Erotokritos ile Aretusa ve Giritlicenin sözlü hazinesi

"Erotokritos’u hıfz etmiş olan insanlar vardı. Başından sonuna kadar neredeyse on bin dizeyi ezbere bilirlerdi. Geri kalan halk ise bazı dizeleri ezbere bilirdi, sevdiği kısımları. Ama herkesin, her bir Giritlinin mutlaka Erotokritos’tan okuyabileceği bir bölüm vardı. (Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan ikinci nesil Giritliler de bunlara dahildir.) Ve her vesile ile bu şiir okunurdu. Giritliliğin ayrılmaz bir parçasıydı. Neredeyse kutsal bir metin kadar saygı gören, ciddiye alınan bir şiir..."

02 Şubat 2021 19:28

Giritlice bilmiyorum, ne yazık ki anlamıyorum bile ama Erotokritos’u dinlerken, ha desem anlayacakmışım gibi oluyor. Sanki anlıyorum da aslında, farkında değilim. Nasıl anlatılır bu, bunu yaşamayan birine? Bir dil. Kulaklarınız dolu. Doğduğunuz günden beri hep işitmişsiniz ama anlamıyorsunuz. Yine de duyuyorsunuz. Mesela konuşulan Yunanca mı, Giritlice mi şıp diye ayırt edebiliyorsunuz. Öte yandan birçok insan Yunanca ile Giritlicenin bir olduğunu sanıyor. Ama değildir.

On beş yıl kadar önce annem ile babam Girit’e gittiklerinde, bir lokantaya oturmuşlar, gayri ihtiyari Giritlice konuşuyorlarmış kendi aralarında. İkisinin de ana lisanı Giritlice. Türkçeyi sonradan öğrenmişler; evlerinde de genellikle Giritlice konuşulurmuş. Babam ilkokula başladığında sınıflarındakilerin yarısından çoğu Giritli çocuklarmış. Tabii teneffüslerde falan aralarında Giritlice konuşuyorlarmış. Öğretmenleri bunlara bir nutuk çekmiş, Giritlice konuşmayın, Türkçe konuşun, Giritlice Yunancadır, diye. Babam dehşete düşmüş! O, Giritliceyi de bir çeşit Türkçe sanıyormuş. Henüz Kurtuluş savaşının yaraları tazeyken ve bundan en çok mustarip olanlar da zorla göç etmiş olanlarken, “düşman” lisanında konuştuğunu öğrenince dünyalar başına yıkılmış. Ama tabii pratikte değişen bir şey olmamış, evde, kendi aralarında hep Giritlice konuştular. Olan bize oldu. Kendileri o yüzden dışlandıkları için Giritliceyi bize öğretmediler. Ama kulaklarım dopdolu.

Neyse annemle babam Girit’te kendi aralarında Giritlice konuşurken yan masadan bir adam duymuş onları ve hop oturup, hop kalkmaya başlamış. “Manam! Anneannemle dedem gibi konuşuyorsunuz,” diye. Çünkü işin aslı şu; Mübadeleden sonra Girit’te hiç Türk kalmadığı, kalan Hıristiyan Giritlilerin birçoğu ABD’ye göç ettiği ve adaya Anadolu’dan gelen Rumlar iskân edildiği için artık Girit’te Giritlice pek konuşulmuyor. Son kalan Giritliler de birer birer terk-i diyar ediyor maalesef. Giritlice de, konuşulan bir dil olarak tarihe gömülüyor, bir daha çıkmamak üzere.

Giritlice Yunancadan çok mu farklı? Annemin şöyle bir anısını anlatayım: Bir gün Atina’da bir dükkâna girmiş ve kendinden emin Giritlice konuşmaya başlamış dükkân sahibiyle. Adam annemin yüzüne bön bön baktıktan sonra yanındaki karısına dönmüş, “Türkçe mi konuşuyor bu?” diye sormuş.

