yetmediği zaman İtalyan arkadaşlarımdan yardım istiyorum. Örneğin, Sophia Loren’in özyaşam öyküsünü çevirirken bir filmindeki kasap sahnesini aktarmıştı ve orada bir türlü bulamadığım, bilemediğim et çeşitleri vardı. İstanbul’un iyi bir İtalyan lokantasının sahibi olan aşçısıyla eşi bu sorunumu çözdüler.
Romanlarda anlatı geçişlerinde karakterlerin “yerel lehçeyle” mi yoksa “İtalyanca olarak” mı konuştukları özellikle belirtiliyor. Karakterlerin yerel lehçede konuştuklarını ancak “yerel lehçeyle” diye özellikle belirtiliyorsa anlıyoruz. Biz neden yerel lehçeyi göremiyoruz? Bu dil cümle yapılarına, sözcük seçimlerine yansımıyor mu? Sizce yazar neden böyle bir yöntem seçmiş olabilir?
Bu dörtlemeden çok kısa bir süre önce Sophia Loren’in Dün, Bugün, Yarın, Bütün Hayatım adlı özyaşam öyküsünü çevirmiştim. Tam bir Napolili olan Loren anlatısında sık sık Napoli lehçesine yer vermişti. Benim anlamamın mümkün olmadığı bu cümleleri çevirebilmek için güneyli arkadaşlarımdan yardım istemiştim. Ferrante bu lehçeye hiç yer vermiyor; ya Napolili değil, bu lehçe hakkında hiç bilgisi yok ya da okuru ve biz çevirmenleri düşünüyor, anlatının temposunu düşürmek istemiyor. Aziz Gennaro, Napoli şehrinin koruyucu azizidir, romanda geçen Gennaro / Rino adının iki kişiden yansıması da bir Napoli işaretidir.
Kültürel, siyasî ve toplumsal bağlamda oldukça zengin bir arka planı var bu serinin. Özellikle bu bölümlerin çevirisinde bir araştırma süreciniz oldu mu?
Sadece siyasî ve toplumsal olaylarda değil daha küçük ayrıntılarda da Google araştırması yapmak çok yardımcı oluyor. Aslında arka plan neredeyse benim de tanık olduğum bir dönem.
İtalya’da mı yaşıyordunuz o dönemde?
İtalya’da sadece iki yıl yaşadım; o iki yıl içinde de Papa’nın bir Türk tarafından vurulmasına tanık oldum; bir Türk olarak çok korktum ve utandım! İtalyan kültürüyle büyüdüğümüz için ister istemez İtalya siyasetini, kültürünü yakından uzaktan izledik.
60 yıllık bir öyküyü okuyoruz bu seride. Birinci kitaptan dördüncü kitaba doğru bir dil değişiminden bahsedebilir miyiz?
Hayır, İtalyanca anlatımda bir dil değişimi fark etmedim ben; İtalyancanın Türkçe kadar hızlı değişen bir dil olduğunu düşünmüyorum.
Yazarlık ve yazma konusu serinin ilk kitabından itibaren işleniyor. Edebiyatta müstehcenlikten edebiyatın toplumsal konulardaki işlevine, anlatının gerçekçiliğinden yazma sancısına kadar yazma süreci çeşitli açılardan ele alınıyor. Siz Napoli Romanları’nın edebiyat dünyasındaki etkisini/ rolünü nasıl gözlemliyorsunuz?
Ferrante gördüğüm kadarıyla İtalya’dan önce Amerika’da şöhret kazandı. Bu neredeyse daha önce benzeri görülmemiş bir durum. Belki de Birleşik Devletler’deki Napolililer okudu! İtalyan edebiyat dünyasında fark yaratacak bir kasırga yarattığını hissetmedim.
Bu seriden bahsederken “Benim akıllı kızlarım” diyorsunuz. Metnin ikinci yazarı yani çevirmeni olarak, serinin dördüncü kitabının çevirisini de teslim ettiğinizde ne hissettiniz?
Kitabın adını biraz da özellikle uzun tuttuk; yakınlarımla konuşurken onlardan “akıllı kızlarım” diye söz etmek bana daha kolay geldi! Kitapları toplam altı ayda çevirdim; merak unsurunu kaybetmemek ve biraz da zaman kazanmak için önceden okumadan çevirdim, böylece altı ay boyunca “benim akıllı kızlarım” onlar oldular. Bir an önce çevirimin başına dönme arzusu yaratan bir metindi, bu nedenle altı ayın sonunda büyük bir boşluğa düştüğümü okur çok iyi anlar. Bir ferahlamadan çok bir özlem duygusu doğdu elbette.
