Gençliğe ulaşmak kârlı ve yayıncılar bunun farkına gitgide daha çok varıyor. Anlaşılan o ki, gökkuşağının renkleri sermaye sahiplerine hiç şu son beş yılki kadar “parlak” görünmemişti…
14 Ocak 2016 13:00
Edebiyatta LGBTİ temaların izini sürerken, çocuk ve gençlik edebiyatına özel bir başlık açmak kaçınılmazdı. Çünkü, tahmin edildiği üzere, konu “çocuk” oldu mu işler çetrefilleşiyor. Yayıncılıkta da durum aynı: Yazar, yayıncı, dağıtımcı ve okur çemberine yepyeni aktörler, aracılar ve karar mekanizmaları ekleniyor. Dolayısıyla, LGBTİ gerçekliği bambaşka bir önem ve anlam kazanıyor.
Olduğu ve kazanabildiği kadarıyla, diyelim...
Ama bunu da demeden önce, şu edebiyattaki “çocuk” ve “genç” alt başlıklarını biraz soruşturalım. Çünkü Türkiye'de tür ve tema konularındaki genel yaklaşım, daha LGBTİ temalara varmadan bile yeterince karmaşık.
“Çocuk edebiyatı” teriminin tek başına kullanıldığını çok duymuşuzdur, duyarız da hâlâ. Nihayetinde adını da varlığını da hitap ettiği okur kitlesine borçlu olan yegâne edebiyat türüdür çocuk edebiyatı. Bugün tanımladığımız şekliyle temelleri Avrupa'da, eğitime destek amacıyla atılmış, iki asrı geride bıraktıktan sonra da kendini –pazar kuralları gereği- olabildiğince eğitim darboğazından kurtarmaya, edebiyata dâhil etmeye, şablonlarından sıyrılıp da öyküleriyle öne çıkmaya çalışan özel bir edebiyat ve yayıncılık anlayışı.
Gelgelelim, kökleri ve varoluş nedenleri aynı olsa da, “gençlik edebiyatı” bugün çocuk edebiyatından daha farklı bir yerde duruyor. “Bugün” derken, gerçekte yaklaşık on beş yıllık bir dönemden bahsediyoruz. Türkiye’de “gençlik edebiyatı”nın tek başına kullanılması ve kullanıldığında bir şeyler ifade etmesi için 2000’leri beklememiz gerekti. Ondan öncesi, hatta büyük ölçüde bugün bile hâlâ “çocuk ve gençlik edebiyatı”dır. O nedenle, önce şu iki kavramın bir arada kullanıldığı duruma bakalım.
Çocuk edebiyatından söz ederken “çocuk ve gençlik” denmesinin bir nedeni, bu “kitlesine göre” edebiyatın, yani çocuğa göre düşünülen, tasarlanan, yazılan ve yayımlanan edebiyatın kitlesini yaş olarak tanımlamanın ve sınırlamanın zorluğu. Çocukluk nerede başlar, nerede biter? Tema seçimleri ve bu temaların işleyişi bakımından, “yaşça küçük” bir kitleye göre edebiyatı biçimleme ihtiyacı hangi yaş aralıklarını kapsar? “Genç” denen birey ne kadar çocuktur, ne kadar yetişkin? İlkgençlik denen ve çocukluğun yakın uzantısı görülen dönem ne zaman sona erer ve “genç” birey çocukluktan ne zaman tamamen kopar? Ya da, hiç kopar mı?
