Geniş, Geniş Bir Deniz: Zeynep Ergun’un ardından

"Feminist eleştiriden sembolizme, Marksist eleştiriden psikanalitik eleştiriye, metinlerarasılığa kadar çok çeşitli okullardan, yordamlardan geçerek, bilgiyi süzerek kendi bakışını, kendi metnini oluşturur Ergun. Buradaki feminist eleştiri ise radikaldir, dünyayı kökten değiştirme arzusuna yöneliktir."

 

Zeynep Hanım hakkında, onun gidişinin ardından bir yazıyı kaleme almak hiç kolay değil. Bu yazıda iki sene önce kaybettiğimiz bir başka kıymetli, hatırası bende daim olan ve çağlayan bir isimden, Yurdanur Salman’dan el alıyorum. Yurdanur Hocam seneler önce, 2000’li yılların başında, Arnavutköy Dubaracı Sokak’ta, o güzelim ahşap evde, her pazar günü birlikte yaptığımız edebiyat ve çeviri çalışmaları ertesindeki uzun sohbetlerimizin birinde kütüphanesindeki Argos[1] dergilerini bana vermişti. Bendeki Argos dergilerinin çoğunda Zeynep Hanım’ın bilhassa İngiliz Romantik Dönemi ve kadın yazarlarına, Virginia Woolf’a ilişkin ufuk açıcı incelemeleri vardı: The Rainbow: Kadının Arayışı; Charlotte Brontë: Tutkulu Bir Kişilik; Victoria Döneminde Roman ve Okuru; Virginia Woolf: Yaşam ve Yazı; Mrs Dalloway: ya da Başkaldırı. Büyük bir sevinçle bu yazılara tekrar gömüldüğümü, Zeynep Hanım’ın kalemine aklına, okuduğunuz her metne inatla feminist bir kuşku düşürmenizi sağlayan o dönüştürücü rüzgârına, onun öğrencisi olarak mezun olduktan sonra kalbim çarparak tekrar nasıl çekildiğimi çok iyi anımsıyorum. Yukarıda sözünü ettiğim incelemelerin çoğu İngiliz edebiyatında Viktoryen Dönemi yazınındaki kadının nasıl bir boşluk olarak görüldüğünü dile getirirken, kadının “evdeki melek” stereotipine karşı patriarkal sistemde kendine bir yer yaratma çabasını da kuvvetle görünür kılar. Sistemi sorgulayan ve sistem içinde kendilerine yer yaratan kadınların bilhassa “Why?”, “Neden?” diye sorduklarını önümüze koyar. Tam da burada biraz soluklanmak gerekli bence. Zira Zeynep Hanım’ın öğrencisi olmanın ilkin “neden” sorusunu hiç çıkmayacak zarif bir broş gibi üstünüze takmak demek olduğunu söylemeliyim. Okuduğunuz her metin ve size verili dünya karşısında “neden” sorusunu yöneltmenizi ısrarla talep eder Zeynep Hanım. İlkin bunu koşulsuz biçimde ve incelikler silsilesinden geçerek, sizi de inceliklerden, katmanlardan, nüanslardan, söylenmeyen, dile düşmeyen tarihlerden geçirerek yapar üstelik. Onunkisi çok haklı ve yerinde bir ısrardır; sizi şekillendirir, dönüştürür; düşüncenize, yöntemlerinize, pedagojinize asla sarsılmayan, eşitlikçi, kapsayıcı, etik bir nefes üfler.

Zeynep Ergun ile 1990’ların başında İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı’nda verdiği bölüm dersleri “İngiliz Romanında Romantik Yazın” ve “Detektif Romanı” derslerinde tanışmıştım. O zamana değin bölümde ismini çok duymuş, Zeynep Hanım’dan ders alınması gerektiğini defalarca dinlemiştim. O zamanlar iki basamaklı ÖSS ve ÖYS olan üniversite sınavlarında ikinci tercihim olan, İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı’nı kazandığım zaman hem çok mutlu olmuş hem de artık Zeynep Hanım’dan ders alabileceğime sevinmiştim.

İlk girdiğim “Romantik Yazın” derslerinde Brontë Kardeşler’den Emily Brontë’nin keskin, çarpıcı ve güçlü romanı Uğultulu Tepeler’i en ince ayrıntısıyla incelediğimizi hâlâ çok canlı biçimde anımsıyorum. “Kötülük nedir? Neden kötülük yaparız? Kötü olmak varken neden iyi oluruz?” diye sormuştu ilkin Zeynep Hanım meraklı gözlerle bakan bir avuç bize. Neden? Uğultulu Tepeler’in eşi benzeri görülmemiş bir kötüsü, eşi benzeri görülmemiş bir âşığı vardı: Heathcliff. Romanda Heathcliff’in isyan çığlıklarını, niçin kötü olduğunu, niçin delicesine sevdiği Catherine’i ölüme sürükleyecek kadar ileri gittiğini uzun uzun anlatmıştı Zeynep Hanım.

