"Dilde sadeleşme bu kitap için bir tercihti. Öte yandan her türlü sanatta, kuvvetini ve derinliğini kaybetmeden sadeleşmeyi önemli ve kıymetli buluyorum. Yaşama biçimim itibariyle de giderek sadeleşiyorum. Süs püs, ağdalı ifadeler, kelime oyunları yazarlık serüveninin başında, acemilik evresinde, o telaşla tutunulan dallar."
14 Ekim 2021 15:00
Cehennemin ortasında yaşarken alâmetleri görebilmek, kestirebilmek daha zor olabiliyormuş; bunu gördük. Gaye Boralıoğlu, son eseri Alâmetler Kitabı ile aldığımız nefese dahi sinen kötülüklerin, umudun, inadın ve imkânların kapılarını işaret ediyor.
Yaşadığı dünyayla, burnunun ucundaki kokuyla yakinen, varoluşsal bir güdüyle ilgilenen bir kalemin tuttuğu kayıtlar gözüyle de bakılabilir Alâmetler Kitabı’na. “Kötülüğün teşhisi zordur, bir sürü mazeretin ardına gizleniverir. Meseleyi böyle ele alınca da süsten püsten arınmak, sadeleşmek elzem oldu” diyen Gaye Boralıoğlu ile sade, arındırılmış bir dille ördüğü öyküler toplamı hakkında sohbet ettik.
Pandemi süreci içinde büyük oranda yazılan bir kitap olarak Alâmetler Kitabı, bir tür gerçekleşmiş kıyamet alâmetinin içinde yazılmış durumda. Kitabı okurken, yazarın “kasıtlı” olarak bu toplamı oluşturduğu kanaatini edindim. Yanılıyor muyum? Alâmetler Kitabı nasıl oluştu, nasıl yazıldı, kendisini yazdırdı?
Aslında kitapta yer alan öykülerin büyük bir kısmı pandemiden önce yazılmıştı. Fakat genel olarak okurlarda pandemiden sonra yazıldığı hissini uyandırdılar. Bunun nedeni de sanırım şu: Bizler Türkiye’de pandemiden çok daha önce, özgürlüklerin sınırlandırıldığı, yönetimin merkezîleştiği, iktidarın totaliterleştiği, geleceğin flulaştığı distopik atmosfere girmiştik; pandemi üzerine geldi. Ben yaşadığım dünyayla, ayağımı sürüdüğüm toprakla, burnumun ucundaki kokuyla yakından ilgili bir yazarım. Böyle düşünüyorum, bakıyorum ve görmeye çalışıyorum. Ne oldu? Ne olacak? Nereye varacağız? Bu sorularla uğraşıyorum. Doğal olarak endişeliyim. Yalnız kurumların değil, kavramların erozyonu, ortak değerlerin zayıflaması herkes gibi beni de kaygılandırıyor. Alâmetler Kitabı bu soruların dolaştığı bir zihinden doğdu.
Alâmetler Kitabı birtakım distopik alâmetlerden söz ediyor ama “alâmet” her zaman kötü-olumsuz olmak zorunda mıdır? Öykülerde karşımıza çıkan alâmetler “umut” bazında insanı zorlayıcı. “Vakit tamamdır” demenin kendisine nasıl odaklanılabilir?
Zaten kitapta birtakım olumlu alâmetler de var. “Malum Şahıs” öyküsü, “Kanuni Orospu”, “Haram” bu yönde değerlendirilebilir. Benim odaklandığım mesele şuydu: İyinin kötüye, haramın sevaba döndüğü, kavramların bulanıklaştığı, hakikatin hükmünü kaybettiği bir çağın içinde yaşıyoruz. Göstergeler ile anlamların birbirinden bu derece uzaklaştığı bir dönem tarih sahnesinde pek az olmuştur. Herkes iyi insan olduğunu sanıyor, kötülüğün kendi dışında var olduğunu düşünüyor. Oysa öyle değil. Dünyadan Aşağı’dan beri edebiyatın insan ruhuna ayna tutan yanıyla hemhal oluyorum. Alâmetler Kitabı da böyle. Distopik gibi görünen öykülerin bile aslında bugünün gerçekliğinden bahsettiğini anlayabiliriz aslında. Umut konusuna gelince; bu ayrı ve çoook derin bir mevzu. Zaman zaman yazıp çiziyorum bu konuda. Bu söyleşide oralara girersek çıkamayız işin içinden.