Sorulardan da anlaşılacağı üzere, bu bitmez görünen arafvari dönemi tanımlamaktaki sıkıntıdır bu iki kavramın bir arada kullanılmasındaki nedenlerden biri. Bir diğer neden de, yine ilk nedene paralel olarak, okur bağlamındaki “çocuk ve gençlik” teriminin çeviriyle gelmesinde yatar. Bugün UNESCO’ya bağlı, uluslararası bir sivil toplum kuruluşu olan International Board on Books for Young People’da (Uluslararası Çocuk ve Gençlik Kitapları Kurulu, IBBY) adı geçen “young people” tam da bu geniş yaş aralığını ifade eder. Bu kuruluşun Türkiye kolu olan Çocuk ve Gençlik Yayınları Derneği (ÇGYD) de aynı ifadeyi kullanır. Benzer şekilde, çocuk ve ilkgençlik edebiyatını tanımlamak için Fransızca’daki “littérature de jeunesse”te ve Almanca’daki “jugendliteratur”da -her ne kadar bazen başına “kinder-” eklense de- “gençlik” olarak tınlayan ifade esasen çocukluğu ve ilkgençliği kapsar.
Burada mesele, güncel kullanım bağlamında “gençlik” ifadesi geçse de içinde, baskın ve belirleyici kavramın “çocukluk” ve ona bağlı “ilkgençlik” olmasıdır. Küçük yaş grubunu (çocuk ve ilkgençlik) ve o yaş grubuna göre biçimlenen bir edebiyat alt başlığını ifade eder. Bu yazıda, bu kategoriye pek bakamayacağımızı söyleyelim. Çünkü baksak da göreceğimiz şey, ne yazık ki koca bir sıfır.
Bu kitlenin, yani geniş tanımıyla “çocuğun” kitaba ulaşımı elbette yetişkin aracılığıyla sağlanıyor. Hedeflenen okur çocuklar olsa da, öncelikle ebeveyne, veliye, vasiye, öğretmene sunuluyor bu eserler. Şahsı adına karar verilen bir birey olarak çocuk, henüz hangi kültür ürününe ulaşacağına ne içeriksel ne de ekonomik anlamda karar verebiliyor. Haberdar olabiliyor, talep edebiliyor, seçimini ifade edebiliyor ama normal koşullar altında, son karar ona ait değil. Ebeveynler deseniz, çocuklarına kitap seçme işini büyük oranda öğretmenlere, yani okullara bırakmayı tercih ediyorlar. Böylece durum netlik kazanıyor. Çünkü okul deyince, millî eğitim devreye giriyor. Yani devlet denetimi başlıyor. Talim ve Terbiye, Muzır Neşriyat ve benzeri kontrol mekanizmaları işliyor... Bu çok genel çerçeve dâhilinde, çocuk ve ilkgençlik edebiyatında niçin LGBTİ temaları göremeyeceğimizi, hem genel sansür kültürümüze, hem içinde bulunduğumuz ağır konjonktüre hem de bu dosyanın diğer yazılarında anlatılan LGBTİ’nin edebiyatta görünürlüğüne ilişkin tarihçeye bakarak anlayabiliriz.
Biz şimdi gelelim o tek başına anılan, kavramca çok daha genç olan, ilkgençlikle sınırlı kalmayan “gençlik edebiyatı”na. Çünkü orada, işin rengi biraz değişiyor.
Gençlik edebiyatı, tıpkı LGBTİ edebiyat gibi, eserlerin temalarına göre toparlanmış bir kategoriyi ifade ediyor. Gençliğe ve büyümeye ilişkin temaların, sosyal ve biyolojik değişimlere yönelik durumların, ergenlik sonrası sosyalleşme ve bireyleşme süreçlerine dair meselelerin konu edildiği kurmaca eserleri bugün “gençlik edebiyatı” başlığı altında görmek mümkün. Bu kurguların yer verdiği en yaygın temalar arasında aile içi ilişkiler, ilk aşk ve yakınlaşmalar, okul ve otorite, farklılıklar ve ötekilik, dostluklar ve hayal kırıklıkları, cinsel yönelimler ve toplumsal kabuller, akran zorbalığı ve şiddete karşı duruş, toplumsal sınıf algısı ve bireysellik sayılabilir. Elbette bunlar, hayatın özüyle buluşan temalar. Yoksa, öyküleri çekici ve özel kılacak fantastik, polisiye, paranormal öğeler her zaman, her temaya eşlik edebilir.
