Bir şölen bekliyor sizi İstanbullular diyorum, sakın kaçırmayın. Bir cennet bahçesi açılıyor önünüzde, kendimize yarattığımız cehennemlerden de yankıları olan, dram ve neşe dolu...
10 Aralık 2018 14:03
Cesaret ve bağımsızlık. Fatma Tülin’in Tophane-i Amire’deki muhteşem retrospektif sergisi için bu sözcükleri ödünç alıyorum. Bu yılın başında New York’ta Metropolitan Müzesi’ndeki David Hockney retrospektifi için yazan bir gazeteciden ödünç aldım sözcükleri. Tam da uyuyor, biçilmiş kaftan gibi. Ben böyle sanatçıları daha çok seviyorum.
Cesaret, çünkü Fatma Tülin 1970’lerin sonunda, 1980’lerde yaptığı tensel, yoğun, erotik tablolarla o dönemin Türkiye’sinde patriyarkanın ezberini bozdu. Gayet iyi hatırlıyorum, dizi dizi makaleler, kitaplar yazılmıştı bu konuda. Bir skandal havası esiyordu, patriyarkanın ezberi bozulduğu zaman genellikle öyle olur.
Kadın sanatçılar henüz azınlıktaydı o zamanlar, sanat eleştirmenlerinin tamamı ise erkekti. Neredeyse olay çıkmıştı. Bir yandan da tanınmış bir yazarın çok yankı yapan bir romanında karakter olduğu söyleniyordu Fatma Tülin’in. 12 Eylül’ün korkunçluğunda, sanatla ve edebiyatla başkaldırıyorduk . O açıdan keyifli bir dönemdi aslında.
Gerçi Tophane’deki sergiye ilk adım attığınızda, tam öyle başlamıyor hikâye. Topkapı Sarayı’nın minyatür galerisi aniden 21’inci yüzyıla ışınlanmış gibi, son derece ağız sulandırıcı, nefis renklere bürünmüş meyveler çıkıyor karşınıza önce. Renklerin hepsi gerçekçi değil, ama gerçeği daha iyi kavrıyorlar. Minimalist bir giriş. Duyular uyanıyor hemen tabii, usul bir şehvet kıpırtısı gene var, ama izleyici henüz farkında değil, az sonra başına geleceklerin.
Derken koyultu başlıyor, renkler koyulaşıyor, bu sefer tonlamalar gerçekliğe biraz meydan okumaya başlarken, beden kıvrımları, ten dokuları, sarmaş dolaş uzuvlar sarıyor çevrenizi, giderek boyutları büyüyen tuvallerde.
Çoğul gövde devinimleri üzerine çeşitlemeler diyeceğim bunlara. Erotizmin melankolisi renklerde barınıyor, gölgeler bol renkli ve koyu. Yer yer, felsefe yapar gibi ufak monokrom düşünceler girmiş araya. Yıkıma ve yapıma dair düşünceler.
Ten yıkılır, zihin yıkılmaz dedirtiyor bana.
Derken başka cisimler giriyor devreye. Kökler, toprak, çekirdekler, incir, gene gövde, bir başka tanınmaz nesne. Yaptığını son derece ciddiye alan ama hiç ağırlaşmadan, bir zihin evrenle sevişiyor âdeta. Sergiye verdiği isim anlam kazanıyor. “Evrenin teni”. Duyularla zihin tam bir uyum içinde, arada tezatlara ve çatışmalara da yer vererek.
Bir hayat hikâyesinin derin duraklarındayız. Roman okumaktan daha eğlenceli, sürekli giz çözüyorsunuz çünkü.