Biz üçüncü nesil Giritliler her ne kadar artık dilini konuşamasak da kendimizi hâlâ Giritli hissediyoruz. Mutfağımıza sadığız. Öyle şovenist bir Giritliliğimiz yok, yanlış anlaşılmasın. Olamaz da. Belki de dünyanın en karışık toplumuyuz. Afrikalısından, İtalyanına, Arabından Yahudisine, Türkünden Yunanına, karman çorman olmuş bir ada. Anadolu’dan da beter. Ama Giritli miyiz? Giritliyiz. Biz Giritliliği ucundan yakaladık. Tadını, kokusunu aldık. Büyüklerimiz kötü değil, hep iyi anılarını paylaştılar bizlerle. Kimseye kin beslemedik. Birinci ve ikinci nesil ile mukayese edilemese bile biz de ilk başlarda Giritlilikten biraz mağdur edilmeye çalışılmadık değil.

Geçenlerde, Giritli olduğunu yedi yıl birlikte okuduğumuz halde anca birkaç sene önce öğrendiğim bir okul arkadaşım, bir anısını anlattı. İlkokuldayken bir sabah önlüğüne bir şey dökülmüş, kirlenmiş. Yedeği yok tabii. Annesi, “söyle öğretmenine, öğretmenim sabah podyeme süt döküldü, annem yıkadı, kurumadı, bugün giyemedim, de,” demiş. O da okula gidip, “Öğretmenim podyeme süt döküldü,” deyince bir zılgıt yemiş. Vay nedir o podye öyle, onun adı önlüktür, diye.

Bir de bizim neslin en çok maruz kaldığı laf şuydu: Giritliden kız alınmaz, kız verilir. Hani bunu suratımıza söyleyenler güya aşağılamak için söylüyordu. Hiç umursamamıştım, hâlâ umursamam ama gurur duyarım. Efendim, Giritliden neden kız alınmaz? Çünkü Giritli kızları erkekleriyle eşittir. Bu da böyle biline, ister. Cazgırdır. Edepsizdir. Hakkını yerde komaz. Sindirmek kolay değildir. Pes etmez. Eh, dolayısıyla Giritli kızla evlenirsen, istediğin gibi borun ötmez evinde, rahat edemezsin oğlum! Amaaa bizim kızı bir Giritli oğlana verelim. Rahat eder. İnsan yerine koyulur. Saygı görür. Sözü dinlenir…

Bence çok gurur verici! Ama kim derdi ki biz Giritli kızları olarak bu kendi irademize sahip olma inadımızı bir şiire borçluyuz, diye. Ama borçluyuz işte.

Erotokritos çok ilginç bir eser. Bir şiir. Bir aşk şiiri. 9960 civarında dizeden oluşan bir destan. Şairi bir İtalyan ama Giritli. Venedik asıllı aristokrat bir aileye mensup, Sitia’da doğmuş olan bir Giritli: Vitsentzos Kornaros. Gerçi bizim Giritlilerin ondan haberleri var mıydı pek emin değilim. En azından mürekkep yalamışları dışındakiler, ezbere okudukları bu şiirin bir de şairi olduğunun farkında değillerdi muhtemelen. Hayatlarının o kadar vazgeçilmez bir parçasıydı ki çünkü. Hatta Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldıktan sonra bile, 1960’lara kadar her Girit düğününde mutlaka lira (bir çeşit tırnak kemençe) ile çalınıp söylenirmiş Erotokritos. Erotokritos’un söylenmediği bir düğün düşünülemezmiş.

Türkler Girit’i Venediklilerden almışlardı. Yani Osmanlı Girit’e gidinceye kadar ada bir Venedik adasıydı. Ama ilginçtir ada ahalisi Giritlice konuşuyordu. Yani İtalyanlar da… Türkler geldikten sonra, bilindiği gibi onlar da ana lisanlarını bırakıp Giritlice konuşmuşlardı. İşte o yüzden 1553 yılında Girit’in Sitia şehrinde doğmuş olan Vitsentzos Kornaros da şiirini Giritlice yazmıştı, İtalyanca değil.

