"Bireyler arasındaki ilişkileri iğne deliğinden görecek kadar ustadır Atay; dolayısıyla Tehlikeli Oyunlar’da olduğu gibi basit bir tavla oyunundan bireyin kendini ötekiler karşısında var etme savaşını betimlerken okurunu edebiyatın en yüksek düzeyine taşır. Toplumsal sorunları maddi toplum ilişkileri açısından görmeye gelince: Bu kesinlikle Atay’ın güçlü kası değildir."
21 Temmuz 2022 18:30
Ahmet Ergenç, 23 Mayıs 2022 tarihli “Oğuz Atay’ın Pankartı” başlıklı yazısında Eylembilim için şöyle diyor:
“... bu kitapta, ‘ne yapmalı’ sorusu bir pankarta dönüşmüş, anlatıcının üzerine gelmektedir. Artık ‘eylem’ ertelenebilir bir şey değildir. Ve ironik mesafesi ortadan kalkan anlatıcı, pankartlara dair mesafeli bir gözlem yapmaktansa kendi pankartını açar, kendinden büyük bir pankartın parçası olur.”
Yazının başında da şunu belirtmiş:
“[Eylembilim] ve benzeri kitaplar edebi avangardla siyasi avangardı birleştirmişlerdir. Ve o eski ‘edebiyat mı, siyaset mi’ tartışması kapanmıştır.”
Bu ifadeyle birlikte Ergenç’in örnek verdiği diğer metinler Bilge Karasu’nun Gece, Latife Tekin’in Gece Dersleri ve Sevgi Soysal’ın Yürümek isimli romanlarından oluşuyor. Ergenç’in yazısı, katılmadığım kısımlarına rağmen edebiyat/siyaset ilişkisini tartışabilmek için bir potansiyel taşıyor. Ayrıca, belki de yarım kaldığı için hep kenarda kalan Eylembilim’in hatırlanmasını önemli buluyorum. Ergenç’in yazısında ilginç bir tahmini var: Ergenç’e göre Eylembilim, “... eğer yaşasaydı Atay’ın yönelebileceği edebi kanalları göstermesi açısından kritik bir metin” olarak değerlendirilmeli. Atay’la ilgili “eğer yaşasaydı” diye başlayan cümleler çoğunlukla “Türkiye’nin Ruhu” başlığını vermeyi hayal ettiği yazılmamış o büyük roman imgesine bağlanır. Oysa gerçekten Atay’ın hemen hemen aynı yıllarda yazmaya giriştiği metin budur: Eylembilim. Günlüğünden ve mektuplarından izleyebildiğimiz kadarıyla son yıllarında Türkiye’nin Ruhu’ndan çok Eylembilim’e kafa yormaya başlamıştır.
Bu yazıda niyetim Eylembilim’le ilgili tartışmayı genişletmenin yollarını aramak; bunun için açıkçası –lafı uzatmaktan çekinmeden– ‘70’lerin atmosferinin edebiyat açısından nasıl göründüğüne de inmek gerektiğini düşünüyorum. Devamında Eylembilim’i kendi bakış açımla okumayı deneyeceğim; bu okuma, Ergenç’in saptamalarından bir bölümüne aykırı olacak; çünkü her şeyden önce Eylembilim’in bir pankart metin olarak yorumlanmasının yanlış olduğu görüşündeyim. Ayrıca adı geçen yazının Atay’ın sol siyasete ve genel olarak sol çevrelere bakış açısıyla ilgili gözden kaçmaması gereken noktaları atladığını düşünüyorum.
40 Hadis’i yazdığım dönemde ‘70’li yılların siyasi atmosferini sol açısından gören bir karakter tasarlamak niyetindeydim. Romanın bütünlüğünden sapmadan bir çeşit uzak akrabalık kurgulayabilmeyi umuyordum. İlk romanı yazmanın hevesiyle hikâyenin çapını zorlamaya kalkmış olabilirim; ama bugün de romanın ansiklopedist bir tür olarak biçim, konu ve hatta yapı açısından kapsayıcı olması gerektiği fikrinden kurtulabilmiş değilim. Uzatmadan: Yaşamadığım bir dönemi ve benzerlerini doğrudan tanımadığım karakterleri –hiç değilse inandırıcı ölçülerle– yazmak için kaynağa ihtiyacım vardı. ‘70’li yılların sol hareketleriyle ilgili hiç yazılıp çizilmemiş değildi; ama kendi amacım açısından ciddi bir yetersizlikle karşılaştım. Döneme ilişkin –bir romanı besleyebilecek türde– veri toplayabileceğim birkaç türde kaynak vardı: Süreli yayınlara ait arşivler, dönemi yaşayanların anıları ve dönemle ilgili yazılmış edebiyat yapıtları, yani başka romanlar! Özellikle “12 Mart” romanının zengin bir içerik sunacağını ummuştum; ama bir bölümünü 40 Hadis’i yazmadan çok daha önce okuduğum bu metinlerin sadece tarihin o dönemini yansıtmaktan uzak kalmadığını, aynı zamanda ‘romanesk’ diye tarif edebileceğim gerçekliği yaratmada yetersiz kaldığını düşünmüştüm. Açıkçası o döneme ilişkin yazılanlar arasında heyecan verici tek kaynak Gün Zileli’nin anılarını derlediği Yarılma ve Havariler olmuştu.
Bu girişten sonra ilk akla gelen soru şu olacak sanırım: 12 Mart romanı dönemi yansıtmada ya da büyük bir bilmişlikle ortaya attığım ‘romanesk gerçeklik’ denen şeyi sağlamakta ne açıdan yetersiz kalmıştı? O dönem çıkan süreli yayınlar kaynak olarak neden yetersizdi? Zileli’den başka pek çok yazar anılarını yazmadı mı? Dönemle ilgili kitaplar yok mu? Hiç değilse Sosyalizm Ansiklopedisi’nin sayfaları karıştırılamaz mı? ‘68 kuşağından olup anılarını ve tanıklıklarını yazan onca isim varken bu ‘yetersizlik’ fikrine nasıl vardım? Bu yazıda biri dışında bu soruların hepsine kısa kısa yanıt verebileceğim; belki tartışmanın genişlemesi için bir imkân olursa devamını getirmeye mecal bulabilirim. Kısa yanıtlarla ‘anılar’ ile başlayalım:
‘70’li yılların sol siyasi hareketleri üstüne yazılan anı/tanıklık metinlerinden ulaşabildiklerimden hiçbiri Zileli’nin Yarılma ve Havariler’inde yarattığı canlılığı taşımıyordu. Zileli insan ilişkilerini gerilim, çatışma ve dengeleri üstünden, kendi iç dünyasını da yansıtmaktan çekinmeden, eleştirel bir enerjiyle kaleme almıştı. Başka anı/tanıklık metinlerindeyse yazarların otosansür ve ‘dava’ uğruna çok şeyi perdelediğini sezebiliyordum. Bunu söz konusu yazarların kusuru olarak da görmüyorum; bu yazarların önemli bir bölümü darbeden sonra ağır hapishane koşullarında ya da sürgünde yaşamını sürdürmek zorunda kaldı. Gençlik yıllarında devrimcilik biraz da ‘askerî kişilik’ geliştirmeyi gerektiriyordu; böyle bir iç disiplinin bu kişileri geçmişe ‘dava’ değerleri açısından bakıp eleştirinin dozunu ayarlamaya sevk etmesi beklenebilir. Dahası, bellek böyle durumlarda yaşlanmış bir hayvan gibidir; canını yakmadan harekete geçirmek mümkün değildir. Bu koşullarda bireyler bilinçli ya da bilinçsiz olarak unutmayı ya da hiç aklına getirmemeyi seçebilir.