80’lerin sonu ve onu izleyen 90’ların önemli bir kısmı, gençlik edebiyatının “sorun odaklı” yıllarına tanıklık eder. Bu dönemde, gençlik edebiyatı aslında çocuk edebiyatının salt devamı niteliğindedir. Çocuk edebiyatının yüklendiği eğitim görevi, bu kez gençleri yaşama ve yaşamın sertliklerine hazırlama görevine dönüşmüştür. Yaşa ve algıya bağlı konjonktür değişmiş, sorunlar da çeşitlenmiştir belki, ama aktarım mantığı çok farklı değildir. Cinselliği tanıma, yetişkinler dünyasına kendini konumlama, sistemle mücadele, madde bağımlılığı, tutucu ve önyargılarla dolu bir dünyada var olma çabası kendini bunlara ilişkin temalar içinde gösterir. Elbette bu “sorun odaklılık” edebiyatın doğasını zorlar niteliktedir. Mesele, konu edilen sorunu tüm gerçekliği içinde, gerekirse şablon halinde, gence “pratik” bir kurgu dâhilinde aktarabilmektir. Mesele, çocukta olduğu gibi, yine aktarımdır.
90’ların sonu ve 2000’lerle birlikte, çocuk edebiyatında da gençlik edebiyatında da değişimler başlar. Türkiye’deki çocuk edebiyatında didaktizm karşıtı söylemlerin arttığını, konuların çeşitlendiğini, normların daha çok tartışmaya açıldığını ve eserlerden gerçek anlamda edebî olmalarının beklendiğini görürürüz. Yaygın bir tartışma ortamından söz edemesek de başta, çıkmaya başlayan sesler gitgide yükselir. Gençlik edebiyatı da çeviriler yoluyla Batı’daki atılımını yansıtmaya, şablonlarından sıyrılıp çok daha edebî bir anlatıma yükselmeye ve kendini kitlesinden çok öyküsüyle ifade etmeye başlar. Gençlik edebiyatının da eğitimci yönünden sıyrılıp ilgiye, estetiğe ve beğeniye hitap etmesi, ama daha da önemlisi, aracılarından kısmen kurtulup doğrudan “okuruna” ulaşması, LGBTİ temaların da çok daha rahat, gerçekçi ve hayattan halleriyle metinlerde yer almasını sağlar. Evet, pazarın gökdelenlerle yükseldiği ABD’de bu edebiyat bugün hâlâ ve yoğun bir şekilde “gençlere” pazarlanıyor, ama artık buradaki temel dinamik eğitimsel amaçlar ya da “okura görelik”ten çok serbest piyasa mantığı. Yoksa bu temaları hangi yaşın, demografinin okuyacağını ve seveceğini, edebiyatın diğer tür ve temalarında da olduğu gibi, belirlemek mümkün değil. Yayıncılık açısından belki, ama edebiyat açısından gerekli de değil.
Elbette gençliğe ulaşmak kârlı ve yayıncılar bunun farkına gitgide daha çok varıyor. Anlaşılan o ki, gökkuşağının renkleri sermaye sahiplerine hiç şu son beş yılki kadar “parlak” görünmemişti. İktidar ve siyaset ne derse desin...
Bu yazıda adı geçen kitapları neye göre seçtiğimize ilişkin bir not düşmek yararlı olacak: Dosya dâhilinde yalnızca “gençlik edebiyatı” başlığı altında yayımlanmış, doğrudan genç okura yönelik olarak tanıtımları yapılmış ve/ya gençliğe dair temalara öncelik verdiğini açıkça ifade eden yayınevleri tarafından basılmış kitapları seçtik. Çünkü, tıpkı LGBTİ edebiyat gibi, türden çok tema kategorilendirmesini ifade eden gençlik edebiyatı başlığı da belli oranda bir sübjektifliği barındırıyor. Bir kurguda hangi temanın başat, önde ya da belirleyici olduğu esasen okura bağlıdır. Yayınevleri de, özünde, birer okur mantığıyla işler. Editoryal ekibin yönettiği bir yayın kurulu, kitapları seçerken, oluşturdukları birlikteliğin ortak kararına, ortak ruhuna ve ortak “temaya uygunluk” anlayışına göre kitapları seçer. Dolayısıyla, bu yazının okurları nezdinde, örnekler açısından belli eksiklerin gözlemlenmesi ya da farklı görüşlerin oluşması da kaçınılmaz.