Kötülüğü, Heathcliff’i, Catherine’i, Brontë’yi anlatırken değer, dil ve imgelem gibi insani bileşkelere dair sorgulamalar aracılığıyla yaşadığımız zamanlarla da ilişkisini ustalıkla çizmişti. Daha da önemlisi, gözümüzü metni analiz etme yetisi, yakın okuma gibi anlatısal tekniklere veya sadece metnin içeriğine değil, anlatının biçimsel yapılarına da çevirmemizin, iç kuşkumuzu düşürmemizin yollarını aralamıştı. İmgeler, metaforlar, semboller, retorik öğeler aracılığıyla edebiyatta toplumsal, kültürel, politik anlamları, ideolojileri bulabileceğimiz gibi, esas olarak söylenmeyeni, sessizlik ve boşlukları görebilmemizin ve ötekinin sesini duyabilmemizin ne denli mühim olduğunu öğretmişti. Tam burada öncelikle metne, metnin en saf haline bakmamız gerekliydi. Metinle dans edilecek, gerektiği yerde didişilecekti.

Bununla birlikte Ergun metnin kutsallığına karşı çıkardı. Metnin önünde sonsuz biçimde el pençe divan durmamalı, metnin gafleti de ortaya dökülmeliydi. Başka deyişle, metnin sıkı sıkıya çalışılmasına ve çözümlenmesine vurgu yapardı Ergun. Yazıldığı dönemin toplumsal, kültürel, siyasi koşullarını analiz ederken metnin içerdiği dolulukları ve boşlukları görmenin yepyeni okumalara, üretimlere yol açacağını ondan öğrendim. Örneğin, Heathcliff’in uğultulu tepelerde gezinen köpeğini (dog) sadece bir köpek olarak okumamızın neleri ıskaladığını incelikle anlatmıştı Ergun. Köpeği tersten okuyalım bakalım demiştik. “Dog”, başka deyişle, “God”. Burada Heathcliff için ister baba veya ata figürünün kültürel evcilleşmesi diyelim, ister erk savaşının, erkek ve insan merkezli dünyanın tersyüz edilmesi veya Zeynep Hanım’ın o çok kullandığı deyişle “fallik sistemin” çöküşü diyelim… Bütün bu dediklerimiz anlamlıdır. Ancak burada esas olan ve Ergun’un önerdiği, tersine bir mühendisliktir aslında; tersine dil mühendisliğinin (feminist dil mühendisliğinin) nasıl işleyebileceğini adım adım ve özenle önümüze koymuştur. Buradaki edebiyat anlayışı ve dünya görüşü beni de şekillendiren, büyüten, çoğaltan feminizmdir elbette. Bir okur, bir araştırmacı ve eğitimci olarak bendeki feminist bilincin, feminist değerlerin oluşmasında Zeynep Hanım’ın etkisi ve katkısı çok büyüktür, kıymetlidir. Feminizm konusuna birazdan yeniden değineceğim.

Sözünü ettiğim tersine mühendislikler hem Zeynep Hanım ile ders işlediğimiz amfileri, derslikleri hem de onunla geçirdiğim okul dışı zamanlarımızı, ofis saatlerini, evindeki toplantılarımızı doldurmuştur. Ve bu tersine mühendislik tek bir derslik mesele de değildir. Yaşamınıza sirayet eden, çok uzun soluklu bir bilgidir; bilgi ve düşünce üretme biçimidir. Böylelikle Brontë dersini ben yıllardır hem aklımın hem yüreğimin tam merkezine koyarım; “neden” sorusunu broşumun tam yanına iliştiririm. Yıllar sonra, çeşitli eğitimlerden ve formasyonlardan geçerek ben de aynı dersi hem yurtdışında hem de Türkiye’de lisans öğrencilerine verdiğimde İngiliz edebiyatı lisans notlarımı çıkarır (evet, notlar hâlâ benimledir), Zeynep Hanım’ın derslerine şöyle bir göz atarım. Uğultulu Tepeler’i öğrencilerime anlatırken bir yerde de mutlaka bu anekdottan bahsederim. Öğrenciler ise bu anekdotu alıp elbette daha öteye taşırlar, hatta kanatlandırıp uçururlar. Büyünün, akademide kuşaklar arası birbirine el vermenin, birbirini öteye götürmenin hazzı sanırım tam burada gizlidir.

