Evrim Kuran: Ait olduğum nesil, bana şekil veren neslin bir benzeri değildir. Benim davetim kuşak çatışması ifadesini önce dilimizden, sonra bakışımızdan çıkarmak. Çatışma yerine yaratıcı bir uyumsuzluk faydalıdır
14 Haziran 2018 14:30
Telgraftan Tablete Türkiye’nin 5 Kuşağına Bakış, kuşak araştırmacısı Evrim Kuran’ın ilk kitabı. Türkiye’de yaşayan beş kuşağı, alan araştırmaları ve kişisel hikâyeleri üzerinden anlatıyor. Kitabın teşekkür yazısında “Sevmek anlamaktır” diyor Kuran, ninelerimizi ve dedelerimizi anlayacağımız, kızlarımız ve oğullarımızla daha iyi anlaşacağımız umuduyla ele alıyor anlattıklarını.
Altı bölümden oluşan kitap öncelikle kuşağın ne olduğunu anlatıyor. Sonrasında ise tek tek Sessiz Kuşak’ı, Bebek Bombardımanı Kuşağı’nı, X, Y ve Z kuşaklarını anlatıyor. “Bir kuşağı anlamak, bir dönemi anlamaktır. Bir dönemi anladığınızda ise paradigma kıskacına sıkışmaktan kurtulursunuz. Ve sizin gibi olmayanları kendinize ait yargılarla değil, onlara ait gerçeklerle görmeniz mümkün olur” diyor Evrim Kuran. Değişimi böyle tanımlıyor. Yazar aynı zamanda kişisel hayat hikâyesinden pek çok hikâye aktarıyor kitabın içerisinde, aslında hayatlarımızın ne kadar ortak ya da benzer olduğunu dile getiriyor. Okurken bir araştırma kitabının mesafesinden ziyade kendinize dair, geçmiş ve gelecek adına aklınızda kurduğunuz pek çok yargıyı tekrar düşünmeye ve hatta bazı yargıları silip atmanıza yol açıyor.
Evrim Kuran 18 yıldır kuşak analizi yapıyor. 1976 yılında Ankara’da doğmuş. Hacettepe Üniversitesi’nde İngiliz Dili Edebiyatı, Sabancı Üniversitesi’nde Executive MBA bölümlerinde öğrenim görmüş. 2006 yılından bu yana, kurucu ortağı olduğu Dinamo Danışmanlık’ta kuşak araştırmaları, işveren markası ve organizasyonel kültür çalışmaları yapıyor. Aynı zamanda Universum Global Türkiye Lideri. Şimdilerde Kanada ve Türkiye arasında gidip gelerek yaşıyor.
Evrim Kuran ile bugün Türkiye'de yaşayan kuşakları, hayattan beklentilerini ve aralarındaki farkları konuştuk.
Biraz geriden başlamak istiyorum. Kuşak analisti olmak ne demektir, sizi kuşakları araştırmaya iten neden ne oldu?
Kendimi bildim bileli hem geçmişe hem geleceğe meraklı biriydim; bu merakın beslediği iflah olmaz bir epistemolojik açlığım var. Bu alaşımda birinin kuşaklara kafayı takması bana kaçınılmaz geliyor. Kırk yaşındayım. 2000 yılından bu yana bu konuda kesintisiz çalışıyorum. O yıllarda kuşak konusu bugünkü kadar popüler değildi. “Kuşak mı, o da ne” diyenlerin yanı sıra, kimi akademisyenler, kimi danışmanlar, kimi akıl hocaları tarafından “Bırak bu işleri” diye çıktığım yoldan döndürülmeye çalıştığım çok oldu. Bırakmadım. Neresinden tutulması gerekirse orasından tuttum. Çalıştıkça gördüm ki jenerasyonel sistem, içinde sosyoloji, antropoloji, psikoloji, ekonomi bilimlerinden parçalar barındıran harikulade bir araç. Geçmişi anlama, geleceği öngörme aracı. Bir kuşağı anlamak, bir dönemi anlamak demek. Bir dönemi anladığınızda da paradigmanın kıskacına sıkışmaktan kurtulursunuz. Ve sizin gibi olmayanları kendinize ait yargılarla değil, onlara ait gerçeklerle görmeniz mümkün olur.