Burada şunu da not düşmek gerekiyor: Özellikle ‘70’li yıllar boyunca sol siyaset içinde etkin olan kişilerin çoğu ‘kendileri hakkında’ düşünmeyi belki de gerçekten kenara bırakmışlardı. Kişiliklerini törpüleyip güdükleştirmiş değillerdi, hayır; aksine, ‘70’li yılların hareketliliğinin içinde entelektüel yönlerini zenginleştirme arayışında bireyler yer almıştır. (Zileli’nin anılarına özellikle ‘60’lı yılların başındaki kısa süreli özgürlük havasının geleceğin devrimcisi olacak gençleri nasıl beslediğini anlatan bölümlere başvurulabilir.) Öte yandan kişiliklerini ‘askıya almış’ olduklarını düşünmek de bana zor gelmiyor. Ama sonuçta o anılar içinde romancı olarak aradığım şey kesinlikle yoktu: Bir devrimcinin gündelik pratiği. Bir işçi grubunu örgütlemeye gittiğinde neler konuşulduğu, neler giyinildiği, bir dergi çalışması sırasında insanların aralarında nasıl şakalaştığı, birbirine hınç duyanlar, ufak tefek şeylere öfkelenenler…
Dönemin süreli yayınlarıysa propaganda düzeyinde kalmıştı. Teorik değeri olabilecek yazılar bile kavramsal açıdan yetersizdi. Özellikle ‘70’lerin ikinci yarısından sonra eyleme geçme ve faşizme karşı hayatta kalma uğraşı içinde bu yayınların içerik olarak sönükleşmesi beklenebilecek bir şeydi. Her şeye rağmen bu yayınlar içinde birkaç ilginç örnek bulmak mümkün olabilirdi; ama bu da samanlıkta iğne aramaktan farksız olacaktı.
Gelelim meselenin en sorunlu yanına: Dönemi işleyen romanlar ne açıdan yetersiz kalıyordu?
Yazının bu bölümünde yine Gün Zileli’nin yakın bir tarihte yayınlanan “1960-70 Dönem Romanlarında Toplumsal Mücadele” başlıklı eleştiri derlemesini bir çeşit kaldıraç olarak kullanacağım. Zileli’nin bu çalışması aslında dönem romanları üstüne çeşitli mecralarda yayınladığı eleştiri yazılarının gözden geçirilip bir araya getirilmesinden oluşuyor. Zileli; Demir Özlü, Oya Baydar, Pınar Kür, Mahir Öztaş, Muzaffer Oruçoğlu, Ömer Madra, Maureen Freely ve Vedat Türkali’nin belli romanları üstünden hem kişisel tarihini hem de –takıntılı denecek ölçüde ilgili olduğu– bu dönemi yeniden okuyor. Yeri geldiğinde romanlara biçimsel açıdan da değer biçiyor. Kitapta ayrıca Dag Solstad’ın kaba tabirle Norveç’in ‘68’ini anlattığı Lise Öğretmeni Pedersen’in Ülkemize Musallat Olan Büyük Siyasi Uyanışa Dair Anlatısı başlıklı romanı üstüne de bir değerlendirme var. Solstad ülkemizde sevilen bir yazar olmasına rağmen romanı hakkında Zileli’nin giriştiğine benzer karşılaştırmalı bir değerlendirmenin henüz yazılmamış olması da şaşırtmıyor. Demek hâlâ ‘68’in nüfuz edemediğimiz, konuşamadığımız ya da konuşmak istemediğimiz bir yanı var.
Dikkatli okur şunu görmüştür: Gün Zileli’nin listesinde Füruzan’ın 47’liler’i, Sevgi Soysal’ın meşhur romanları ya da Ağaoğlu’nun Bir Düğün Gecesi yok. Kitabın yazılış sürecine tanık olmasaydım bu eksikliği yazarın zaman bulamamış olmasına bağlayabilirdim; ama Gün Zileli’nin adı geçen (ve daha fazlasını) metinleri okuduğunu ve bilinçli olarak derlemesine dahil etmediğini yakından biliyorum. Okuması ve hakkında bir değerlendirme yazması için özellikle ısrar ettiğim Eylembilim’i ise sevmesine rağmen sanırım tamamlanmamış olduğu için eledi.
“12 Mart Romanı” başlığı yanlış bilmiyorsam Berna Moran’a ait; Moran eleştiri kuramı konusunda yetkin bir akademisyen ve araştırmacıydı. Bir romanın biçimsel özellikleri ve tarihsel bağlamı içinde nasıl değerlendirilebileceğine ilişkin öğretici ipuçları bırakan üç ciltlik incelemelerinin bir bölümü 12 Mart romanlarıyla ilgilidir. Ancak incelemeci ile eleştirmeni ayırmak gerekiyor; Moran incelediği yapıtlara karşı temkinli bir yol izlemiştir, dahası bu yapıtların taşımaya talip olduğu gerçeklikle kurduğu ilişkiyi değerlendirmeyi kendi pratiğinin bir parçası olarak görmemiştir.
Moran’ın yaklaşımını bir kenara bırakacak olursak, 12 Mart romanlarıyla ilgili ana hatlarıyla şu yargı yanlış olmaz: Birkaçı dışında bu romanların yazarları işledikleri olayların dışındaydı. Ama yaşananlarla ilgili muhtemelen yakın çevrelerinden ve dönemin basınından edindikleri bir fikirleri vardı. Haliyle gözlemlerini roman biçimi üstünden kayda geçirme yoluna gittiler. Diğer bir deyişle, romancıyla nesnesi arasındaki boşluk makul olandan daha büyüktü; bu durumda romancının iki seçeneği vardır: Malzemesini ve malzemeyi işlemesine yarayacak aygıtları geliştirir. İkincisi ise romancı olarak kendi dünya görüşüne ve hayal gücüne bel bağlar. Hayal gücüne başvurmanın yanlış bir yanı yoktur elbette; ama aktüalitenin bombardımanı içinde hayal gücünün özgünlüğünü sürdürebilmek sanıldığı kadar kolay değildir. Bana göre 12 Mart romanlarının büyük bir bölümü bu ikinci engele takılmıştır.
Örneğin 47’liler devrimci gençlerin ilişkilerini sevecen yakınlıklar üstünden kurgular; romana zenginlik katan türde çekişmeler olmadığı gibi, klişe temalara da kolayca kapılır. Roman, Füruzan’ın öykülerinde yarattığı anlatımsal estetiğin siyaset alanına uygulanma çabası olarak bile güvensiz bir yerde durur. Romanda tek ilginç şey bana göre Emine’nin annesinin ihtiraslı halleridir. (Zileli doğrudan 47’liler ile ilgili yazmamış olsa da kitaptaki bazı yazılarında olumlu denebilecek notlar düşmüş. Bunlardan birinde Füruzan’ın taşradan gelen halk çocuklarının devrimci mücadeleyi daha gönülden sahiplendiği yönündeki yorumuna dikkat çekiyor örneğin.) Devrimcilere ilişkin ise iyi çocuklar oldukları dışında hemen hiçbir şey öğrenmeyiz; dönemin siyasi tartışmaları, fraksiyonların çeşitliliği, gerilimler hiç yok, hiç yaşanmamış gibidir.