Fabrikalardaki kadın işçilerin patronlarından gördüğü tacizlerden kadının mahallede yaşadığı baskıya, kocalarından dayak yiyen kadınlardan aldatılanlar kadınlara, terk edilen kadınlara, anne olduktan sonra hayatı değişen kadınlardan anneliği başaramayan kadınlara, güçlü kadınlara, ailesini, kocasını, herkesi karşısına alıp istediği hayatı yaşamayı seçen kadınlara... Geçim mücadelesi veren kadınlardan gidemeyen, yalnız yaşayamayan ve acı çeken kadınlara... Bu seride pek çok konu kadın merkezinde ele alınıyor. Kadınların dünyasına nasıl bir gözlükten bakıyor yazar?
Kadınlar dünyasında yokluk, mücadele, sınıf atlama çabaları yanı sıra dayanışma da var. Pietro’nun annesi ve ablası eğitimli ve yardımsever kadınları temsil ederek olumlu portreler yansıtırken yeri geldiğinde kalp kırmakta geri kalmadılar. Her kadın tiplemesi aslında hem siyah hem beyaz oldu uzun anlatı boyunca.
“Hiçbir babaya çocuk vermek gerekmiyor, hele Allah Baba’ya hiç; çocuklar kendilerine verilmelidirler, artık erkek olarak değil, kadın olarak eğitim görmenin zamanı geldi; her disiplinin ardında bir s.k var ve bu s.k iktidarsız olduğunu hissettiğinde hemen demir sopaya, polise, hapishaneye, orduya, toplama kampına başvuruyor; sen dik durduğunda, her şeyi karmakarışık etmeye devam ettiğinde de, katliam başlıyor” (sf. 305, Terk Edenler ve Kalanlar) diyor Mariarosa, yani Elena’nın görümcesi. Bu romanlarda erkek egemen bir toplumun eleştirisi de sunuluyor.
Erkek egemen toplumda birinci kuşak kadınlar daha edilgenken ikinci kuşak daha mücadeleci olmayı başardı. İtalya’nın güneyi elbette kuzeyine göre daha erkek egemen bir toplumdu, belki hâlâ öyledir. Romanda da bunu yakından görüyoruz elbette. Lila ve Elena’nın anneleriyle aralarındaki çekişmeler de bize bunu gösteriyor.
Hemen bu bağlamda sormak isterim. Sizce bu romanların okuru daha çok kadınlar mı?
Çevremde gördüğüm kadarıyla okurlar kadınlar; sosyal medyada kitabı okuyan erkekler olduğunu da gördüm ve çok sevindim.
Romanda “taraf tutmak” da pek mümkün değil aslında. Lila’ya kızdığımız an Elena’nın elini tutuyoruz, Elena yolunu şaşırdığında Lila’ya hak veriyoruz sanki. Katılıyor musunuz?
Evet öyle; okurlardan Elena’ya çok kızanlar olduğuna tanık oldum ama beni hiddetlendiren hep Lila oldu!
Napoli Romanları’nın ana temalarından “kaybolma”yı nasıl okuyorsunuz? Bir teslim olma hâli midir yoksa zafer mi?
Lila söz konusu olunca elbette bir zafer çünkü bunu hep istemiş olduğunu biliyoruz. Ve bunu başarıyor da. Son andaki şaşırtıcı hareketiyle -gerçi bu da kayıp kız konusu gibi yorumu okura bırakılan bir hareket ama- hiç ayrılmamış olduklarını gösteriyor Lenu’ya.
Napoli Romanları’nda eşcinsel bir karakter de karşımıza çıkıyor. Dönemin koşullarını ve toplumsal atmosferini düşününce oldukça önemli bir konu olarak işleniyor bu karakter. Kimliğini gizliyor, önce sadece Lila’ya açıklıyor, sonra yavaş yavaş herkes öğreniyor, artık saklayamaz oluyor, dövülüyor, direniyor, en sonunda dövülerek öldürülüyor. Siz nasıl okudunuz bu karakteri?
Düğünde Gino’nun attığı taşları nişanlısını öperek geri çevirmeye çalışıyor ama gerçeği daha fazla saklayamıyor. Lila ile benzeşmesi, ona aynalık yapması bence çok ilginç işlenmişti. Ayrıca şunu da söylemeliyim, pek çok ülkede okunan bu seride eşcinsel bir karakterin olmasını ve hem toplumsal hem de bireysel hayatlarında yaşadıkları zorlukların işlenmesini çok önemsiyorum.