Türkiye’de şu anda hangi kuşaklar bir arada yaşıyor? Bu kuşaklar arasındaki en belirgin farklılıklar neler? Birbirleriyle ne kadar birlikte yaşıyorlar?
Türkiye’de şu an beş kuşak birlikte yaşıyor. İki dünya savaşı arası doğmuş, Cumhuriyet’in ilk nesli olan Sessiz Kuşak (1927-1945), bugün artık yüzde 90’ından fazlasının yer almadığı çalışma yaşamına sıkı çalışmayı, sadakati, saygıyı yerleştirmiş olan kuşaktır. Geleneklerine bağlıdırlar; istikrar diğer adlarıdır. Dünyadaki yıllık doğum hızındaki büyük artıştan ismini alan Bebek Bombardımanı Kuşağı’nın (1945–1964), kuşaklar teorisine göre rasyonel aklı, düşünmeyi temsil ettiğine inanılır. Önce çocuklarına daha sonra ise anne ve babalarına bakan bu kuşak, kalabalık ailelerin belki de son temsilcisi. Ve belki de bu özelliklerinden dolayı, kendilerinden olmayan kuşaklarla da en iyi anlaşan jenerasyondur. Kuşak döngüsünde bireyciliği temsil eden X Kuşağı (1965-1979), Türkiye nüfusunun yüzde 20’sini oluşturuyor. Bugünkü iş yaşamında önemli ölçüde liderlik koltuklarında gördüğümüz bir X Kuşağı var. Bu öyle bir kuşak ki, iş yaşamının ilk döneminde iş yerinde ciddi olmayı öğrenmiş; gülmeyi, eğlenmeyi iş dışına bırakmış. Sonra bir zaman gelmiş ve bu kuşağa demişler ki: “Şimdi gündem “İşte eğlence,” “Hadi, hep birlikte eğlenmeyi öğreneceğiz!” Y Kuşağı (1980-1999) ise önceki kuşak gibi sonuç odağında kalmak değil sürecin tadını çıkarmak isteyen, saygının hak edene sunulması gerektiğine inanan, içinde bulunduğu topluluğu etkileme ve onlardan etkilenme eğilimi yüksek, harekete geçmek için anlam arayan, eşzamanlı olarak birkaç işi birden yapabilen, teknolojiyi çok iyi kullanan, kariyer yaşamları boyunca 10 kereden daha fazla iş değiştirebilecekleri öngörülen ve dahi iş bulmadan işten ayrılabilen, kısaca hem gündelik yaşamın hem de iş yaşamının kodlarını yeniden yazan bir kuşak. Z kuşağı (2000 - 2018) için araştırmalarla kanıtlanmış davranış kalıpları ortaya koymak için zamana ihtiyacımız var. Ama hem kuşak teorisinin öngörülerine hem de kuşağın güncel davranış kalıplarına bakarak, daha yaratıcı, daha sahici, daha uyumlu bir dönemin başladığını düşünüyorum.
Z kuşağı teknoloji olarak, istediği her bilgiye tek tuşla ulaşabilme açısından daha şanslı olsa da duygusal ve manevi tecrübe açısından diğer kuşaklardan daha mı şanssız?
Tam tersi. Z Kuşağı, Y Kuşağı’nın araladığı kapılardan girecek olan şanslı bir kuşak. Y ve Z Kuşağı’nın dev bir küresel köyün dijital vatandaşları olmak gibi ortak özellikleri var elbette. Ama Z kuşağı hayatı ele alış biçimi yaşam tarzı ve belirgin farklılıklarla geliyor. Daha sade, daha sakin, daha net bir kuşak bekliyorum. Z Kuşağı’nın ergin bireyler hâline geleceği yakın gelecekte, sadeleşme, sürdürülebilirlik, girişimcilik ve sivil toplum inisiyatiflerinin değer kazanacağını, doğa dostu ürünler, barışçıl bir dil ve yaratıcı zekânın her zamankinden daha kıymetli olacağını düşünüyorum. Duygusal zekânın en önemli yetkinliklerden biri olduğu bir yeni çağın çocukları bunlar. Dünyaya epeydir unuttuğu kavramları hatırlatacaklarını düşünüyorum.