Şiir çok güzel bir aşk hikâyesini anlatır. Güya antik devirde Atina’da geçer ama anlatılanların ne antik ne çağdaş dünya üzerinde hiçbir yerle ilgisi yoktur aslında. Tamamen uydurulmuş bir diyardır. Bu diyarın kralının Aretusa adında bir kızı vardır. Kralın sağ kolu ve danışmanının da Erotokritos adında bir oğlu. Erotokritos Aretusa’ya âşık olur ama aşkını söylemesi ne mümkün? Geceleri kızın penceresi altında şarkılar söyler kıza kendini göstermeden. Gel zaman, git zaman kız kendisine şarkılar söyleyen bu delikanlıya, görmeden âşık olur. Bir şekilde kral bu durumdan haberdar olunca zavallı Erotokritos’a bir pusu kurdurur ama Erotokritos arkadaşlarıyla kralın askerlerini öldürür. Bu arada Erotokritos bakar ki bu aşkın sonu yok, kalkar başka bir şehre gider. Oğlunun hasretiyle babası hastalanır. Aretusa babasının sağ kolu olan ve amcası gibi bildiği bu adama geçmiş olsuna gidince burada Erotokritos’un çizmiş olduğu kendi resmi ile meçhul aşığının kendisine söylemiş olduğu şarkıların sözlerini bulur ve gizlice alır. Bir zaman sonra Erotokritos geri döner; resimler ile şarkı sözlerinin olmadığını görür. Sorar soruşturur. O yokken odasına bir tek Aretusa’nın girmiş olduğunu öğrenir. Kimliğinin ortaya çıktığını anlayan Erotokritos evden dışarı çıkmaya cesaret edemez, hasta olduğunu söyler. Bunun üzerine Aretusa ona bir sepet elma yollayarak, kendi niyetinin ne olduğunu belli eder.

Kral bir gün kızı eğlensin diye bir turnuva düzenler. Bir sürü soylu turnuvaya katılır. Erotokritos da katılıp turnuvayı kazanır. Bu arada artık Erotokritos ile Aretusa gizli gizli buluşmalara başlamıştır. Kral Erotokritos’un arsızlığına çok kızar ve onu ülkeden sürer. Ama gitmeden önce iki âşık gizlice nişanlanır, Aretusa Erotokritos’a bir yüzük verir.

Bir süre sonra kral Aretusa’yı Bizans kralına vermeye niyetlenir. Aretusa razı olmayınca saçlarını kazıtıp, üstündekileri alıp dadısıyla zindana attırır. Hiç merhamet etmez, her ay birini yollayıp kararını değiştirip değiştirmediğini sorar. Ama kızının inadı inattır. Uzaklara yollanmış olan Erotokritos bunları duyar ama ne çare. Ne şehre geri dönebilir ne de Aretusa’ya ulaşabilir.

Derken bir gün Vlahia kralı Atina’yı kuşatır. Kral ve Atina zordadır. Şehir neredeyse düşecektir. Erotokritos yarı büyücü olan süt ninesine gider. Ninesi bir büyü yaparak Erotokritos’un derisinin rengini karartır, şeklini şemalini değiştirir. Tanınmaz haldedir. Tekrar eski haline dönmek isterse içsin diye de bir iksir verir yanına. Böylece Erotokritos Atina surlarına gider ve her gün saklandığı yerden çıkarak Vlahia askerlerini öldürmeye başlar. Sonunda onun sayesinde savaş kazanılır ve kral Erotokritos’a dile benden ne dilersen, der. Tabii Aretusa’yı diler. Kral dünden razıdır ama kızının inadını bildiğinden çok üzülür, mahcup olur. Erotokritos ısrar eder, ben başkayım, der. Kızı ikna edemezler. Bunun üzerine Erotokritos zindanın penceresine gidip oradan Aretusa’nın dadısına, zamanında ayrılırlarken Aretusa’nın kendisine emanet ettiği yüzüğü verir. Yüzüğü gören Aretusa hemen bu yabancı adamla konuşmak ister. Yüzüğü nereden bulduğunu sorar. Epey nazlanan Erotokritos sonunda anlatmaya başlar, ormanda bir çeşme başına gittiğinde orada ölmekte olan güzel bir delikanlı gördüğünü anlatır. Dediğine göre delikanlı iki canavarı öldürmüş ama canavarlardan biri zehirli dişleriyle onu ısırmış ve son nefesini vermek üzereymiş:

EROTOKRİTOS (şiirde zaman zaman ondan Rotokrito diye de söz edilir):

Bitkin bir halde ağlıyor ve iç çekiyordu,
gayret etti ve denedi onu (yüzüğü) çıkarmak için,
yapamadığını görünce tekrar bana gösterdi,
ve parmağımı tuttu onu bana takmak istiyordu.
ağlayarak o gümüş parmaktan çıkardım yüzüğü,
ona verdim, tuttu ve dudağına yaklaştırdı,
iç çekerek öptü ve bana verdi.
O zaman yalnız kulaklarımın duyduğu yavaş bir sesle
Ve dudakları dedi ki: “seni kaybettim Aretúsa”
ama yemine benzeyen iki söz söyledi,
ama ayırt edemedim, dili dolanıyordu.

yalnız bunu söyledi ve hayatı tükendi.
ve acı bir iç çekişle canını teslim etti.
Bu gördüğün eller acele bir çukur kazdılar,
bunlar onu kaldırdılar, ve bunlar onu gömdüler.[1]

ARETUSA

Rotokrito artık yaşamımı uzatmak neden dileyeyim
Artık hangi umudum kaldı da beklemeyi isteyeyim?[2]
                                       …
benim Anam da, benim Babam da oluyordun.
Paçavralar giyindim, samanlarda uyudum,
fakirliği umursamam, acıları dert etmem.
Senin için asaleti inkar ettim, zenginliği reddettim,
beni senin için bu hapishaneye koydular.
Senin için iç çekiyordum, senin için acılarım vardı,
Senin için bugün beş yıldır çile çekiyorum.
Eziyeti anlamadım, acıları duymadım,
senin hatıralarınla kaderi yeniyordum.
Kaderim, bana edeceğin başka kötülük kaldı mı?[3]
                                      …
Ayıldı, döndü tatlı dili konuştu,
“Doğru mu Rotokrito seni canavarlar mı öldürdü?”
Bir defa daha derinlerde saklanmış gözyaşları,
şimdi yol bulup akıp duruyorlardı.
ve ağırdan başlayıp giderek çoğaldılar,
ışıldayan çizgi gibi öyle tertemiz döküldüler,
Diğer yandan Rotokritos bunlarla kendine geldi
ve ona eziyet etmenin zamanı olmadığını gördü.[4] 

İşte bunun üzerine Erotokritos üzerindeki büyüyü kaldırıp asıl haline döner ve mutlu sonla biter şiir. Evlenirler, Erotokritos da kral olur…

Naif ressam Theofilos'un fırçasından Erotokritos ile Aretusa, 1933.