90’ların ortasında, gerek çocuk edebiyatında gerekse gençlik edebiyatında didaktizmin, sorun odaklılığın ve öykülerden yoksun bir yazın anlayışının Türkiye’de hararetle tartışılacağının müjdelendiği yoğun bir on yıl başladı. Münferit çabaların bir araya geldiği, yeni anlayışa uygun örneklerin parlatıldığı, basite kaçılmış ve niteliksizliği üzerinde durulmamış metinlerin yerildiği bir –eleştiri, diyemesek de- sorgulama dönemi, edebiyatın bu özel alanı için umut vaat etmeye başlamıştı. Elbette bu gelişmeler çok sistemli, planlı ve kurumsal bir dayanışma içinde değil, daha çok didişken bir rekabet ortamında gerçekleşti. Farklı sesler farklı noktalardan yükseliyor, bazen birbirini tamamlamıyor, monolog düzeyinde kalıyordu. Bunun nispeten değişmesi için, rahat bir on yıl geçmesi gerekecekti.
1996’da kurulan Günışığı Kitaplığı, kuruluşunun ikinci yılında, gençlik edebiyatı alanında sağlam ve dönüştürücü ilk adımı, iki romanla attı. Bunlardan biri, İrlandalı yazar Mark O’Sullivan’ın Beyaz Yalanlar adlı, LGBTİ temalı kitabıydı. Pek çok şeyin geç yaşandığı Türkiye’de, bu adım da dünyaya kıyasla geç, ama ivedi bir şekilde atılmıştı. İrlanda’da farklı sosyal çevrelerden gelen üç genci merkez alan ve Müren Beykan’ın çevirisiyle yayımlanan roman, gelecekte yolunu çizmeye çalışan genç bireylerin bugüne ve geçmişe tıkanmış hallerini anlatıyor, bu arada aile, okul, ırkçılık ve alkolizm gibi temalara yer veriyordu. Esas mesele, bir türlü kurulamayan o “iletişim” adlı illetti. Eşcinsellik, tahmin edileceği üzere, “kendini tanıma” ve “açılma” konusu üzerinden işleniyordu. Özellikle şablonların ve sorun odaklı anlayışın yeni yeni eleştirilmeye başlandığı bu dönemde, cinsel yönelimlerin “açılmak” ana teması üzerine kurgulanması doğaldı –ki, bu temanın hâlâ eskimediğini, çünkü konuya ilişkin pek çok meselenin hâlâ yerinde saydığını biliyoruz.
Mark O’Sullivan’ı, Mine Kazmaoğlu’nun çevirisiyle Zor Sevgiler izledi. Ellen Wittlinger’ın 2002’de çevrilen bu romanı, Günışığı Kitaplığı’nca atılmış ikinci bir cesaretli adımdı, çünkü açılımını çoktan gerçekleştirmiş başkahraman Marisol’ün lezbiyen olmakla hiçbir derdi yoktu. O, örnek karakter olma derdi taşımayan, bunun için de pek çok yönüyle benimsenebilecek, “gerçek” bir karakterdi. Kendini aşktan ve cinsel hislerden muaf sanan John’la fanzinler üzerinden tanışan Marisol’ün, bu gence sevmek ve sevgiyi ifade etmek üzerine öğretecek çok şeyi vardı.