Gayet dingin ama yükselen bir iddia var bu erken tablolarda. “Külhanlık” diyor Fatma Tülin gülerek. Öyle kabadayı bir yanı var tavırın, doğru. Tuvalle bir iddialaşma bu, senden hiç korkmuyorum artık, diyor tuvale, buyur bakalım, yersen, diyen bir tavır. Boyutlar öyle büyük ölçülere ulaşıyor ki bazen, bu kadar fırça darbesini insan kaç ayda üst üste boyar diye sormaktan alamıyorsunuz kendinizi. Ciddi bir işçilik, kolaymış gibi duruyor uzaktan.
Cesaret böyle gelişiyor, özetle. Bir de bağımsızlık demiştik. Modaya, akıma, sanat teorilerine, eleştirmenlere kesinlikle uymayan, kendi yoluna bir gidiş var burada. Kim olduğunu, kim olacağını baştan bilen aşk dolu bir inat, diyeceğim ben buna.
Bir retrospektif sergi bu kadar mı zarif olur, bu kadar mı dengeli, dedim içimden. İşlerin ihtişamıyla mekânın ihtişamı aynı anda doğmuş gibi. Tophane’deki Beş Kubbe’nin o yüce mekân duygusunu bir şal gibi rahatlıkla örtünen, binayla birlikte nefes alan bir yerleştirme. Nevzat Sayın, sanatçının arzularını tam yerine getirmiş, iç mekân çözümleri üretirken.
Ara duvarlar, içinde gezindiğiniz yaşam hikâyesini tatlı bir labirente dönüştürmüş. Sütunların çevresine örülen kare duvarlar, hiçbir ağırlaşmaya izin vermiyor. Sema eder gibi dönüyorsunuz tabloların çevresinde, zamanda bir yolculuğa güzel uymuş bu yerleştirme düzeni.
Böylelikle, 1990’lar ve 2000’li yıllar, zaman hiç geçmemiş gibi çıkıyor karşınıza. Koyultulardan sonra, birden renkler patlıyor havai fişek gibi, sonra tekrar dinginlik ve daima derinlik. İki uzun duvar iki kenardan birbiriyle konuşuyor, çok farklı zamanlardan hiç eskimemiş aynalar gibi.
Yazıyı geç yazdım, sergi bitmek üzere, 15 Aralık’ta kapanıyor, bir şölen bekliyor sizi İstanbullular diyorum, sakın kaçırmayın. Bir cennet bahçesi açılıyor önünüzde, kendimize yarattığımız cehennemlerden de yankıları olan, dram ve neşe dolu.
Bir “carapace” gördüm maceranın ortalarında bir yerde, böcek kabuğu sanki, ten üzerinde geziniyor, gri ve sarı, bir işkence aleti mi, nişan mı, türler arası ilişki mi? Tedirginlik sarıyor içimi bazen.
Bilgisayardan fotoğraf çıkışları alıp, üzerine nakış işler gibi çini mürekkeple ince ince çalışmış sanatçı. Başka gezegendesiniz sanki, tanıdık nesneler bile biraz yabancı. Gerçeküstü değil, düş değil, kocaman bir elmanın içinde bir galaksi barınıyor adeta.
Puzzle/bulmaca gibi kareler, diziler başlıyor sonra. Şeftali çekirdekleri, düğüm olmuş kök zencefiller, sebzelerin cildi, 2009’dan ve 2012’den uzun duvar denklemleri. Koyu fon, koyu renk nesneler, yahut açık renk fonda, açık renk figürler, o iç duvarlarda karşılıklı paslaşıyor. Tuvallerin bazı yerlerini boş ve beyaz bırakmaktan hiç korkmamış sanatçı. Cesaret derken bu da var işin içinde. Dizileri izledikçe, farklılığın içinde bir süreklilik keşfediyorsunuz.
Fatma Tülin, çok ender isim verir tuvallerine. “Alis’in Gizi” çıkıyor mesela karşınıza, 2012’den, Eczacıbaşı Koleksiyonu’na girmiş.