Buraya kadar her şey normal. Güzel, destansı ve uzun bir şiirden söz ediyoruz. Fakat tuhaf olanı bu şiirin Girit toplumu üzerindeki etkisi. Üstelik bütün toplum üzerindeki etkisi. Yani hem Hıristiyan hem Müslüman halk üzerindeki etkisi. Erotokritos ile ilgili bir makale okumuştum bir zamanlar, ne yazık ki bir yere not etmemişim, o yüzden detaylarını paylaşamıyorum, İngilizce bir makaleydi, orada sanki bu şiir sadece Hıristiyan Giritliler tarafından okunuyormuş ve Erotokritos’un savaştığı güçler de Müslümanları temsil ettiğinden Hıristiyanlarda bir birlik yaratıyormuş, gibi bir yorum vardı. Buna kesinlikle katılmıyorum, yanlış bir yorum. Çünkü bütün Giritliler Erotokritos’u okuyorlardı. Okuyorlardı derken, okuma yazma bilenleri boş vakitlerinde ya da hayatlarında bir kere açıp bu şiiri okuyorlardı demek istemiyorum. Bu şiiri hıfz etmiş olan insanlar vardı. Başından sonuna kadar neredeyse on bin dizeyi ezbere bilirlerdi. Geri kalan halk ise bazı dizeleri ezbere bilirdi, sevdiği kısımları. Ama herkesin, her bir Giritlinin mutlaka Erotokritos’tan okuyabileceği bir bölüm vardı. (Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan ikinci nesil Giritliler de bunlara dahildir.) Ve her vesile ile bu şiir okunurdu. Yani bayramlarda, seyranlarda, düğünlerde, uzun ve soğuk kış geceleri sobalarının başında, yaz geceleri asma altında – aklınıza gelebilecek her vesile ile. Giritliliğin ayrılmaz bir parçasıydı. Neredeyse kutsal bir metin kadar saygı gören, ciddiye alınan bir şiir. Herkesin dinleyince anladığı ve kendinden bir şeyler bulduğu bir hikâye.

Şiir Türkçeye Prof. Dr. Hakkı Bilgehan tarafından çevrilmiş, transkripsiyonu yapılmış ve Lozan Mübadilleri Vakfı Yayınları tarafından da basılmıştır. Kitabın arka kısmındaki fotoğrafların birinde sözünü ettiğim, bu Erotokritos hafızlarının sonuncularından birinin resmi de var: Sökeli Ali Uğurel. Yani yakın zamana kadar bu şiiri ezbere okumaya devam eden, bu geleneği sürdüren Giritlilerden biri.

Solda, LMV tarafından 2008 sözlü tarih çalışmasında kayda geçirilen Sökeli Ali Uğurel, Erotokritos destanını ezbere okuyan Giritlilerden. Ortada, Erotokritos'un ilk baskısının kapağı. Venedik, 1713. Sağda, Adam yayınlarından eski bir Erotokritos baskısı. Kitapta 10,012 dize, 154 resim yer alıyormuş.

Çocukluğumdan beri benim de kulaklarım Erotokritos melodisiyle dopdolu. Çünkü şiir düz okunmuyor. Melodisiyle birlikte okunuyor. Her ne kadar anlamasam da her dinlediğimde, neredeyse anlayacakmışım gibi gelen şarkı... Her duyduğumda gözlerimi yaşartan, içime dokunan bir melodi. Dinlerken sözlerin ahengini, melodisini, uyumunu, şiirselliğini duymamak mümkün değil. (Eğer youtube’a “Erotokritos bill geo” yazarsanız, dinleyebilirsiniz. Tabii başka birçok yorumu daha var ama bu benim çocukluğumda duyduklarımdan. Yani modern bir yorum yapılmadan lira eşliğinde söyleneni.)

Şimdi düşünün: Bir ada. Ulaşım ve iletişim bugünkü gibi değil. Bir avuç insan Akdeniz’in ortasındaki bu kara parçasında mahpus. Neredeyse tek eğlenceleri bu şiir. Doğdukları andan beri bunu dinleyerek büyüyorlar. Muhtemelen kendi dinlerinin vecibelerini bu aşk hikâyesinin detayları kadar iyi bilmiyorlar.