Ama yayınevinin ve okurların da öğreneceği bir şey vardı: Her iki kitap da, başlangıçta pek az okura ulaşacak; az tekrar baskı yapacaktı. Çünkü bu tarz kitapların tanınırlığı düşüktü ve okul-ebeveyn sansürü devredeydi. Evet, bu kitapların okurları artık çocuklar değildi ve hiçbiri ebeveynlerine “zor” sorular sormayacaklardı. Ancak gençlerdi ve “özenebilirlerdi” –eşcinselliğin “özenme”yle var olabileceğine ilişkin yanılgı, bugün de varlığını sürdürüyor. “Özenme”nin mümkün olmadığını bilen ebeveynler de, gizli hislerin uyanmasından, ürktükleri konuların “konuşulabilir” hale gelmesinden korkuyorlardı. Öğretmenlerse bambaşka idari kısıtlar altındaydılar.
Bu konjonktürün kaçınılmaz darbesini yiyen bir diğer eser de, Can Çocuk’un 2004-2008 yılları arasında yayımladığı müthiş “Pelle ile Prof” polisiye dizisiydi. Hatta yayınevi, bu diziyi yayımlamak için haklı bir değişiklik yapmış, “Çocuk” yerine “Gençlik” ifadesini kullanmış ve 2011’de başlattığı kısa yayın hayatını 2012’de sonlandıran Can Gençlik’e de ismen bir patika açmıştı. Norveçli yazar Ingvar Ambjørnsen’in aynı adla sinemaya uyarlanan on kitaplık dizisi, on altı yaşında iki gencin maceralarını konu ediyordu. Ne var ki dizi, Türkiye’de altıncı kitap Kardaki Alevler’le sona ermişti. Çünkü bu altıncı macerada, Prof karakterinin ağabeyinin eşcinselliği hepten ortaya çıkmakla kalmıyor, romandaki eşcinsel karakterlerin karşı karşıya kaldıkları ölüm tehlikesi, öykünün en gerilimli noktalarından birini oluşturuyordu. Kendilerine rağmen sürekli tehlikenin göbeğinde yer alan Pelle ve Prof, olaylar süresince toplumun eşcinselliğe bakışı, önyargılar ve aile üzerine tartışıyorlardı. Verimli, düşünmeye sevk eden, yol açıcı tartışmalardı bunlar. Hiç okunabildiler mi bilmiyorum. Çünkü arka kapakta açıkça zikredilen eşcinsellik, tahminen pek çok öğretmeni ve ebeveyni caydırmıştır.
Dolayısıyla LGBTİ alanda yeni adımlar için okura doğrudan ulaşmak gerekliydi, çocukla neredeyse eş görülen “ilkgençlik”ten daha özgürleşmiş bir gençlik algısına ihtiyaç vardı ve bunun için 2011’i, ON8’i ve Tudem’in gençlik kitaplarını beklemek gerekecekti. Nitekim Günışığı Kitaplığı’nda hak ettiği okur buluşmasını gerçekleştiremeyen Beyaz Yalanlar da, bu kez Bir Adım Daha adıyla ve revize edilmiş baskısıyla 2013’te, ON8’den çıkacak, adını daha yüksek sesle duyuracaktı.
ON8, on beş yaş ve üzeri okurların, büyük ölçüde aile ve okul önerilerinden bağımsızlaşmış, okuyacağı kitabı kendi kendine seçmeye başlamış gençlerden oluştuğu bilinciyle, 2011’de Günışığı Kitaplığı tarafından kuruldu. Bu kez, okurun yaşı yoktu, herkes her kitaba davetliydi. Taban vardı ama tavan yoktu. Temalar ve kahramanlar gençlerin ilgisini çekecek türde olsa da, edebiyatın doğasına uygun bir yaşsızlık hâkimdi artık. Bilimkurgu, polisiye, aile, okul temaları yanında, onlara girift pek çok başka temaya da yer verilebilirdi. İlk adım, yine LGBTİ bir temayla atıldı. Nazlı Tancı’nın çevirisiyle İntihar Notlarım, ABD’li yazar Michael Thomas Ford’un Türkiye’deki ilk romanıydı. Başarısız bir intihar girişiminin ardından zorunlu olarak yattığı psikiyatri kliniğinde Jeff’in ağzından dökülenler, hayata komik ve sarkastik olduğu kadar son derece gerçek ve genç bir yaklaşımı ifade ediyordu. Ve gençler soruyorlardı: “Bu kitabın devamı yok mu!”