İngiliz edebiyatı profesörü, eşsiz entelektüel birikime sahip Zeynep Ergun tam yirmi iki yıl boyunca İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde hocalık yapar; bölüm başkanlığının ardından 2008 yılında emekli olur; ardından bir süre Boğaziçi Üniversitesi’nde İngiliz Edebiyatı dersleri verir. Türkçe edebiyata ilgi duyan çoğu okur onu daha çok Orhan Pamuk, İhsan Oktay Anar ve Elif Şafak’ın imzasını taşıyan üç önemli roman (Kar, Amat ve Baba ve Piç) incelemesinin yer aldığı Erkeğin Yittiği Yerde (2009, Everest; 2020, Notos) ile tanır. İşte burada Ergun’un eleştirisindeki pek de ana akım eleştiriye sığmayan ve bence rizomatik diyebileceğim birleşimi görebiliriz. İlkin feminist eleştiriden sembolizme, Marksist eleştiriden psikanalitik eleştiriye, metinlerarasılığa kadar çok çeşitli okullardan, yordamlardan geçerek, bilgiyi süzerek kendi bakışını, kendi metnini oluşturur Ergun. Buradaki feminist eleştiri ise radikaldir, dünyayı kökten değiştirme arzusuna yöneliktir. Tam da bu nedenle sizi kalbinizden kıskıvrak yakalar. Ergun erkek egemen toplumda kadın ve erkek imgesinin temsillerini, erkek egemenliğinin, esasen de bütün bu ataerkil sistemin erkek olmayı da nasıl imkânsızlaştırdığını inceler. Şiddet yanlısı güç için savaşan erkeğin yitmesi gerekliliğinden bahsederken, esasen bütün sistemi yıkmamız ve kendimizi orada bir yere yerleştirmemiz gerekliliğinden bahseder. Zira erkek egemen bu sistemde kadın da kadın olmaya zorlandığından radikal bir önermeyle gelir Ergun: Erkeğin yittiği yerde hem erkeğin hem de kadının özgürleşebilmesi için toplumsal cinsiyet olarak ikisinin de ortadan kalkmasının yollarını ve olanaklarını düşünür, bize de düşündürtür. Bunu öyle bir keskinlikle yapar ki, Pamuk, Anar ve Şafak metinlerini 17. ve 18. yüzyıl Romantizm döneminin önemli isimleriyle, bilhassa İngiliz şair Samuel Taylor Coleridge’in eserleriyle ilişkilendirir. Kadın üzerindeki tahakkümü vurgularken, erkeğin erkini uygularken düştüğü acınası durumu gözler önüne serer. Tıpkı derslerinde anlattığı romanları, şiirleri harikulade biçimde çağdaş ve politik olanın zeminine oturttuğu gibi, bu feminist manifesto tadındaki eserinde zamansal, mekânsal, kültürel ve politik ağlar örmeye davet eder bizi:

“Erkeğin yittiği yerdeyiz ama erkeğin yittiği yerde ve zamanda kadın da yiter. Belki o yerde ve zamanda, toplumsal cinsiyetlerin, etnik ve ırksal farklılıkların, sınırların, sınıflandırmaların, açgözlü sömürünün ortadan kalktığı noktada yeni bir yaşam biçimi mümkün olur.”

Bu sözlerle bizi zor da olsa köklü bir toplumsal değişimin çağrısına çeker. Gerek 2019’da Sema Kaygusuz ile derlediğim Gaflet: Türkçe Edebiyatın Cinsiyetçi Sinir Uçları’nı hazırlarken gerek doktora tezimi yazarken bu çağrının ateşi vardı içimde. Çok konuştuğum, dertleştiğim, kimi satırlarına haykırdığım bir metindi Erkeğin Yittiği Yerde. Gaflet kitabımız için çağrı metnini Zeynep Hanım’a ilettiğimde ve sonradan kendisiyle telefonda konuştuğumda da bu ateşten yine bahsetmiştim. Gaflet için çok heyecanlanmıştı Zeynep Hanım ama son yıllarda gerek akademiye gerekse ülkenin genel atmosferine karşı hissettiği büyük bir yılgınlık, belki de bir kırgınlık vardı. “Artık yazmıyorum Deniz ben. Ama siz yazın, lütfen yazın. O ateşi de söndürmeyin” demişti. Gaflet o ateşi aldı, harladı ve umarım söndürmedi.