Ferrante, The Paris Review’a verdiği bir söyleşide hikâyenin özyaşamsal olup olmamasını değil, edebî gerçekliğini (literary truth) önemsediğinden bahsediyor ve bunun yazarın sözcük seçimiyle, cümleye yükleyeceği enerjiyle doğrudan alakalı olduğunu anlatıyor. Napoli Romanları'nda bu edebî gerçekliği hangi boyutlarda görüyoruz sizce?
Ben hedeflediği enerjiyi yakalamış olduğunu düşünüyorum. Dört kitabı soluksuz okutmak kolay iş değil.
Genel olarak İtalyancadan Türkçeye yapılan çevirilerden konuşalım. Dilsel ve dilbilgisel olarak en çok neler zorluk çıkarıyor?
Dilsel ve dilbilgisel bir zorluk yaşamıyorum. İtalyanca güzel bir dildir, anadilimden sonra tabii ki en sevdiğim dildir; daha iyi öğrenebilmeyi, daha derinlerine inebilmeyi istediğim dildir. On yaşımda hayatıma girdiğimde işin buraya varacağını bilseydim keşke!
İtalyancadan yapılan çevirilerden konuşurken Rekin Teksoy’u anmadan geçmeyelim. Onunla tanışmış mıydınız?
Rekin Teksoy İlahi Komedya çevirisiyle olağanüstü bir iş çıkartmıştır; onun çizgisine varmam mümkün değildir, söz konusu değildir. Rekin Bey’le tanıştım, bazı ortamlarda birlikte olduk ve aslında çeviriye başlamamdaki ilk nedenlerden biri kendisidir. Danışmanlık yaptığı bir yayınevine İtalyanca çevirmen aradığını gazeteden okumuştum -sanırım- ve birkaç kişiyle birlikte bir deneme çevirisine gitmiştim. Çok geride kaldı ama Keltler ile ilgili bir çeviri olduğunu çok iyi hatırlıyorum. Sonra o yayınevine -henüz öğrenciyken- bazı küçük sanat tarihi çevirileri yapmıştım. Nurlar içinde yatsın, sadece çeviri değil, sinema konusunda da asla unutulmayacak bir değerdi.
Siz ne zaman başladınız çeviri yapmaya?
Ben o yayınevine ve İnkılâp yayınevine bazı küçük sanat tarihi çevirileri yaptım ama asıl 1982 yılında Gürol Sözen’in önerisi ve davetiyle Güneş gazetesinin dış haberler servisine girdiğim günden itibaren çeviriye hiç ara vermedim. Gazeteden özel nedenlerle ayrıldıktan sonra bazı gazetelere ve kapı kapı dolaşarak iş istediğim dergilere parça başı işler yaptım. Değerli çevirmen ve yazar Nihal Yeğinobalı’nın aracılığıyla Engin Yayıncılık’la tanışıp İngilizceden beş çocuk klasiği çevirdim. Bunların arasında Gulliver’in Gezileri, Demiryolu Çocukları gibi kitaplar vardı. Ondan sonra biraz güven duygusuna kapılıp birkaç yayınevinden beni İtalyancadan çeviri konusunda denemelerini istedim. Sadece hayatta değerini asla unutmayacağım, minnet duygum asla sönmeyecek Erdal Öz beni Bâbıâli'de, Sıhhiye Apartmanı’ndaki yayınevine çağırdı. Calvino’nun Kozmokomik Öyküleri gibi aslında zor bir kitapla siftah yaptım!
Çok üretken ve bir o kadar hızlı bir çevirmen olduğunuzu arka arkaya yayımlanan çevirilerinizle çok iyi anlıyoruz. Nasıl bir çalışma temponuz var?
İtalyanca çevirmen çok fazla yok, bu nedenle hepimize çok iş düşüyor; özellikle son yıllarda gerçekten mola vermeden çalışıyoruz. Benim çevirdiğim kitap sayısı yüzü aştı. Hayat daima önce gelir, hiçbir öneriyi çeviri bahanesiyle reddetmem ama bir bakıma da benim hayatım aslında çeviri.
En çok beğendiğiniz çeviriniz hangisi?
En ve belki de tek beğendiğim çevirim, Pan Yayıncılık’tan yayımlanmış olan Tiziano Terzani’nin Atlıkarıncada Bir Tur Daha kitabı. Hem okur hem çevirmen olarak gözdem odur. Susanna Tamaro’nun Yüreğinin Götürdüğü Yere Git ve Marlo Morgan’ın Bir Çift Yürek ise peşinden koştuğum, bana uğur getiren ve en çok okunan, tanınan, çok sevdiğim kitaplarım.