Sonra bir sürpriz daha. Bir enginar bu kadar mı güzel açılır hayata, dedirtiyor. Hani içine girip otursam, yahut dibine uzanıp hayal kursam diyesi insan. Tek eleştirim var Fatma Tülin’e, neden hiç heykel yapmadı, inanılmaz heykel olurmuş bu formlardan bazıları.
2013’ten “Geçmiş-Gelecek” tablosu, İstanbul Modern koleksiyonuna girmiş, tam bir baş-yapıt, bence gerçek bir Fatma Tülin otoportresi- dörde, beşe bölünmüş bir tuval-içi kolaj, bir ağaç, bir ceviz içi, birkaç açılmamış ceviz. Bir yol, birkaç bina, soyut gibi duran bitkiler, renk skalasındaki koyu ve açık tonların uyumu şaşırtıcı. En sevdiğim tablo.
2016’dan Paris’teki portre dizilerinden bir grup, sonra “Güllü Kadın”, başka bir hikâye gizleniyor içinde.
Uzun duvar demiştim. 2000’lerin başlarına o dönüşte, tek bir çekirdekten uzun bir hikâye çıkmış, bir doğum bu, bir oluşum, bir mücadele, bir kavga, duvar ve tuval bittiğinde hikâye bitmiyor, dışına çıkıyor tuvalin ve duvarın, hayatımıza giriyor, dramatik bir görsel anlatı.
Bir ceviz kabuğunun kıvrımlarında, bir incirin çekirdeklerinde, iyice içerilere doğru, damarlarına kadar iniyoruz evrenin. Yağlı boyadan, yağlı pastelden, akriliğe ve fötr kaleme, çini mürekkebine doğru evriliyoruz. Arzu dolaşıyor her baktığımız tuvalin içinde. Tenin içi ve dışı aynı anda hayat buluyor. Bir meyvede, bir dokuda evrenin tenini okşuyorsunuz gerçekten.
Paris portrelerinden kendi suretini, otoportresini koymamasına biraz üzüldüm, ama anlıyorum nedenini, serginin tamamı zaten otoportre sayılır. Bir retrospektif sergi yapmak, kırk yıllık üretimine topluca bakmak, bu işleri tek tek seçip kurgulamak, insana zevk mi verir acı mı, ona da karar veremedim aslında. “Başka birisi gibi dışarıdan bakıyorum bazen, bunları nasıl yapmışım” diyor Tülin. Bildik sevdik çocuklarının arasında bir an yabancılaşan anne gibi.
Derken, bir duvar dönüşünde, sanki oraya saklanmış, sonradan düşünülmüş kadar aldırmaz tavırla, bir virgül atmış, öylesine, kenara, 2018’den, taze iki tuval çıkıyor karşıma. Çalışırken müzik dinlemiş, Fransız “rap” sanatçısının sözlerini karalayıvermiş bir köşeye.
Nietzsche’nin sevdiğim bir sözü var diğer tuvalin üzerinde – “Gerçeklikten ölmeyelim diye sanat var.” Gene birtakım bitki formları ve sanki yeniden gövde parçaları deviniyor bu iki yeni tuvalde, ama renkler tamamen farklı işlenmiş, farkın içinde süreklilik demiştim, bu sefer kendini yeniden icat etmek gibi bir tavır görüyorum, öylesine rahatlamış sanatçı tuvalin karşısında, arzudan güzelliğe doğru kocaman bir adım atarken yakalamış kendini.
O virgül iyice dokundu bana işte, duvar bitti, sergi bitti, labirentin bir ucunda, labirentten çıkmak istemedim, bendeki izleme arzusu bitmedi, arkası sonra der gibi bir virgüldü o, bir virgülün hikâyesini izlemişim meğer dedim, hayata olan inancım tazelendi, hani çok utanmasam, gözlerimde birkaç yaş birikti de diyecektim.
Ezber bozan cesaret, kendi yoluna giden bağımsızlık, geleceğe ve hayata bir güven, öylesine bekliyorum, virgülden sonraki cümlenin devamını.