Ağaoğlu’nun Bir Düğün Gecesi’ni ise dönemi işlemesi dışında gençlik hareketleriyle ilişkilendirmek pek mümkün görünmüyor; elbette 12 Mart sonrasını anlatması bakımından değerlendirilebilir, bu yönüyle belki sadece bir “dönem” romanıdır, ama o kadar. Tıpkı Füruzan’da olduğu gibi Ağaoğlu da kendi ajandasıyla daha ilgilidir.
Zileli’nin derlemesi Demir Özlü’nün romanlarıyla başlıyor. Özlü’nün romanlarının ekseni –dönemin siyasi dünyasını işlese bile– çoğunlukla kadın-erkek ilişkileri üstünden ve çoğunlukla da erkeğin bilge/eleştirel bakış açısıyla gelişiyor. Ancak bu romanlar Zileli’nin de gösterdiği gibi o dönemde zengin aile çocuklarının Mao’culuğa (belki de meşhur “Kültür Devrimi” rüzgârıyla) eğilimli olması gibi ayrıntıları yakalaması bakımından da şaşırtıcıdır. Zileli, değerlendirmesinde Özlü romanlarının içeriğini dönemin “strateji” ve “sınıf” tartışmaları açısından da mercek altına alıyor:
“Demir Özlü’nün romanlarında anlatılan sınıfsal ilişkiler açısından bakacak olursak gördüğümüz şudur: Sosyal hayatta hâkim güç ya da egemen sınıf namına karşılaşılan ne emperyalizm ve onun işbirlikçisi olduğu farz edilen sınıfsal kesim ne de feodal ya da yarı-feodal toprak ağalarıdır. Somut sosyal hayatta karşılaşılan üst sınıf, burjuvaziden ve onunla iç içe olan devlet bürokrasisinden ya da politikacılardan başkası değildir.”
Romanın akışı içinde Demir Özlü’nün TİP’ten atılmasına neden olan 1964 yılındaki “Çift Sandık” uygulamasından söz edilmesi ilginç bir basamak oluşturuyor. Zileli meraklısı için bu olayı da kitabında romandaki anlatımıyla karşılaştırmalı olarak detaylı biçimde açıklıyor. Bu tür ayrıntıların aydınlatılması edebiyat eleştirisinde nadiren gördüğümüz bir incelik olduğu için özellikle vurgulamak gereği duyuyorum.
Oya Baydar’ın Sıcak Külleri Kaldı romanı 2000 yılında çıkmış. Baydar’ın ‘60-‘70’li yıllarda sol hareketin içinde etkin rol aldığını biliyoruz. Melek Ulagay’la birlikte hazırladığı Bir Dönem İki Kadın başlıklı nehir söyleşi türü kitap içerdiği tanıklıklar açısından mutlaka not edilmeli. Sıcak Külleri Kaldı’yı, Zileli –şematik yapısına rağmen– dönemin olumlu bir temsili olarak okuyor ve değerlendirirken yine o dönemin sıkça tüketilen “küçük burjuva” yakıştırması üstüne gülümseten bir açıklama getiriyor:
“... bu küçük burjuva denen şey, deniz anası gibi hem ele avuca gelmeyen hem de her yana sıvışan bir şeydir. Belli bir tarifi yoktur (ya da çok fazla tarifi vardır) ama herkes bir şekilde ‘küçük burjuva’ olmakla damgalanabilir sol bir çevrede.”
Devrimci çevrelerin sosyal kodları içinde bu tür damgalamaların olduğunu kimse inkâr etmiyor; hatta bugünlerde artık bir mizah konusu olarak bile karşımıza çıkıyor. Halbuki yaşandığı anda “küçük burjuva”, “işbirlikçi”, “revizyonist” gibi damgalayıcı kodlar muhatapları için muhtemelen son derece acı vericiydi. (Bugün bu kodların yerini entelektüel çevrelerde ‘cinsiyetçi’ ya da ‘fobik’ gibi terimler almış görünüyor ama bu tür terimler değişse bile düşünce üstünde polis baskısı kurma işlevleri aynen korunuyor.) Üstelik bu tür damgalamaların baskının arttığı ve insani ilişkilerin örgüt içi denetim aygıtları tarafından kontrol altına alındığı hapishane ortamında infaz uygulamalarına bile varabildiğini Aytekin Yılmaz’ın Yoldaşını Öldürmek kitabından biliyoruz. Aslında 12 Mart romanı diye ayırdığımız dönem romanlarında da eksikliğini duyduğumuz şeylerden biri bu tür tekinsiz ayrıntıların es geçilmiş olması değil mi?
Zileli “küçük burjuva” terimi üstünde neden bu kadar duruyor? Seçtiği romanların yazarları çoğunlukla o yıllarda “küçük burjuva” olarak yaftalanmış ya da öyle yaftalanmasına şaşırmayacağımız isimlerden oluşuyor. Oruçoğlu’nu hariç tutarsak Özlü, Baydar, Madra, Öztaş, hemen hepsi orta sınıf ya da şehirli ailelerin çocuklarından oluşuyor. Bu çok zengin oldukları ya da bir eli yağda bir eli balda yetiştikleri anlamına da gelmiyor elbette; örneğin Baydar, anılarında sıkça lise yıllarında yaşadığı yokluktan söz ediyor. Öte yandan, ülkenin ‘60’lardaki koşulları düşünülünce, zorluklar içinde de olsa, bırakalım Dame de Sion gibi bir kolejde okumayı, lise mezunu olmak bile kişiyi pekala küçük burjuva sınıfından saymaya yetecektir. Zileli’nin kendisi de subay çocuğu ve kenar mahallede yetişmiş olsa da bu sınıfın mensubu sayılabilir. Bu yaftayla hesaplaşmayı takıntı haline getirmiş yazarlardan biri de Oğuz Atay’dır. Tutunamayanlar’da ‘küçük burjuva’ alışkanlıkları sert biçimde yerilir, hatta romanla ilgili ilk röportajlarından birinden Atay, karakterleri üstünden ‘küçük burjuva duygulanımları’nı işlediğini söyleyecektir. Ancak Atay’ın küçük burjuvalıktan sıtkı sıyrılan karakterleri toplumsal bir devrime değil, bireysel ve ucu belirsiz bir yolculuğa yönelir. Bu belirsizlik Atay’ın yarım kalan Eylembilim başlıklı anlatısında kafa karıştırıcı bir dönüşüme uğrar.
Pınar Kür’ün Yarın… Yarın… romanı da Zileli’nin radarına yakalanmış. Kür’ün burada saydığımız diğer yazarlara kıyasla daha popülist bir tarzda yazdığını, sansasyonel içerikler üretmeye eğilimli olduğunu not düşerek başlayalım. Zileli roman tekniği üstünde çok durmuyor Kür’ün, ama ilginç bir şey yapıyor: Romanda geçen banka soygununun karanlık bir “Ankaralı şahıs” tarafından azmettirildiğini tespit ediyor ve yine romandaki ipuçlarına dayanarak Kür’ün, Mihri Belli’yi işaret ettiğini ortaya koyuyor. Kür’ün bu romanı yıllar önce Memet Fuat tarafından ağır denebilecek biçimde eleştirilmişti.