İntihar Notlarım’ın devamı yoktu, ama aynı yıl, güzel bir haber İzmir’den, gençlik edebiyatı yayımlamaya başlayan –daha sonra bu kitaplar için DeliDolu adlı bir alt marka açacak olan- Tudem’den geldi. 2000’de Fransa’da basılan ve televizyon filmine uyarlanan Oh, boy! pek de anlamını karşılamadığını ve biraz zorlama olduğunu düşündüğüm Yıldızı Dişi adıyla yayımlandı. Adına karşın, anlatımıyla ve karakterleriyle tam bir olgunlaşma dönemi romanı olan eser, bazen üzüntüden bazen de kahkahadan gözleri dolduracak çekici bir öyküye sahipti. Marie-Aude Murail’in bu leziz romanını Sibil Çekmen’in çevirisinden okuduğumda, Morlevent ailesini kimsenin unutmayacağına emin olmuştum. Aile kurumunu, tüm normları yıkarcasına baştan tanımlayan Murail, hasta kuzenine bakan Bart karakteri üzerinden bir eşcinselin önyargılara karşı mücadelesinin yanında, onun kendi potansiyelini keşfetme öyküsünü de anlatıyordu. Ve romanda kimin ne zaman başkahraman olacağı asla öngörülemiyordu.
2012’de tamamlanan dört kitaplık “Mavi Kirazlar” dizisi, Paris metropolünde yaşayan dört arkadaşın sırlarına, bugünlerine ve hayallerine odaklanırken, okura konu, mekân ve üslup zenginliği sunuyordu. Dört yazarın kaleminde hayat bulan dört karakterden Amos’un eşcinsel kimliği netti, sağlamdı ama aşkın dile gelişi açısından diğer karakterler kadar cesaretle anlatılmıyor, ona öpüşmekten fazla bir şans verilmiyordu. Yine de AIDS, Türkiye’de ilk kez, ufak bir yan tema olarak da olsa, bir gençlik kitabında eşcinsel karakterle yan yana birkaç sayfayı paylaşıyordu.
AIDS gerçeği ve 80’lerde yaşanan trajik şaşkınlık, 2013’te Bahar Çelik çevirisiyle Martı Yayınları tarafından yayımlanan, Carol Rifka Brunt’ın Kurtlara Söyle Eve Döndüm adlı romanında yoğun bir şekilde işlendi. AIDS yüzünden ölen dayısının ardından, onun yarattığı boşluğu, sahip olduğu anılarıyla ve hiç tanımadığı gerçekleri keşfederek dolduran June’un anlatımı, Angels in America’dakine benzer bir derinliğe sahipti. Normların yerine insan gerçekliğini, önyargıların yerine hakiki sevgiyi koyan roman, Brunt’ın başyapıtı sayılabilir.
Yine 2013’te, Almanya’nın en çok okunan kitaplarından biri olan ve pek yakında Fatih Akın’ın filme çekeceği “Tschick,” Yokuş Aşağı adı altında, Suzan Geridönmez’in çevirisiyle ON8’den çıktı. Wolfgang Herrndorf’un Eflak’a, nâmıdiğer Kaf Dağı’na gitmeye çalışan iki genç kahramanının çıktıkları yolculuk, kendilerini tanıma yolunda büyük ve geri dönüşü olmayan bir adımdı. Belki de onları kendileriyle, birbirleriyle ve hayatla buluşturacak en büyük deneyimi yaşamış, konu sevgi oldu mu, eşcinsel ya da karşı cinse yönelik hiçbir duygunun “yanlış” olamayacağını anlamışlardı.