Gezi’ye kadar 1990’lar sonrasında doğanların apolitik oldukları söylenirdi. Sonra Gezi ortaya çıktı ve sanki o kuşağın apolitik olmadığını, ama politikadan başka bir şey anladığını gördük. Bu kuşak hakkında siz ne diyeceksiniz? Gezi kuşağı diye bir kuşaktan bahsedebilir miyiz? Ya da Gezi kuşaklararası bir siyasal zemin oluşturabildi mi?
Jenerasyonel sistem içinde döngüsel biçimde yer alan dört kuşaktan biri gerçekten apolitik. Çünkü sistematik olarak depolitize edilmiş bir kuşak. Ama bilinenin aksine, o kuşak Y Kuşağı değil. En apolitik olarak kabul edebileceğimiz kuşak 1965-79 arası doğduğunu varsaydığımız X Kuşağı. Çünkü siyasallaşmanın bedellerini en ağır biçimde ödeyen önceki nesil ebeveynleri tarafından evden olaylara karışma diye okula uğurlanan çocuklar onlar. Öğrenciyken de olaylara karışmadı çoğu, büyüdüklerinde de. Gezi’ye gelince, Gezi Kuşağı diye bir kuşaktan bence bahsedemeyiz. Türkiye’de 81 ilin 80’inde ortaya çıkan sivil itaatsizlik hareketi olan Gezi direnişi sürecinde yapılan çok çeşitli direnişçi profili araştırmasının da ortaya koyduğu gibi, eylemlere katılanların %70’lik bir oranını Y kuşağı oluşturuyordu. Ve bu gençler önceki kuşaklardan ebeveynlerini veya yakın çevrelerini de eylemin aktif parçası olmaya davet ettiler; çoğunlukla başardılar da. Gezi’yi siyasal bir hareket olarak okumanın doğru veya yeterli olduğunu düşünmüyorum. Bence Gezi –tıpkı benzer dönemlerde dünyanın farklı coğrafyalarında gençlerin aktif katılımıyla gerçekleşen diğer Occupy (İşgal) hareketleri gibi- bir orta sınıf, şehirli genç isyanıydı. Müdürüne, yöneticisine, okulda öğretmenine, kural koyucuya, kanun yapıcıya, her türlü otoriteye karşı sadece sosyal medyanın duvarlarından verilen tepkilerin sokağa inmiş hâliydi. Sadece siyasette değil, yaşamın her alanındaki muktedirlere verilen bir mesajdı Gezi. Ağırlıklı olarak plazalardan sokağa taştı. Siyasal bir kararlılığa evrilmesini ve ülkenin sorunlarını çözmesini ben kendi adıma beklemiyordum. Ve öyle olmadı da.
1990’lar sonrasında doğanları, kendilerinden önceki kuşaktan farklılaştıran neydi? Bu kuşağın özgün bir tarafı var mıydı? Bu özgünlüğün kaynağı neydi?
1980-1999 yılları arasında doğduğu kabul edilen kuşağa Y Kuşağı diyoruz. Kimdir bu Y Kuşağı derseniz, 7,5 milyarlık dünyanın yüzde 31’i, 81 milyonluk Türkiye’nin yüzde 32’si bu kuşağa ait. Bir başka deyişle, Avrupa’nın pek çok ülkesinin toplam nüfusundan daha fazla sayıda Y Kuşağı bireyi barındırıyor bu topraklar. Bu kuşağın büyüdüğü yıllar, dünya Körfez Savaşı, 11 Eylül gibi olaylarla didişirken, ülkemizde refah ve kriz dönemlerinin iç içe geçtiği yıllar. İnternet, iPod, Playstation eğlencelerinin hayatımıza girdiği yıllar. Dünyanın evvelce hiç karşılaşmadığı baş döndürücü bir hız ve dehşet verici meydan okuyuşlarla buluştuğu yıllar. İşte, bu zorlayıcı bağlamın misafirleri olan Y Kuşağı, önceki kuşak gibi sonuç odağında kalmak değil, sürecin tadını çıkarmak isteyen, saygının hak edene sunulması gerektiğine inanan, içinde bulunduğu topluluğu etkileme ve onlardan etkilenme eğilimi yüksek, harekete geçmek için anlam arayan, eşzamanlı olarak birkaç işi birden yapabilen, teknolojiyi çok iyi kullanan, kariyer yaşamları boyunca 10 kereden daha fazla iş değiştirebilecekleri öngörülen ve dahi iş bulmadan işten ayrılabilen, kısaca hem gündelik yaşamın hem de iş yaşamının kodlarını yeniden yazan bir kuşak.