Kitaptaki diğer örneklerde Zileli ısrarla roman içeriğiyle dönemin gerçekliğini oluşturan detaylar arasında karşılaştırmaya gidiyor. Peki bu karşılaştırma gerekli midir? Roman kendi estetiği içinde tarihsel malzemeyi alıp bağımsız biçimde işlemeye izin vermez mi? Bu sorulara aslında Zileli’nin –meslekten bir edebiyat eleştirmeni sayılmamasına rağmen– sezgisiyle yakaladığı şu cümleyle yanıt vermeye başlayabiliriz:
“Roman, romancının sübjektif alanıdır ama sırf bu yüzden azami objektifliği gerektirir.”
Estetik yönden her romanın bir inandırıcılık ölçüsünü yakalaması beklenir. Ancak herhangi bir gerçekliğe bağlı kalmadan inandırıcı bir metin kurgulamak imkânsız değildir; pekâlâ ‘70’lerde geçen ve uzaylılarla ODTÜ’lü öğrencilerin savaşını anlatan bir hikâye yaratabiliriz. Bununla birlikte, fantastik bileşenleriyle bile olsa anlatılanın objektif bir alanla ilişkili olması gerekir. Okurla yazarın ortak tarihsel tahayyül dünyasıdır bu da; ama yazar bu ortak tahayyüle çakılıp kaldığında en fazla popülist bir sonuca varabilir. Bu dünyayı iki açıdan da –okur ve yazar açısından– esnetmenin yollarını aramalıdır; zaman zaman bu arayış tahayyülün kırılmasına ve ideolojik düzlemin yıkıma uğramasına neden olacaktır. Bu kırılmayı aramayan yazarlar çoğunlukla ortak tahayyülü bir istismar alanına çevirip okurun kabulünü ölçü alma stratejisini izler. Aslında popülizmin sınırını yazarın bu kararlarında aramak gereklidir. İşin doğrusu edebiyatın büyük yapıtları çoğunlukla kırılmış gerçeklikten doğar; ama kırılmış gerçekliği üretebilmek için yazar başlangıç verisini enine boyuna kavramış olmalıdır.
Bu ortak tahayyül dünyasında simgeler verili tarihsel gerçeklikle birebir örtüşmez ama simgeler arasındaki bağları düzenleyen kurallar gerçeklikten tamamıyla kopuk olamaz. Romancı fantastik bir metinde bile ideolojik bir gerçeklik zeminindedir. Bu gerçeklik yazarın kişi olarak değil ama metnin yazarı olarak edindiği romanesk bilincidir. Bu gerçeklikle çatışmaya girebilmek için bile yazarın objektif bağları okuma becerisine ve sezgisine sahip olmasını bekleriz. Romanesk bilinç gerçekliğin bir yorumunu içerir; bu yorum ne kadar fantastik olursa olsun gerçek dünyaya ait maddi ilişkileri –yanılgılarıyla da olsa– derin biçimde kavrama çabası ölçüsünde iş görür. Belki şöyle basitleştirilebilir: ‘70’li yıllara ait kaynaklara bakarak bir yazar yüzeysel bir melodram yaratabilir. Hatta böyle bir melodramı yaratırken topladığı veriyi saptırmadan kullanmış da olabilir. Ama ortaya çıkaracağı sonuç, maddi ilişkileri kavrama çabasında romanesk bir bilinçle yazılmış fantastik bir metnin yerini tutmayacaktır. Birinci yöntemle örneğin parka, havaya kalkmış yumruk, bıyık gibi simgelerle sığ bir devrimci imajı uydurmak ama bunu fotoroman seviyesinde bir hikâyede işlemek mümkündür. İkinci yöntemde biçim ne kadar ilgisiz olursa olsun maddi toplum ilişkilerinin yansıdığı bir dünya ortaya çıkar. Olaylar Mars’ta bile geçse romanesk bilincin aynasında okur için romanın nesnesini kavramaya yarayacak zengin bir fikir kaynağı yansıyacaktır. İki yöntem arasındaki farkı yaratmanın da maalesef verili bir formülü yoktur; burada sanatçının birikimi, tekniği ve sezgisi ve (biraz ucu açık bir niteleme gibi görülse de) dehası devreye girer. Kısacası uzak mesafedeki geniş bir alana göz gezdirebilmek için bireyin merceğine ihtiyaç duyarız.
Eylembilim’i tasarlamaya Atay’ın 1976 yılının Mart ayında başladığını günlüğünden anlıyoruz; ancak aklındaki ilk taslak metnin elimizdeki haliyle tam olarak örtüşmüyor:
“Bir profesörün hikâyesi… kişisel sorunların verdiği yorgunluk içinde hareket ihtiyacı ve eylem açısından canlı geçmiş sayılabilecek bir yaşantının cılız bir tekrarı.”
Geçen günler içindeyse Atay, Türkiye’nin Ruhu üstüne notlar almaya devam ediyor. 1976 yılının Eylül ayında, yani ölümünden hemen hemen 1 yıl kadar önce Eylembilim’i yazmaya başladığını günlüğüne not düşüyor. Aynı bölümde Atay, Mehmet Akif, Lukács, Henry Miller gibi nadiren aynı kitaplıkta görmeye alışık olduğumuz yazarlardan söz ediyor. Eylembilim’le ilgili son notuysa 29 Ocak 1977’de. Ameliyat için yatırıldığı hastaneden yazıyor; hastalığının ağırlığıyla sarsılmış, Eylembilim’i ve ‘Geleceği Elinden Alınan Adam’ adını vermeyi düşündüğü başka bir metni yazmak istiyor ama bunları tamamlayabileceğine inancı azalmış. Gerçekten de Atay, Türkiye’nin Ruhu’ndan çok Eylembilim’i düşünmeye başlamış.
Atay’ın romanlarında biyografik izler oldukça baskındır. Gerçi bu çoğu roman yazarı için söylenebilir; ama Atay’da meraklı okuru gerçek kişilerle roman karakterlerini örtüştürmeye heveslendirecek malzeme oldukça yüklüdür. Tutunamayanlar’ın mühendis karakterleri kişisel tarihleri açısından Atay’a çok benzer; açıkçası Atay romanlarındaki her karakterin yazarın yaşamındaki ilişkilerde bir karşılığını bulmak zor değildir. Eylembilim’in ana karakteri Server Gözbudak da metnin yazıldığı 1976-77 yıllarındaki Oğuz Atay’ı andıran bir pozisyondadır. Orta yaşlarında bir öğretim görevlisidir. Matematikçidir. (Atay, daha sonra Yıldız Teknik Üniversitesi’ne dönüşecek olan İDMMA’da mühendislik alanında öğretim görevlisiydi.) Atay’ın o yıllarda devrimci bir eylemlilik içinde olduğunu söylemek imkânsızdır ama Çetin Altan ve Oya Baydar gibi isimlerin yazdığı Politika gazetesine zaman zaman katkıda bulunduğunu not etmeden geçemeyiz. Yaşadığı dönemin olaylarından kopuk olduğunu düşünmek yanlış olacaktır; ama ‘70’li yılların devrimci kronolojisini Atay’ın günlüğüyle yan yana koyduğumuzda ülke gündemiyle bağının pek de güçlü olmadığını düşünmeden edemeyiz. Sözgelimi 1 Mayıs 1977’de yaşanan katliamla ilgili tek bir not düşmemiştir; o dönemde hastalığıyla boğuştuğunu unutamayız elbette ama 3 Mayıs’ta Eylembilim ile ilgili yazdıkları daha çok Türk aydınının alaturka / alafranga müzikle ilgili yaklaşımı üstünedir. Atay’ı devrimci çevrelerdeki hareketlilikten çok aydın kesiminin yozlaşmış yönleri daha çok ilgilendiriyor gibi görünüyor. Öte yandan Eylembilim’de, metnin kendisinde, notlarında neredeyse hiç söz etmediği bir konu öne çıkıyor: Öğrenci olayları.