Görece zengin bir içerik sunan 2013, ABD’li yazar Stephen Chbosky’nin, eleştirmenlerce pek çok açıdan övülen romanı Saksı Olmanın Faydaları’na da ev sahipliği yaptı. Saf iyiliğiyle ön plana çıkan ama ruhunda sakladıklarının acısını her an hissettiren Charlie karakterine, yönelimleriyle barışık ancak duyarlılığını ve kırılganlığını ketumluğuyla örtemeyen Patrick eşlik ediyordu. Belleklerden çıkmayacak sinema uyarlamasını izleyenler, Logan Lerman ve Ezra Miller’ın performansını unutmayacaktır.
Gençlik edebiyatı içinde LGBTİ temalardaki bu artış, aynı yıl Günışığı Kitaplığı’nda ikinci bir Ellen Wittlinger kitabının da müjdecisi oldu. Bu kez okurlara Cape Cod sahilleri ve Princetown’un gökkuşağı yansıyan sokakları göründü. ABD’de gençlerin severek okuduğu “Razzle,” Tuğçe Akyüz’ün çevirisiyle Elden Düşme adıyla yayımlandı. Tıpkı Zor Sevgiler’deki gibi, burada da temel sorun açılmak, kendini kabul ettirmek değil, sevgiyi ve ilişkileri yaşatabilmekti. Wittlinger bu romanda da sevginin hem etiketsiz hem de zor hallerine, kopuk bir aile ilişkisine, bastırılmış pişmanlıklara, yarım kalmış iletişime değiniyordu. Ancak, tutucu demesek bile klasik bir aile yapısının bile, ille cinsellik çerçevesinde değil, biraz olsun norm dışı ve “farklı” olan herhangi bir şeye nasıl bakabileceğini gözler önüne seriyordu. Gençler dönüşürken, ebeveynler için bu o kadar kolay olamayabiliyordu.
Danimarkalı yazar Janne Teller’ın, çevrildiği her ülkede nutukların tutulmasına neden olan romanı “Intet,” Abdülgani Çıtırıkkaya’nın çevirisiyle ON8’den Ağaçtaki adıyla çıktığında, Danimarka’daki gibi “çocuk kitabı” etiketiyle yayımlanamayacağı aşikârdı. Çocuklarımızın soru sormasından korkarken bizler, nihilizmin ürkütücü sınırlarında gezen bu ergenlerin düştükleri çıkmazlardan ve bu çıkmazların üstesinden gelmek için buldukları çözümlerden mürekkep bu romanı onlara vermekten deli gibi ürkerdik kuşkusuz. O nedenle, mantıklı bir kararla, “gençlik edebiyatı” olarak tanıtıldı ve hatırı sayılır derecede ilgi topladı. Kahramanlarının on üç yaşlarında oluşu, elbette romandaki cinsel yönelim algısını da belirledi. Kız Werner karakterinin görünürlüğü ve ona yüklenen “kız” sıfatı, elbette bir çocuk romanı olarak ele alındığında önemsiz bir ayrıntı olarak geçiştirilemez. Yine de, genel edebiyat içerisinde kayda değer bir karakter değil Werner.
2015, ABD’nin özellikle gençlerce çok sevilen yazarlarından David Levithan’ın Türkçeye çevrildiği yıl oldu. Levithan’ın LGBTİ bile demeden, belki etiketsiz aşkın en güzel ve siyasi açıdan en “queer” örneğini romanlaştırdığı Her Gün, Derya İmer Aydınlık çevirisiyle Pegasus Yayınları’ndan çıktı –ki Pegasus Yayınları’nın gençlik edebiyatı alanında çok yeni eserlerle hızla büyüdüğünü belirtelim. Her gün –yaşıtı olmak koşuluyla- farklı bir bedende uyanan isimsiz –ve cinsiyetsiz- kahraman A için bu durum bir hediye değil, lanet. Çünkü A hiçbir yaşamda sabitlenemiyor, hiçbir akışa kendini bırakamıyor. Âşık olmamalı, çünkü o aşkı bir günden fazla sürdüremiyor. O günlük girdiği beden, hayata ondan bağımsız devam etmek zorunda. A’nın hiçbir bedende dünü ve yarını yok. Aşk onun için çok tehlikeli. Ama gönüle laf geçirilebilir mi? Roman, onun bir kıza âşık olmasıyla başlıyor. Ve bedenler değişse de, duygular baki kalıyor. Tıpkı ilk aşkında yaşadığı gibi. Ancak o ilk aşk, bir erkekti. Ne de olsa A için aşk cinsiyetten tümüyle azade bir gerçeklik. David Levithan’ın çevrilen ikinci kitabı, okunma rekorları kıran Aynı Yıldızın Altında’nın yazarı John Green’le yazdığı Will Grayson, Will Grayson’dı. Yine Pegasus Yayınları tarafından, bu kez Çiçek Eriş’in çevirisiyle, Tek İsim, Tek Kader adıyla yayımlandı. İki farklı yazar, iki farklı üslup vardı bu kez. Bir bölüm Levithan’ındı, diğer bölüm Green’in. Will Grayson’lardan biri heteroseksüeldi, diğeri eşcinsel. Aşk ve dostluk, etiketlerle gitgide daha az örseleniyordu artık.