Peki, sizi en çok zorlayan, hâlâ da içinize sinmeyen çevirileriniz?
Umberto Eco’nun Prag Mezarlığı gerçekten derin ve engin bir kitaptı. Google olmasa altından kalkmam zor olurdu. Fabio Grassi’nin yazdığı Atatürk kitabı da ancak tarihçi editörün yardımıyla çevirebildiğim, sorumluluğu büyük bir kitaptı.
Kitaplarınızın yazarlarıyla tanışma şansınız oldu mu?
Hem Susanna Tamaro’yu hem Marlo Morgan’ı İstanbul’da ağırlamak, birlikte günler geçirmek en büyük şansım oldu. Artık Gidebilirsin ve Aşk Hak Edilmeli adlı kitapların yazarı Daria Bignardi, son yıllarda çevirdiğim, tanımaktan çok büyük bir mutluluk duyduğum, kitaplarındaki samimiyeti bizzat deneyimlediğim bir yazar. Umberto Eco İstanbul’a geldiğinde birlikte yemek yemek, kahve içmek onuruna eriştiğim bir deha.
Elena Ferrante’nin başka eserlerini Türkçede okuyacak mıyız?
Elena Ferrante’nin daha önce Türkçeye çevrilmiş ama baskısı tükenmiş kitapları, Everest Yayınları tarafından yeniden yayımlanacak.
Bu dörtlemeyi çevirirken yazarla iletişime geçmek istediniz mi? Ya da kitapların İngilizcedeki veya diğer dillerdeki çevirilerine bakma ihtiyacı hissettiniz mi?
Yazarla iletişime geçmek her zaman alışık olduğumuz bir durum değildir. Sadece Tamaro ve Bignardi ile böyle bir samimiyete sahibim. İngilizcedeki çevirisinin internette yer alan bazı bölümlerine sadece meraktan bir iki kere baktığım oldu.
Türkiye edebiyatının İtalyancadaki yolculuğunu konuşalım mı biraz? Takip edebiliyor musunuz? Kimler çevriliyor, kimler okunuyor?
Aslında bu pek bilgi sahibi olduğum bir konu değil. Nâzım Hikmet, Orhan Pamuk ve Elif Şafak, Yaşar Kemal daha çok tanınıyorlar. Çağdaş yazarlarımız da sıklıkla çevrilmeye başlandı.
İtalyancadan Türkçeye çeviri yapan çevirmen sayısı hâlâ çok az. Kimler çevrilmeli? Yeni kitapların ortaya çıkartılmasında ne gibi bir yol izleniyor? Ara dilden çevirileri nasıl değerlendiriyorsunuz? Kitabın İngilizce çevirisi varsa eskisi kadar olmasa da hâlâ başvurulan bir yöntem diye biliyorum.
İtalyancadan Türkçeye çeviri yapan çevirmen sayısı öteki dillere oranla daha az ama yeni çevirmenlerin yetişmekte olduğunu gözlemliyorum. Daha az olan elbette Türkçeden İtalyancaya çeviri yapan çevirmen. Bir yandan İtalyan yazınını takip ediyoruz, internetten araştırıyor, kitaplar alıp okuyoruz ve yayınevlerine önerilerde bulunuyoruz. Yayınevleri de İtalya’nın gönderdiği kitapları bizlere okutup raporlar yazdırıyorlar ve buna göre karar veriyorlar. Çevrilmesini istediğimiz bazı kitaplar oluyor, yayınevlerine öneriler götürüyoruz. Ara dil zorunluluk durumlarında kullanılıyor. Benim de özgün dili İspanyolca olan iki Allende çevirmişliğim var; Coelho yıllarca Fransızcadan çevrildi; şimdi Portekizce çevirmenlerce çevriliyor.
Sırada hangi çeviriler var peki?
Sırada çok çeviri var! “Akıllı kızlar”dan sonra çevirdiğim beş kitabın bu kış basılmasını bekliyorum. Şu anda bir derleme olan üç ciltlik çalışmanın son cildini çeviriyorum. Yayımlanmadan adlarını vermemin doğru olacağını düşünmüyorum. Bundan sonra sırada yayınevleriyle görüştüğüm birkaç kitap var ama henüz sözleşmelerini imzalamadım. Son olarak da “Akıllı Kızları”ın çevrilmesi ve yayımlanması sürecinde gerçekten çok özenli ve uyumlu bir işbirliği hissettiğim Everest Yayınevi ve editörüm Cem Alpan ile çalışmanın sonuca yansıdığını düşünüyor, onlara da buradan teşekkür ediyorum.