Atay’ın yazarlık yılları Türkiye’de öğrenci eylemlerinin en yoğun yaşandığı dönemle çakışır. Tutunamayanlar’ın 1966-69 arasında yazıldığını tahmin ediyoruz; öğrenci olaylarının ülke genelinde yaygınlaştığı ve 6. Filo protestosu, Komer’in aracının ODTÜ’de yakılması gibi yankı uyandıran eylemlerin arttığı yıllardan söz ediyoruz. Öğrenci olaylarının edebiyatın gündemine girmesi büyük ölçüde 12 Mart dönemi sonrasına rastlar. Dolayısıyla Tutunamayanlar’da bu olayların izleri karşımıza doğrudan çıkmaz; ama Atay’ın büsbütün ilgisiz kaldığını varsaymak da haksız olur. Aslında Eylembilim’i yazmaya 1976’da başladığı düşünülürse, bu tür bir dönem romanı kaleme almaya girişmekte gecikmiş denemez. ‘70’ler gibi siyasi hareketliliğin yarattığı yoğun aktüalite dönemleri edebiyatçılar açısından zorlayıcıdır. Yazar ya da şairden gündeme bir yanıt üretmesi beklenir; üretmediğinde kınanmasa bile gözden düşecek, kenarda kalacaktır.
Ancak Tutunamayanlar ‘devrimci’ dünyaya yabancı bir roman değildir. Hatta özellikle romanın Selim’in el yazmalarının sonuna kadar olan bölümü yer yer 1950’li yılların devrimci gençlerinin yaşayışından kesitler getirir. Atay’ın bu yöndeki parodisi çoğunlukla sadece Cumhuriyet devrimlerini –ki bunlara ‘devrim’ demek güçtür, bir dizi reformdur hepsi– kapsayan kısımları açısından hatırlanır. Romanda Atay ‘devrim’ sözcüğünü çoğunlukla Cumhuriyet dönemi reformlarına referansla kullanır; ‘eylem’ sözcüğüyse devrimci solla ilişkidir.Tutunamayanlar’da Selim’in el yazmaları olarak geçen bölümde “Toplum Düzenini Toptan Değiştirme Kurulu” ile ilgili kısımlar Türk solunun ‘55-‘65 yılları arasına göndermelerle doludur. Atay 1950’li yıllarda bugün sadece İkinci Yeni’nin kalkış rampası olarak bildiğimiz ve aynı zamanda muhalif ve ilerici bir siyasi yayın olan Pazar Postası’na katkıda bulunmuştur; öykü ya da edebiyat yazıları yazmamıştır ama gönüllü bir muhabir/editör gibi çalışmıştır. ‘60’ların ortasına kadar buna benzer etkinlikler içinde olduğunu biyografisinden az çok anlayabiliyoruz. Tutunamayanlar aynı zamanda Atay’ın devrimci çevrelere kırgınlığının bir dökümüdür.
Eylembilim yapısal açıdan Tutunamayanlar’ı andırır; tıpkı Tutunamayanlar gibi bir parodi önsözle açılır. Önsöz Dilaver Kalas adında bir avukat tarafından kaleme alınmıştır ve Kalas’ın açıkladığına göre Gözbudak’ın yazdıkları ona ortak bir hanım arkadaşı tarafından verilmiştir. Yine bu önsözde Server Gözbudak’ın sağlığında Dilaver Kalas’a ‘çarıklı’ dediğini okuruz. ‘Çarıklı’ ifadesi önemsiz görünebilir; ama Atay’ın Halit Refiğ’e mektuplarında hiç sevmediği bazı yazarlardan, belki de köy edebiyatıyla ilgili oldukları için ‘çarıklı’ diye söz ettiğini ekleyelim. Atay sol çevrelerle iç içe olmuştu ama örneğin dönemin halkçı hareketleriyle yakınlık kurduğuna ilişkin hiçbir belirti bulunmuyor.
Ergenç, Eylembilim’in anlattığı dönemi belirlerken şöyle diyor:
“... diğer Oğuz Atay kitaplarından farklı olarak, Eylembilim’de zaman ve mekân belirgindir, ‘herhangi bir yer’de geçen bir varoluş hikâyesi değil, daha belirgin bir yer ve ‘zeitgeist’ içinde geçen bir siyasi hikâye. 12 Mart 1971 öncesi, üniversite, eylemler, işgaller, forumlar, hayatını kaybeden devrimciler, öfke, ayaklanma, vs…”
Ergenç’in bu saptamalarına iki açıdan katılmıyorum: Tutunamayanlar’da zaman/mekân oldukça nettir. Romanda geçen öğrencilik anılarının 1950’lere, romanın şimdiki zamanının da 1960’lara tekabül ettiğine ilişkin pek çok referans bulunabilir. Tehlikeli Oyunlar bu konuda biraz daha belirsiz gibi görünse bile hemen hemen aynı dönemi işlediği okurun gözünden kaçmayacaktır. İkincisi ise Eylembilim bana kalırsa Ergenç’in saptadığı gibi ‘12 Mart’ öncesinde geçmiyor. Hikâyenin tarihini tam olarak yazıldığı günlerde –1976’da– aramak daha anlamlı görünüyor.
Devrimci solun tarihiyle ilgili anlatılanlar çoğunlukla 1968-1972 arasına sıkışmıştır. 1972 aslında kırılma noktası gibi görülebilir. Bu tarihte Mahir Çayan’ın 9 arkadaşıyla birlikte öldürülmesiyle Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idamları arasında bir ay kadar bir süre vardır. ‘68’e bugünden dönüp baktığımızda ilk sırada ister istemez öğrencilere önderlik eden bu isimlerin beklenmedik ve oldukça hızlı biçimde devlet tarafından infaz edilmeleri akla geliyor. Bununla birlikte siyasi hareketliliğin sokaklara yayılacak ve mikro-örgütlenmelerle ülkeyi saracak ölçekte ivme kazanması büyük ölçüde 1974 (Genel Af) sonrasındadır. Atay’ın Eylembilim’de ele aldığı dönemin 1974 sonrasına tekabül ettiğini söylemek yanlış olmaz. Öldürülen öğrencilerin ve bunlara bağlı üniversite eylemlerinin sayısının oldukça yükseldiği bir dönemden söz ediyoruz. Örneğin Atay’ın Eylembilim’le ilgili ilk notunu aldığı 11 Mart 1976 tarihiyle İTÜ’de öğrenci olan Mehmet Ömer’in öldürülmesi (8 Mart 1976) arasında bir haftadan daha az bir süre vardır. (Aynı yılın ocak ayında yine İTÜ’den başka bir öğrenci daha öldürülmüştü.) Ömer’in ölümünden sonra İstanbul’daki çeşitli üniversitelerde forumlar düzenlenmiş, öğrenciler İTÜ kampüsünden Serencebey’e doğru yürüyüşe geçmişti. Atay’ın Eylembilim’i yazarken bu olaydan ne kadar etkilendiğini bilmiyoruz; günlüğünde ya da başka kaynaklarda geçmiyor, ama o dönemde neredeyse gün aşırı yaşanan bu tür olaylar Atay’ın gözünden kaçmış olamaz.