Ve yıl kapanıyor. Yazı da öyle. Murat Özbank çevirisiyle ON8’den çıkan Foucault’yu Sayıklamak, 2015’in en dikkat çekici kitapları arasında sayıldı. 90’larda yazılan roman, İngiliz yazar, akademisyen Patricia Duncker’ın başyapıtı niteliğinde. Paul Michel adlı bir yazar üzerine doktora tezini hazırlayan bir edebiyat öğrencisinin, Michel’in akıl hastanesinde olduğunu öğrenmesi üzerine çıktığı fiziksel ve duygusal yolculuğu anlatan roman, 68’den 80’lere uzanan toplumsal hareketlere ve bu hareketlerin belirleyici isimlerinden Michel Foucault’ya selam çakıyor. Esas tema ise, yazarla okur arasındaki, karşılıklılığa muhtaç olmayan tutku.
Konu “türler ve temalar”a geldiğinde, belirleyici olanın edebiyatın dinamikleri mi yoksa editoryal tercihler mi olduğu hep tartışılır. Editoryal tercih dediğimizin de aslında bir tür okurluk, belki daha profesyonel belki daha sistemli, ama özünde okurluk olduğunu biliyoruz. Sürmesini yararlı gördüğüm bir tartışmadır bu. Neyin tür, neyin tema olduğu ve bu ayrımlara niye ihtiyaç duyduğumuz da öyle. Edebiyatın yayıncılıkla birleştiği noktada, sosyolojik bir vaka olarak ele alınışıdır aynı zamanda.
Gençlik edebiyatında LGBTİ temaların izini sürerken, neyin gençlik edebiyatı olduğu, hangi temanın neyi öne çıkardığı üzerine de, yine yukarıda belirttiğimiz gibi, sonsuzca tartışabiliriz. Boris Vian’ın başyapıtı sayılabilecek Günlerin Köpüğü’nün bile, Fransa’da bir yayınevi tarafından “gençlik edebiyatı” etiketiyle yayımlandığı düşünülünce, tartışmanın hem edebiyat hem de yayıncılık açısından sürmesi gerektiğinde ben de hemfikirim. Yoksa, Ahmet Tulgar’ın Volkan’ın Romanı’nı, Perihan Mağden’in Ali ile Ramazan’ını ve İki Genç Kızın Romanı’nı, Alison Bechdel’in Cenaze Evi Şenlik Evi’ni de, içerdikleri gençliğe dair temalar açısından pekâlâ bu yazıya dâhil etmek mümkün.
Edebiyatın türü ya da temaları ne olursa olsun, LGBTİ görünürlüğünün metinlerde de gitgide arttığını söyleyebiliyoruz. Ve bu, edebiyatın hayatla ilişkisi açısından sonra derece doğal, doğru ve olumlu. Hatta gerekli. Hele de nefreti dindirmek bir yana dursun, nefretle beslenmekte hiçbir beis görmeyen iktidarların ülkesinde. İş ki, sürsün... Artarak sürsün...