Zeynep Hanım’ın 2003 yılında yayınlandığı Kardeşimin Bekçisi: Başlangıcından II. Dünya Savaşı’na Kadar İngiliz Dedektif Yazını adlı eserine değinerek yazımı sonlandıracağım. Ergun’un incelediği yazarlar arasında Arthur Conan Doyle, Agatha Christie, Wilkie Collins, Dorothy L. Sayers gibi adlar bulunur. Agatha Christie’nin yazdığı Papazın Evinde Cinayet romanı hariç diğer eserlerindeki detektifler hep erkektir ve böylesi bir seçim Ergun için hiç de tesadüfi değildir. Zeynep Hanım incelemesinde sınıfsal rollerden cinayet aletlerine, kahramanların isimlerinden mekânlara, detektifin yardımcılarından suçun işleniş nedenlerine kadar her şeyin belli bir şeye işaret ettiğini ve bu işaretin asla amaçsız olmadığını detaylıca anlatır. Örneğin kadın detektif Miss Marple hakkında şunları yazar:

“Jane Marple… Karakterin adı Jane, İngilizcede en sık görülen kadın isimlerinden biri olduğu için onu İngiliz okurunun gözünde evrenselleştirir: Karakterle özdeşleşme kolaylaşır ve Miss Marple bütün İngiliz kadınlarını simgeler duruma getirilir… ‘Marple’ın İngilizce ‘marplot’ sözcüğüne yakınlığı da anlamlıdır: Bu sözcük, başkasının işine karışarak tasarılarını bozan kişiler için kullanılır.” (s. 301)

Zeynep Hanım kitabında karakterlerin kabuklarını ardı ardına soyar, adların sertleşmiş pullarını döker. Jane kat kat tüvit giyen, genellikle örgü örerken ya da bahçesinde otları temizlerken gözlemlenen, sıradan biridir. Ancak biz biliriz ki, Miss Marple’ın yaşanmış bir olayla ilgili bir paralellik kuramadığı ve çözemediği hiçbir cinayet yoktur. Sisteme çelme takmasını, genellikle yerel polisin çözemediği cinayetleri aydınlatarak onları utandırmasını sadelikle ve bir söz oyunuyla bize gösterir Ergun. Bunu yaparken de romanın yayımlandığı tarihteki siyasi ve toplumsal değişimlerden bahseder. Marplot sözcüğünden hareketle toplumsal sınıfların, kadın-erkek ilişkilerinin, teknolojik gelişmelerin, Birinci Dünya Savaşı’nın, savaş sonrası toplumsal travmanın ilmeklerinden geçirir bizi. İlkin bir ismin ardından, etimolojik bir açılımın ardından önümüzde geniş, geniş bir denizin[2] kabardığını hissederiz. Metinden ve bir isimden başlar ama o metni anlamak için metnin bağlı olduğu toplumsal koşullara geri gider Ergun. Bilhassa kendi özgün feminist bakışıyla kimin sesinin yükseldiğini, kimin sesinin kısıldığını inceler ve bu gerçekten paha biçilmezdir. Bendeki en büyük etkilerinden biri budur. Ve bu konuda yalnız olmadığımı, gerek İstanbul Üniversitesi İngiliz Edebiyatı bölümünde gerekse başka kurumlarda, başka yerlerde onunla karşılaşan, onun entelektüel birikimi ve yordamlarıyla dönüşen onlarca kişinin olduğunu biliyorum. Bu bana mutluluk ve umut veriyor. Bu “ardından” yazısını bir parça olsun hafifletiyor.

 

 

NOTLAR:


[1] Eylül 1989’da yayın hayatına başlayıp Nisan 1992’ye kadar kırk dört sayılık yayın hayatı ile Argos, 1980 ve 1990 dönemlerinin Türkiye kültür ve sanat ortamının yanı sıra özellikle edebi ortamına da inceleme ve çeviri yazılarıyla ışık tutan önemli dergilerdendir.

[2] Geniş, Geniş Bir Deniz: Dominikli-İngiliz yazar Jean Rhys’in Charlotte Brontë’nin Jane Eyre kitabından bildiğimiz tavandaki deli kadından, Antoinette’ten yola çıkarak yazdığı roman.

 

REFERANSLAR:

 
Ergun, Zeynep, Kardeşimin Bekçisi: Başlangıcından II. Dünya Savaşı’na Kadar İngiliz Detektif Yazın, İstanbul: Everest Yayınları, 2003.

Ergun, Zeynep, Erkeğin Yittiği Yerde, İstanbul: Everest Yayınları, 2009.

Gündoğan İbrişim, Deniz ve Sema Kaygusuz, Gaflet: Türkçe Edebiyatın Cinsiyetçi Sinir Uçları, İstanbul: Metis Yayınları, 2019.

 

GİRİŞ RESMİ:

Zeynep Ergun, sevgili dostu Bacı ile, 2009 (Fotoğraf: Mehmet Atıf Ergun)