Atay’ın 1950’ler içinde sol devrimci çevrelerde bulunduğunu, ‘60’lar boyunca da –bütünüyle kopmasa bile– Ergenç’in seçtiği sözcükle ‘angaje’ olmadığını biliyoruz. Devrimci hareket içinde ‘50-‘60’lı yılların öne çıkan isimleriyle ‘70’lerin önderleri aynı kişiler değildir. 1950’lerden ‘60’ların başına kadar Türkiye solunun önderleri olan Mihri Belli ya da Behice Boran gibi siyasetçilerin ‘70’lerin gençleri üstünde etkisi olduğunu söylemek zordur; daha çok yükselen hareketlenmeye göre pozisyon alma uğraşında olduklarını söyleyebiliriz. ‘70’ler, Zileli’nin Havariler adını yakıştırdığı ve 12 Mart sırasında yitirilen Mahir Çayan ya da Deniz Gezmiş gibi önderlerin manevi mirasına yaslanan örgütlerin yükselişiyle açıklanabilir. 1934 doğumlu olan Atay’ın bu kuşakla bağlarına dair pek bir şey bilmiyoruz; tuhaf şekilde Atay’la yakın olan isimlerden biri Engin Ardıç örneğin. Yine de Atay’ın üniversitede öğretim görevlisi olarak öğrenci olaylarından etkilenmemesi söz konusu değildi.
Atay’ın bu dönemde yazdıklarına ve günlüğüne bakacak olursak, aslında Eylembilim haricinde öğrenci olaylarına ilgisini gösteren hiçbir şey yok. Ergenç, Atay’ın “Fanon ve Lukács gibi isimlere dair de notlar düşmüş olması”na bakarak siyasi olarak daha angaje bir yola evrilme yolunda olduğunu söylüyor ama yukarıda da not düştüğüm gibi, aynı notların arasında Mehmet Akif’ten de söz ediliyor. Oswald Spengler da Atay’ın aynı yıllarda dikkatle okuduğu isimler arasına sayılabilir. Bu okuma listesini ‘70’li yılların ortasında bir devrimciye sunduğunuzda en iyi ihtimalle revizyonist olduğunuzu ileri sürerdi.
Eylembilim’de, sönük bir öğretim görevlisi olan Server Gözbudak dekanın sürüklemesiyle kendini bir öğrenci forumunun içinde bulur. Dekanın niyeti öğrenci hareketliliğini bastırmaktır; aslında Gözbudak’ı da kendine destekçi olması için yanına katmıştır. Öğrenciler bir arkadaşlarının öldürülmesi üstüne toplanmıştır, içlerinden bazıları kürsüye çıkıp konuşmaktadır. Gözbudak’ın ilk izlenimi biraz karışıktır. Öğrencilerin sloganımsı sözlerini dinlerken onlardan taraf olmak ister ama bir çeşit acıma duygusuyla:
“... öğrencilerin daha iyi konuşmasını istiyordum. Onlar beni üzen beceriksizliklerin içine düştükçe, durumu kurtarmak için ne yapmaları gerektiğini söylemek istiyordum.”
Gözbudak metnin bu bölümünde kendi zamanında böyle kürsüler olmadığını hatırlar:
“... kürsü filan yoktu. Meyhaneler, parklar, arkadaş evleri vardı.”
‘50’lerle ‘70’lerin genç devrimci çevrelerini ayıran bir gözlem olarak kabul edebilir miyiz bunu? Bu arada kürsüye bir genç çıkar, ama konuşamaz, tıkanır. Kürsüde bir süre soluksuz kaldıktan sonra ölen öğrencinin fakülte bahçesine gömülmesini teklif eder. Öğrencilerin bu isteğini dekan Adnan Targa ustaca geçiştirir; böyle bir şeye yetkisi olmadığını ama birileri buna kalkışırsa engel olamayacağını belirtir. O arada Server Gözbudak da kendini kürsüde bulur ve aslında Oğuz Atay’ın başka metinlerinde de karşımıza çıkan tipik bir Tutunamayan diliyle, neredeyse alaycı biçimde, ‘dilekçe verilirse bu bahçeye defin talebinin de kurulda görüşülebileceğini’ söyler. Bu kadarı öğrenci topluluğuna yetmiştir. Gözbudak, Atay’ın tanımıyla –niyeyse– ‘Hamlet’ gibi omuzlara alınır. (Metni yazdığı yıllarda Metin Erksan, Fatma Girik’in baş rolde olduğu Kadın Hamlet’i çekiyordu; Atay’ın bundan söz ettiği mektupları vardır. Bir çağrışım kurmuş olabilir mi?) Gözbudak, toplumcu geçmişini hatırlayışının da etkisiyle kendini eyleme geçme zorunluluğu içinde hissederek bir anda öğrencilerle taraf olmuştur. Gözbudak’ın eyleme geçme arzusu vardır; ama gençlerle aynı görüşleri paylaştığına ilişkin net bir işaret yoktur. Aksine, konuşmalarını beceriksizce gördüğünü anlarız.
Eylembilim’in devamında Server Gözbudak’ın eve dönüşünü ve ‘toplumcu’ çevrelerde geçen gençlik anıları arasında kayboluşunu okuruz. Gözbudak’ın –Atay’ın başka karakterlerinde olduğu gibi– ‘küçük burjuva’ olmaktan rahatsızlık duyduğunu okuruz; küçük burjuva uyuşukluğundan kurtulmanın yollarını aradığı zamanları hatırlar Gözbudak ama anıları çoğunlukla kafa karıştırıcı çelişkilerle doludur. Kapitalizme hizmet etmemek için ‘casus’ olmayı tercih eden İsmet’i aklına getirir örneğin; meyhanelerde geçen konuşmaları; kendisi şiirde kuralları kaldırdığı halde Server Gözbudak’tan ‘bilinen temellere dayalı romanlar’ yazmasını isteyen şairi; herkese can, dost diye hitap edilen ortamları… Bu anıların birinde Server Gözbudak, ‘küçük burjuvalara tehditler savuran taşralı bir arkadaşla bir bekâr evine ‘yanık halk türküleri’ dinlemeye gider. Metnin bu bölümü ilginçtir; çünkü o dönemin sol çevreleri işleyen romanlarında pek konu edilmeyen türde bir yozlaşma örneği betimlenir. Gözbudak’ın gittiği bekâr evinde misafirlere maşrapa, çay bardağı, tıraş kâsesi gibi kaplara bir çaydanlıktan rakı ikram edilmektedir. Gözbudak’ın tarifiyle ‘kara suratlı ve bir haftalık kara sakalıyla içimi kapayan’ bir halk türkücüsü saz çalıp söylemektedir. Bir anda taşralı ‘hikâyeci’ (taşralı ‘arkadaş’ın hikâyeci olduğunu öğreniriz böylece) “Biraz da hanım arkadaş oynasın!” diyerek türkücüyü susturur. Bundan sonrası Atay’ın romanlarında rastlamadığımız türde sinir bozucu ve karanlık bir âlem havasına bürünür. “Hanım arkadaş” denen kişi ev sahibinin sevgilisidir. Hemen soyunur, sütyenini de çıkarır, üstünde sadece donu kalır. Donunu da çıkarması istenir ama itiraz eder. Pikaba karışık bir plak konur ve kadın gerçekten oynamaya başlar; bu arada evde toplanmış erkekler –Atay’ın betimlemesiyle– ara sıra kadına elle müdahalede bulunmaktadır. Atay’ın roman karakterinin gözünden tarif ettiği bu türde ortamlar belki münferitti; ama Atay’ın devrimci çevrelerin ‘halkçı’ yönüyle ilgili inançsızlığını sergilemesi açısından dikkate değer. Yukarıda belirttiğimiz ‘çarıklı’ ifadesini kullanma biçimiyle birleştirdiğimizde yazarın bu kesime karşı bir çeşit güvensizlik içinde olduğunu belirleyebiliriz. “Kadın dans ederken çay fincanımı ona doğru kaldırarak içelim kardeş gibi beni şimdi bile bunaltan birtakım sözler söylemeye çalışmıştım” diye hatırlar Server Gözbudak; diğer bir deyişle içine girdiği ortama aidiyet duymadığı halde öyleymiş gibi rol yaptığı için kendinden tiksinir. Birbirine “can” ya da “dost” diye hitap eden bu insanseverlerin dünyasından duyduğu tiksintiyi had safhada ifade eder:
“Ayrıca ben bir insansever değildim. Hiç belli etmemekle birlikte birçok insanı sevmiyordum.”