Ne vakit Y Kuşağı’nın önceki kuşaklara göre ayırt edici özelliklerinden konuşsak “Canım olur öyle, biz de gençken böyleydik; büyüyünce geçer” yorumlarıyla da karşılaşıyorum. Y Kuşağı’nda baskın biçimde öne çıkan değerler aile, adalet, sağlık gibi temalarken, önceki kuşakta karşımıza daha çok başarı, performans, en iyi olma gibi kavramlar çıkıyor. Bu analizi bence şöyle okumak mümkün: Bence X Kuşağı önce başarılı olayım ki, sonra zaten mutlu olurum, diyor. Y Kuşağı gerçek yaşamın dokusunun korunduğu, önce mutlu olduğu ve insan olarak hak ettiği değeri gördüğünü düşündüğü bir ortamda var olmak istiyor. Başarılı olmak için önce mutlu olmam lazım, diyor. Sebebi çok açık: İnsan kendinde olmayanın peşindedir. Ve bu kuşak duyguların epeydir unutulduğu, çok acımasız bir dünyada kendine yer bulmaya çalışıyor.
Kuşaklar birbirleriyle hangi yolla iletişim kurar, hangi noktada anlaşamaz? Kuşak çatışması dediğimiz şeyin bugüne yansıması nasıldır? Bu çatışmayı dindirmek mümkün mü? Hatta gerekli mi?
Her yeni nesil, hayatın iktidarında olan orta yaşlı nesilde gördüklerini düzeltmeye ya da telafi etmeye çalışır. Ardıl kuşakların çelişmesindeki temel neden budur. Ait olduğum kuşak, sosyal mirasımı devraldığım önceki kuşağın benzerini yaratmaz; tam tersini yaparlar. Ait olduğum nesil, bana şekil veren neslin bir benzeri değildir. Buna halk arasında kuşak çatışması deniyor –ki benim davetim kuşak çatışması ifadesini önce dilimizden, sonra bakışımızdan çıkarmak. Çatışma yerine yaratıcı bir uyumsuzluk faydalıdır. Kuşaklar sağlıklı bir etkileşime girebilirlerse, birbirlerini yargılamadan birbirlerinin gerçeklerini görmeyi öğrenirlerse, uyumsuzluğun kökleri ile yüzleşirlerse, ortaya harika sonuçlar çıkabilir.
Yıllardır kuşak üzerine çalışıyorsunuz, bu alanda çalışmaya başladığınızdan bu yana dünyaya ve kendinize bakışınız nasıl değişti?
Farklı zaman dilimlerinde geçen altı farklı hikâyeyi aynı kurguda birleştiren Cloud Atlas (Bulut Atlası) filmini izlemiş miydiniz? Henüz izlemeyenlere öneririm. Tıpkı Şemsi Tebrizi’nin her şey ve herkesin görünmez iplerle birbirine bağlı olduğunu söylediği gibi, bu film de şunu söylüyor: “Yaşamlarımız sadece bize ait değil, başkalarına bağlıyız… Geçmişte ve şu anda, işlediğimiz her suçta ve yaptığımız her iyilikte geleceğimizi yeniden kuruyoruz…” Ben kuşaklara baktığımda işte bunu gördüm. Dünyada ve Türkiye’de yaşayan kuşaklar üzerine yaptığım araştırmaları bir süre sonra kendi köklerime de indirgedim; sosyolojik çalışmalarla yetinmedim, Sistem Dizimleri konusunda da eğitimler aldım, çalışmalar yaptım. Kendi aile sistemimi ve sosyal ve kültürel mirasımı devraldığım kuşaklarımı da çalıştım. Suya atılmış bir taş gibi, kuşak çalışmalarımın etkisi dalga dalga büyüdü, yaşama, geçmişe ve geleceğe dair başka bir kavrayış sağladı bana. Hoşgörü sınırlarımı genişletti ve zamanın ruhuna yaklaştırdı.