Alâmetler Kitabı neden bir öykü kitabı; neden bir roman değil? Kitabı okurken, Black Mirror dizisi geldi aklıma. Bir toplamın içindeki pasajlardan oluşuyor adeta. Roman gibi toplam bir dünyanın içinde değil de müstakil olarak bu “alâmetler”i dile getirme tercihinin nedenleri neydi?
Türlere göre tercih yaparken, zihnimde beliren hikâyeye en uygun formun ne olduğunu düşünüyorum; roman mı, öykü mü, film mi? Bunlar aşağı yukarı dört yıla yayılan bir zamanda, farklı ruh halleri, farklı meseleler etrafında kurgulanmış öyküler. Kitabı oluştururken, öykülerin birbirleriyle ilişkilerini, bu kitabın çatısı altına girecek niteliğe sahip olup olmadığını sorguladım. Bazı öyküleri çıkardım, geçişleri aksatmamak için yeni öyküler yazdım. Bence bir öykü kitabının kurgusu, öykülerin seçimi, art arda gelişi bir roman kurgusu kadar önemli. O yüzden kitabın bütünlüklü bir fikri, kavramsal bir arka planı vardır ama roman olmadığı, olamayacağı, olmak da istemeyeceği açık bence.
İroni-humor, daha önce de Gaye Boralıoğlu’nun eserlerinden bildiğimiz, tanıdık gelen bir üslup özelliği. Ancak Alâmetler Kitabı’ndaki ironi cehennemin orta yerinde yapılan espriler gibi, gülümsetmekten öte diş gıcırdatmalarına, insanı iten bir sarakaya dönüşebiliyor. Kötülük ve (kara) mizah arasındaki irtibat açısından öykülerin içindeki gücü nasıl görüyorsunuz
Bazen size de cehennemin orta yerinde yaşıyoruz hissi gelmiyor mu? Canınız o derece acımıyor mu mesela? Bence hepimiz geleceğe dair umutsuzluk, en azından belirsizliğin getirdiği karamsarlık duygusuyla yaşıyoruz. Bunlar dayanılması zor duygular. Kimimiz yok sayarak katlanmaya çalışıyoruz, daha inatçı ve cesaretli olanlarımız mücadele ediyor ve böylece “şimdilik” bir yaşam ihtimali yaratıyorlar. İroni ya da kara mizah, ne yazsam, ne yapsam benimle birlikte geliyor, bu hayata katlanmamı sağlıyor. Dünyanın ahvali kötüleştikçe gülümseme de acılaşıyor; yine de her şeye rağmen gülümsemeyi ya da gülümsetmeyi değerli buluyorum.
Bu kitapta şimdiye kadarki eserlerinize göre daha “mesaj kaygılı”, daha sözünü doğrudan söylemek-göstermek isteyen bir kalem-üslup karşımıza çıkıyor. Mesafeli, doğrudan, katı bir dille öyküleri kurmak bir yazar olarak kaleminizi nasıl etkiledi?
Şöyle anlatabilirim belki: Benim için şahsi bir konu yok. Kişisel dertlerimden çok nasıl bir dünyada var olduğumla, gidişatta nasıl rol oynayacağımla, sözün nereye varacağıyla ilgiliyim. Bu şekilde var olmanın etik olarak iyi bir yanı var, insanı bencillikten koruyor. Öte yandan daima bir endişe ve tetikte olma duygusu gibi yorucu hisler de peşi sıra geliyor. Alâmetler Kitabı böyle bir ruh dünyasının sonucudur. Alâmetler Kitabı’nın ana meselesi olan sıradan kötülükleri mümkün olduğunca hafifletici nedenler olmaksızın, saf, oldukları halleriyle ele almak istedim. Çünkü bu şekilde daha kristalize oluyor durum. Kötülüğün teşhisi zordur, bir sürü mazeretin ardına gizleniverir. Meseleyi böyle ele alınca da süsten püsten arınmak, sadeleşmek elzem oldu.