Atay’ın mizantrop alaycılığı bana göre bu pasajlarda doruk noktasına yükselmiştir.
Romanın devamında üniversitenin işgal edildiği bulanık sahneler birbirini izliyor. Server Gözbudak öğretim görevlisi arkadaşlarıyla birlikte hareket ediyor; işgale karşı öğrencilerden yana gibiler, sınıflara siperler kuruluyor, ama kafaların son derece karışık olduğu aralarındaki konuşmalardan anlaşılıyor. Fakülteye giren polise ve jandarmaya karşı bir süre direniyorlar. Öğrencilerle işbirliğine gidilmiş olmasına karşın Server Gözbudak’ın –ve aslında Atay’ın– dönemin devrimci eylemleriyle ilgili kuşkuları olduğu açıktır. Öğrencilerle aynı safta olan öğretim görevlileriyle birlikte araçta yol alırken şu konuşuluyor:
“Cengiz’in [öldürülen öğrenci] öldürülmesiyle ilgili şüphelendikleri iki kişiyi yakalamışlar ve revirde biraz sorguya çekmişler. Çocukları kaçıramadık. Bulurlarsa pek iyi olmaz bizim için.”
“Bir de halk mahkemesi kurmuşlar” diye tamamladı Turgut. Birdenbire fren yaptım, bir yaya kendini kaldırıma attı. “Demek bunları biliyordunuz” diye bağırdım dehşetle. “Bildiğin her şeye engel olamazsın,” diye görüşünü belirtti Turgut, “Birkaç silah ve bir iki kum torbası sağlayabildiğin gençler hayatlarını tehlikeye atıyorlar. Adam da döverler, halk mahkemesi de kurarlar…” Peki bunlar nasıl olurdu? Biz işkenceye karşı değil miydik? Biz barıştan yana değil miydik? Şiddete karşı kendimizi savunmuyor muyduk?” “Bu bir savaş, oğlum Server. Ne dedi Kumandan? Bu bir baskın."
Server Gözbudak bir anda kendini parçası olmak istemeyeceği bir savaşın içinde bulmuştur. Eylembilim yarım kalmış bir romandır ama elimizdeki kısımlarından Gözbudak’ın ‘70’lerin devrimcilik anlayışıyla aynı çizgide gelişmeyeceğini net olarak görebiliyoruz. Ergenç’in ‘pankart’ tanımlaması Eylembilim için uygun bir yakıştırma değil; metin kesinlikle ‘angaje’ olarak değerlendirilemez, Atay’ın başka yapıtları gibi, hatta belki biraz daha yüksek dozda ironiyle harmanlanmıştır; hatta Atay ölçülerine göre bile karanlık kalan bir yanı vardır.
Öğrencilerin ölen arkadaşlarının bahçeye gömülmesiyle ilgili taleplerinin öğretim görevlileri arasında tartışıldığı bölümlerde de Gözbudak aslında –o günün devrimci gençliğinin gözünden okumaya kalkarsak– orta yolcu diyebileceğimiz bir tutumdadır. “İki tarafın karşılıklı konuşabileceği bir ortam yaratmak”tan söz eder örneğin; ki ‘70’lerin atmosferinde –aslında bugün bile– devrimci sol görüşteki öğrencilerle radikal sağ görüşlü öğrencilerin arasında bir tartışma ortamı kurma önerisi ancak olayların çok uzağında kalmış birisinin safdil fikri olabilir:
“Faşistler ve devrimciler gibi sözlerden ürküyoruz… Bütün savaş ezenler ve ezilenler arasında. Öldüren de [öldürülen] Cengiz gibi ezilmiş ve bu iş için birkaç kuruş almış bir zavallı.”
Atay’ın ana karakterinin bu sözleriyle –en azından o dönemin parametrelerine bakarak– bir devrimci adayı olduğunu söylemek çok zordur; bunlar bugün bile liberal sayılabilecek düşüncelerdir. Gözbudak fikren sola kesinlikle daha yakındır ama kitabın başlığında geçmesine karşın, o dönem yükselişte olan solun teorik dayanakları ve eylem stratejilerinden çok uzak bir noktadadır. O dönemde şu konuşmaları devrimci gençler arasında yapan biri en iyi ihtimalle bilinçsiz olarak görülürdü.
Atay toplumsal sorunların kaynağını toplumu oluşturan bireylerin olmamışlığında (olgunluk eksikliğinde) görme eğilimindedir. Sınıf çatışması, diyalektik, mülkiyet ilişkileri gibi kavramlar etrafında oluşan tartışmalar romanlarına dolaylı/dolaysız yansımamıştır; Marksizmden ne yönden etkilendiği belirsizdir. Hatta bu yönde fazla naif olduğu için eleştirilmesi yanlış olmazdı. Büyük toplumsal sorunların özünde bile bireylerin yarım kalmışlığı, çıkarcılığı ya da çeşitli yönlerden ahlaki düşkünlüklerinin etkili olduğunu düşünür. Neredeyse “Herkes kendi evinin önünü temizlese…” durgunluğundadır bu yaklaşımı. Bireyler arasındaki ilişkileri iğne deliğinden görecek kadar ustadır Atay; dolayısıyla Tehlikeli Oyunlar’da olduğu gibi basit bir tavla oyunundan bireyin kendini ötekiler karşısında var etme savaşını betimlerken okurunu edebiyatın en yüksek düzeyine taşır. Toplumsal sorunları maddi toplum ilişkileri açısından görmeye gelince: Bu kesinlikle Atay’ın güçlü kası değildir.