Türkiye Cumhuriyeti devletinin gençleriyle ve genel olarak gençlik kavramıyla arası nasıl? Farklı idareci kuşaklar, bu bağlamda bir farklılık yaratabildiler mi? Genç ne demektir bir devlet için? Türk devleti için ne demek?
Türkiye 81 milyonluk nüfusu ve 31 ortalama yaşı ile genç bir ülke. “Yenilikçilik,” “çeviklik,” “gelecek,” “vizyon” gibi sözcüklere ışıklı sahnelerde yer vermeyi seven, sözüm ona genç olmakla övünen de bir ülke; ama bana sorarsanız, gençlerini sevmeyen genç bir ülke. Bu da yeni bir durum değil. Epeydir böyle. 6 Mayıs 1972’de Deniz ve Yusuf 25, Hüseyin ise 23 yaşındaydı. Erdal Eren, 17 yaşındayken yaşı büyütülüp idam edildi. Hasret Gültekin Madımak’ta 22 yaşındaydı. Hasret’le o gün aynı kaderi paylaşan 37 candan 20’si, 25 yaşın altındaydı. 2013 Haziran’ında yitirdiğimiz Suruç’taki 33 can… Gençtiler...
Her yıl bir milyon üniversite mezunu verdiğimiz Türkiye, dünya yetenek kıtlığı istatistiklerinde ilk beşte. Yani istihdam edilemez gençlerin oranında rekor seviyelerdeyiz. Okulunu yarım bırakma, ne işte ne eğitimde yer alma, stres seviyesi gibi oranlarda da Türkiye gençlik istatistikleri çok çarpıcı. Demek ki gençlerimize alan açmıyoruz; onlara çağa uygun kanatlar tasarlayamıyoruz; yaratıcı, üreten, sorgulayan bireyler olmalarını zaten hiç istemiyoruz. Türkiye genç olmak için kolay bir ülke değil.
Sessiz kuşağın sesini duyurabilmek için sanatla başkaldırı yaşadığını anlatmışsınız, şimdi her şeyin bu kadar çabuk duyulabilmesi, 280 karakterle her şeye rahatça tepki gösterebilmek sanatı öldüren şeyler olabilir mi?
Dijital araçların nasıl kullanıldığına bağlı bu. Bu hızı ve teknolojik yetkinlikleri sanatın toplumun her kesimine yayılması ve derinleşmesi için de kullanabilirsiniz; yaratımın vasatlaşması, vasatın kahraman olması için de. Bence bilimin ve demokrasinin geliştiği ülkelerde dijital medya sanat için de kaldıraç etkisi yaratırken, bunların yeterince gelişmediği ülkelerde sosyal medya bırakın fayda yaratmayı, dibini hâlâ göremediğimiz bir vasatlığa doğru çekiyor bizi.
Kitabın sonunda yazmışsınız, “Ne zaman bir çocuktan bir katil, bir hırsız yaratılıyor?” Bunun bir cevabı var mı sahiden?
Evet, kitapta Z kuşağını anlattığım bölümde Eskişehir’den bir örnek verdim. Mihalgazi Ortaokulu’nda, haftada iki gün Dürüstlük Kantini diye bir uygulama gerçekleşiyor. Dürüstlük Kantini’nde kasada görevli yok. Öğrenciler istedikleri ürünleri alıp ücretini kasaya kendileri bırakıyor, para üstünü kendileri alıyorlar. Okul müdürü ve öğretmenler kasanın hiçbir zaman eksiye düşmediğini, aksine çoğunlukla fazla para çıktığını söylüyorlar. Herhangi bir kontrol mekanizması kullanılmıyor; adaleti çocukların vicdanları ve değerleri sağlıyor. İnsan düşünmeden edemiyor: Tam olarak ne zaman çocukluk değerleri ederinden eksiğine bozduruluyor? Tam olarak ne zaman bir çocuk dürüstlük kantiniyle alışverişi kesiyor? Tam olarak ne zaman bir bebekten bir katil yaratabiliyor karanlık, ve bir çocuktan da bir hırsız? Çocuklarını ve gençlerini sevmeyen toplumlarda çocukluk ana vatanı terk ediş gibi. Yetişkinliğe geçiş böyle toplumlarda çok sancılı; çünkü ayakta kalmak için değerlerini ucuza bozdurmak zorunda kalıyor yetişkinler.