2015 yılında Kuşadası’nda tertiplenmiş olan Girit sempozyumunda bir bildiri sunan Prof. Dr. Ayşe Nükhet Adıyeke sunumunda çok ilginç bir bilgi paylaşmıştı. Tüm Osmanlı toprakları içerisinde bir tek Girit’te tekeşlilik neredeyse mutlak olarak uygulanmış. İkinci nikahlar da daha çok adaya bir görevle gelmiş memurlar arasında görünüyorsa görünüyormuş. Bu net bir veri.[5] Nükhet Hanım bu bilgiyi paylaşınca benim aklıma doğrudan Erotokritos ile Aritusa geldi. Osmanlı topraklarında bir tek Girit’te tekeşlilik vardı çünkü bir tek onlar doğdukları andan itibaren Erotokritos ile Aritusa’nın aşkını, kutsal bir metin gibi dinleyerek büyüyordu. Bu gerçeği, yani tek bir kadın ile tek bir erkeğin aşkının kutsallığını ve güzelliğini en önemli ve en doğru gerçek olarak görmeyi öğreniyorlardı.

Sonra kendi sülalemi düşündüm. Ve gördüğüm bütün Giritlileri. Erkek-kadın ilişkilerini ve Erotokritos’un etkisini. Eşlerin birbirlerine sadakatleri sadece ahlaklı olmalarından kaynaklanmıyordu; başka türlüsünü düşünemiyorlardı neredeyse!

Gözümün önüne Erotokritos’u dinlerken annem, babam, dayılarım, yengelerim, halalarım, teyzelerim ve eniştelerim geliyor. Babamın bulduğu bir plak vardı onu pikaba koyarlar, ciddi ciddi dinlerlerdi. Annem ile yengenim, birer Aritusa gibi çırpınarak dinleyişini; babam ile dayımın ise “durun hele siz, üzülmeyin, bak sonu nasıl bitecek,” havasındaki o mağrur hallerini hiç unutmuyorum. Doğdukları günden beri dinledikleri, sonunu ezbere bildikleri şiirin acıklı her kısmını dinleyişlerindeki o samimi heyecanları, o kendilerinden geçişleri… Ben Erotokritos’u onların gözlerinden dinledim. Bakışlarından duydum.

“Ne diyo, ne diyo, anlatsanıza,” dediğimiz zaman bize de tercüme ediverirlerdi. Bir yandan da kulaklarımızda Giritlicesi. Babam biraz önce yukarıda alıntısını yaptığım yeri, üç aşağı beş yukarı o şekilde tercüme ettiğinde ben çok hayal kırıklığına uğrardım. Giritlicesini dinlediğim şeyin şiirselliği, duygusallığı, uyumu ile babamın sözlerinin kuruluğu büyük tezattı. Zamanla aradaki farkı hayal gücümle kapatmayı öğrendim. Yani diyordum, mealen böyle, babam şiir olarak çeviremediği için Türkçesi böyle kulağı tırmalayan katır kutur bir şey. Ben de bana anlatılan meali kulağımın bir köşesine iliştirip, Giritlicesini dinlemeyi tercih ederdim, o zevke erişmek için. Çeviri konusundaki kendi yaklaşımımın temelleri ilk o günlerde atıldı. Bir şeyi bir dilden bir dile çevirirken kuru kuru anlamını aktarmamak lazım. Ahengini de vermek lazım. Ruhunu da aktarmak lazım. Aynı derecede etkileyebilmek lazım, diye.

Belki günün birinde Erotokritos ile Aretusa’nın hikâyesini ben de anlatırım, belli mi olur?


[1] Erotokritos, Vitsentzos Kornaros, çev. Hakkı Bilgehan, Lozan Mübadilleri Vakfı Yayını, mısralar 940-954

[2] Agy, mısralar 981-82.

[3] Agy. Mısralar 994-1003

[4] Agi, mısralar 1065-1072

[5] Ayşe Nükhet Adıyeke’nin Girit Nikah Defteri, (1916-1921) ve Girit’teki Aile Adları isimli bir kitabı da bulunmaktadır. Adıyeke Girit’te evlilik konusunda ciddi araştırmaları olan, Girit konusunda bugün için en yetkili isimdir. Girit ile ilgili başka kitapları da mevcuttur.