Tutunamayanlar’da yer alan “Ne Yapmalı?” metni bireylerin kendi kişiliklerini geliştirmeyi hedefleyen bir çeşit ezoterik topluluk idealini betimler. Bu metinde Lenin’in çelik çekirdek fikrini alıp bir çeşit okült kişisel gelişim tarikatına uygulamış gibidir. Şunu da gözden kaçırmamak gerekli: Özellikle yasadışı örgütler okültist yöntemleri kullanmaya eğilimlidir. Örgüt içi yargılama ve infaz mekanizmalarının çoğu bu yöntemlerin sıkılaştığı ortamlarda devreye girer. Yine de Atay’ın devrimci bir çekirdek kadrodan çok birbirine çekidüzen veren bireyler için hayal ettiği bu “Ne Yapmalı?” örgütçülüğü sınıf mücadelesinden öte, elit bir bilinçlilik arayışını ortaya koyuyor. Bu metin bir çeşit Tutunamayanlar amentüsüdür ama Neçayev’in meşhur metninden çok Leninist örgütlenme teorisinden kırıntılarla tasavvuf metinlerinde karşımıza çıkabilecek nasihatlerin bir ortalaması gibidir. Atay’ın hayatının herhangi bir döneminde tasavvufa yakınlık duyduğuna dair elimizde bir veri bulunmuyor; ama içinde yetiştiği kültürün kodlarından uzak olmadığını Tutunamayanlar’ın el yazmaları bölümünden, Oyunlarla Yaşayanlar’a sirayet eden Klasik Türk Müziği ilgisinden, günlüklerinden, Türkiye’nin Ruhu projesinden, hatta açıkça Eylembilim’in kendisinden görebiliriz. Atay kesinlikle sol görüşlüdür; ama bugünün gözüyle bağımsız bir demokrat gibi düşündüğünü söylemek daha doğru olacaktır. Eylembilim’de ya da başka bir metninde devrimci solu (‘70’ler bağlamında) desteklediğini söylemek zorlama bir yorumdur.
Atay’ın romanesk yaratıcılığı da zaten ilişkileri bireyler açısından görmeye başladığında ortaya çıkar. Server Gözbudak, Eylembilim’de kürsüye baktığında devrim konuşmasıyla kitleleri ayağı kaldıracak bir önder, güneşi fethedecek bir ideal görmez. Atay için orada kürsüden inmeyi bilemeyen, acınası bir beceriksizlik vardır. İçinde olduğu tutucu azınlıktan duyduğu rahatsızlıkla öğrencilerin önerisini destekler, en azından önerinin kurulda tartışılmasını sağlar. Ama eylemin içine dahil olduğu anda ‘halk mahkemesi’ gerçeğini öğrenir; kürsüdeki beceriksizce masumiyet Gözbudak’ın zihninde kuşkunun karanlığıyla perdelenir. Kısacası angaje olma girişimi –tıpkı kara yüzlü türkücünün çaldığı o bekâr evindeki gibi– hayal kırıklığına dönüşmüştür. Bu tür yozlaşma olayları aslında kitleye yayılan her türlü siyasi hareketin içinde rastlanacak şeylerdir; ama Atay’ın bakış açısı her şeyden önce bireyin olgunlaşmasını esas aldığı için bunları münferit olarak kabul edip kulağının arkasına atamaz. ‘Halk mahkemesi’ kurduğu andan itibaren devrimci öğrenciler de masumiyetini yitirip polisleşmiştir. Server Gözbudak’a eşlik eden ve devrimci olduğunu anladığımız Ayhan bu durumu büyük bir rahatlıkla kabullenmiştir; çünkü bir savaşın içinde olduklarına inanmaktadır. Gözbudak’sa sarsılmıştır.
Açıkçası Atay’ın felsefesindeki temel fikir, yani toplumsal sorunun çözümünün bireyin olgunlaşmasında aranması, sadece devrimci sol için değil, bütün siyasi hareketler için durdurucudur. Siyasi hareketler bireyin gelişimini hedeflemez; bireyin siyasi amaçlar doğrultusunda angaje edilmesini ve buna uygun bir karaktere bürünmesini sağlamaya çalışır. Bunun için güç bulduğunda bireylere kişiliğini törpüleyen yöntemler dayatırlar.
Eylembilim’in yazılmayan kısmına ışık tutabilecek, Atay’ın “Sonra Olanlar” başlığıyla ayırdığı notlarında Server Gözbudak’ın kuşkulu ve sorgulayıcı tutumunun devam ettiğini görürüz. Öğrenciler için “öğrenirken bir şeyler yapmaya çalışırken akıllar emirler vermesinler” der örneğin; eyleme katılmasında en güçlü motivasyonun Adnan Targa gibi tutucu kimselerle aynı safta yer almak istememesi olduğunu da anlarız ama “sorunun varlığından habersiz” olan “asıl insanımız”ın nerede durduğundan emin olamadığını da okuruz. Gözbudak karakterinin ışığında okunduğunda Atay ‘70’lerin öğrenci hareketleriyle ilgili destekleyici bir noktada bile sayılmaz; dönemin yaygın jargonuyla ÇBS (çizgisi belirsiz sosyalist) olarak kodlanması bile yetersiz kalacaktır. Server Gözbudak romanın devamında beraber nezarete alındığı devrimci öğretim üyelerince ‘romantik’ olmakla suçlanır. Halbuki romantik muhtemelen o dönem için doğru yafta olmazdı. Dönemin öğrenci hareketlerini ateşleyen ideolojiler açısından Gözbudak’ın barışçıl yollar arayan konumunun ‘oportünist’ olarak değerlendirilmesi daha olasıdır. Proletarya diktatörlüğü fikrine kuşkuyla bakan, barışçı demokrat bir tutumu arayan yaklaşımlar Lenin’den Mahir Çayan’a kadar büyük ölçüde bu şekilde mahkûm edilmiştir.
Atay’ın 1976-77 yılları içinde kurduğu ilişkiler ve içinde bulunduğu çevreyi de göz ardı etmemek gerekiyor. Halit Refiğ’e mektuplarında Atay’ın kişisel olarak ‘angaje’ olmak şöyle dursun, ‘angaje’ olan ya da görünenlere karşı tepki koyduğunu izleyebiliyoruz. O dönemde sol harekete görece daha yakın olan Yaşar Kemal, Demirtaş Ceyhun ya da Dursun Akçam gibi yazarlarla ilgili neredeyse acımasız yorumlarına rastlıyoruz. Bu mektuplara bakarak, güncel siyasetle ve sanat dünyasındaki çekişmelerle ilgili olduğu kadar toplum olaylarına dikkatini verdiğini söylemek zordur. Elbette özel mektuplarının sanatçı olarak kişisel çevresiyle kısıtlı olduğunu söylemek mümkün; ama Atay’ın o yıllardaki etkinliğini de özellikle bu çevreyle –en başta Halit Refiğ’le– ilişkisi belirliyordu. Halit Ziya ve Kemal Tahir üstüne konuşmaları/yazıları Halit Refiğ’in teşvikiyle ve biraz da bundan yararlanarak kendini duyurma arzusuyla ortaya çıkmıştı. Türkiye’nin Ruhu’nu yazmak için yine Halit Refiğ aracılığıyla tanıştığı Bülent Uşaklıgil (Halit Ziya’nın oğlu) ile görüşüyordu. Ara sıra katkıda bulunduğu Politika gazetesi çevresinde bile biraz dışarıda kaldığı anlaşılıyor. Bütün bunları bir arada düşününce Eylembilim eyleme geçme çabasının sonuçsuzluğu üstüne bir parodi gibi görünüyor; bu yönüyle herhalde siyasi antolojinin sol açısından en karamsar metinlerinden biri olurdu. Ancak ‘yaşasaydı’ tamamlamayı isteyeceği metin bence de kesinlikle Eylembilim’dir. Yazıyı, İngiltere’de hastane yatağında kaleme aldığı son mektuplarından birinde Halit Refiğ’e yazdığı cümleyle bitirelim:
“... şu Eylembilim hikâyemi bitirecek kadar zamanım, aklım ve gücüm olsun istiyorum.”
•