Önceki öykü ve romanlarınızdan farklı olarak en sade dille burada karşılaşıyoruz. Alâmetleri abartmamak mı bu, yoksa güçlerini çıplak halleriyle ortaya koyma gayreti mi? Alâmetleri hikâye etmenin kendisi yazarken nasıl bir deneyimdi?
Dilde sadeleşme bu kitap için bir tercihti. Öte yandan her türlü sanatta, kuvvetini ve derinliğini kaybetmeden sadeleşmeyi önemli ve kıymetli buluyorum. Yaşama biçimim itibariyle de giderek sadeleşiyorum. Bu arzu mu bana böyle öyküler yazdırıyor, yoksa öykülerin gücünü ortaya çıkarmak için bu yolu mu seçiyorum, tam bilemiyorum henüz. Ama yazar olarak yürüdüğüm bu yoldan memnunum. Süs püs, ağdalı ifadeler, kelime oyunları yazarlık serüveninin başında, acemilik evresinde, o telaşla tutunulan dallar. Sonuçta yirmi yılı aşkın süredir yazıyorum ve oyunu stilde değil, anlamda kurmayı daha çok önemsiyorum.
Neredeyse her öyküde okuru ters köşe ediyorsunuz. Alâmetlerden biri de yapıların daima tersine çevrilebileceği, dönüştürülebileceği midir? Yoksa biraz aşırı-yorum mudur bu?
Dümdüz giden bir şeyi tersine çevirebilmek, en azından bu ihtimalin varlığından bahsetmek, böyle bir oyun kurabilmek... Umuttan bahsetmiştiniz bir yerlerde... Ben buna umut diyorum işte. Yoksa dünya ne kadar güzel bir yer, zaman her şeyin ilacı falan... Bunlar retorik. Ruhumuza iyi gelebilir ama böyle bir retorik hayatı iyileştirmiyor ve doğrusunu isterseniz edebiyatın konusu olmaya da uzak bir dil.
Karanlık, kötü, olumsuz bir genel ortam içinden çıkan öyküler de olsa pesimizme veya kinizme düşmeyen bir üslup var Alâmetler Kitabı’nda. Bunca alâmet (ve dahası...) birikmişken “umut ilkesi”ni canlı tutabilmek nasıl mümkün olabilir?
İşte yukarıda söylediğim gibi, her şeyin bir anda tersine dönebilme ihtimali... Tekrar umut meselesine geldiysek şu kadarını söyleyebilirim: Umuttan ziyade cesareti ve inadı daha çok önemsiyorum. Ancak bunlar var olduğunda umut siyasi retorikten uzaklaşıp daha gerçek hale gelebilir. Bu devir böyle.
Ve son öykü, “Seher Fares’in ardından” ithafını taşıyor. “Yükseliş” öyküsü neyin alâmetidir? Omuzlarımızda tabutlarla bir düğün yapabilmek neyin olasılığını, imkânını sunuyor? Düğün ve cenazenin buluşması, üstümüze yığılan alâmetlerin karşısında bir duruş veya onları yıkabilme gücü müdür?
Biliyorsunuz, o öykü gerçek bir olaya dayanır. Beyrut’taki patlamada ölen genç itfaiyeci kadının nişanlısı bizi aynı anda ölüm ve hayatla burun buruna getirdi. Cenazenin bir düğüne dönüşmesi, dans ederken dökülen göz yaşları... O görüntülerden çok etkilendim. Çok tuhaf bir andı. Bir bedenden geriye kalan koca bir hiç... Tesellisi olmayacak derin bir yas... Aşkın yok hali... “Yükseliş” öyküsünün bir alâmeti varsa işte asıl o kıyamet alâmetidir.
•