Yirminci asrın en büyük yazarlarından biri olan Georges Simenon'u okumak, Hakkı Devrim’in dediği gibi, bir ayrıcalıktır...
Karanlık ve yağmurlu bir gecede doğdum ve kaçtım. Romanlarımda anlattığım suçlar, kaçmasam benim işleyeceğim suçlardır. Ben şanslı biriyim. Şanslı insanlar kaçabilenlerdir, başka türlü olması mümkün mü? (The New Yorker, 1953)
Yirminci asrın en büyük yazarlarından biri, kuşkusuz Georges Simenon’du. 1989 yılında öldüğünde, geride dört yüzü aşkın roman bırakan Belçika asıllı Fransız yazar, 1903 yılında Liège’de dünyaya geldi.
Annesi Henriette, Georges’u ayın 13’üne denk gelen bir Cuma günü doğurduğunu gizlemek için elinden geleni yapmıştı. 1906’da Christian’ın doğumuyla bozulmaya başlayan anne – oğul ilişkileri, hiçbir zaman düzelmedi.
Balzac’ın annesiyle ilişkisi hakkında yazarın şu yorumu ilginçtir: “Bir roman yazarı, ya annesini sevmeyen, ya da annesi tarafından sevilmeyen biridir.” Bu durum, en azından Simenon için kesinlikle geçerliydi. Kardeşi öldüğünde annesinin ona “Keşke ölen o olmasaydı” demesi, kuşkuya yer bırakmıyor.
Henriette, eşi Desiree’ye göre daha baskın bir karakterdi. Evlerinin bir odasını kiralayarak başladığı pansiyonerlik işini, daha çok katlı bir binaya taşınarak büyüttü. Böylelikle Georges daha sekiz yaşlarındayken birçok pansiyoner ile tanıştı. Genç kızlar, siyasî kaçaklar, öğrenciler, daha sonra Simenon romanlarında karşımıza çıkan karakterler için esin kaynağı oldu.
12 yaşında yaz tatilini geçirmek için annesinin bir arkadaşının evine gitmesi, yazar için bir dönüm noktasıdır. O yaz Renée adlı bir kızla yaşadığı ilk cinsellik deneyimi, karşı cinse olan düşkünlüğü açısından bir başlangıç, dine olan ilgisinin de sonu oldu. Din eğitimini bırakıp Renée’nin bilim okuluna geçebilmek için ailesini ikna etti. Ne yazık ki, okul açılana dek kız başka birini bulmuştu.
Babasının hastalığını bahane ederek okulu bırakıp, iş aramaya başladığında 15 yaşındaydı. Başarısız bir iki denemeden sonra, Gaston Leroux’nun o sıralar ününün zirvesinde olan gazeteci kahramanı Rouletabille’i yeni okumuş olmanın da etkisiyle Liège gazetesine başvurdu ve işe alındı.
Kısa bir süre sonra, mizah öyküleri kaleme alıp yayımlatmaya başlamıştı. O yıllarda La Caque adlı, ressam ve yazarlardan oluşan bir gruba katıldı. Grup, sanat ve felsefe konularında yoğunlaşıyordu. Ama uyuşturucu, psişik deneyler ve cinsellik de hayatlarının bir parçasıydı. Simenon grubun gece toplantılarında, genelde fahişelerle deneyimlerini anlatırdı.
Grup, üyelerinden biri kendisini kilisenin kapısına asarak intihar edince dağıldı. Simenon, Kleine’nin intiharını sonradan “Neticede, onu öldüren biz değil miydik” sorusuyla anar. La Caque, bir ölçüde Eminönü’nde Avrenos'un Meyhanesi kitabındaki bohem çevreyi anımsatır. Avrenos’ta Leyla’nın öyküsünün de bu olaydan esinle yazılmış olması mümkündür.
“Güzel bir cümlen mi var- at onu”
1923’te Simenon, La Caque grubundan ressam Tigy ile evlenip Paris’e yerleşti. Paris’teki ilk yıllarında “Georges Sim” adıyla ucuz romanlar yazarak romancılık kariyerine ağırlık verdi.
Üç yıl kadar önce Caniko’yu yayınlayarak üne kavuşmuş olan Le Matin dergisi editörü Colette, o günlerde dergiye kısa öyküler yazan genç Simenon’a doğru yolda olduğunu söyledi, ama yazdıklarından edebiyatı “düşürmesini” de önerdi. Yazar, Colette’ten oldukça etkilenmiş, yazı dilini olabildiğince sadeleştirmiştir.
“Sıfatlar, zamirler ve yalnızca bir etki yaratmak için orada olan her sözcüğü. Bilirsiniz, güzel bir cümlen mi var– at onu!” (Carvel Collins, Simenon’la Söyleşi, The Paris Review, 1955)
Simenon, yazdığı romanlardaki sözcük dağarcığının iki bin adedi aşmadığını iddia eder. Ancak bu sav, Maigret üzerine hazırladığı internet sitesiyle tanınan Steve Trussel tarafından çürütüldü. Dili görece daha basit olan polisiye romanlarında dahi, dört binin üzerinde sözcük yer almaktadır.
Boulle ile 1925 yazında, ailece çıktıkları tatil sırasında tanıştı. Tigy’nin ev işleri için bir yardımcıya ihtiyacı vardı. Bir balıkçının kızı olan Boulle kısa sürede yazarın metresi de olmuştu.
1928’de Paris’ten sıkıldığı için Ginette adlı bir tekne satın aldı; Tigy ve Boulle ile altı aylık bir Fransa turuna çıktılar. Ginette’in güvertesinde yazdığı onlarca romanın geliri, Ostrogoth adında, daha büyük bir tekne satın almasına yetmişti. 1929’dan başlayarak, üç yıllık bir dönemi çoğunlukla tekne üzerinde geçirdi. “Bilinmeyen bir Fransa, bilinmeyen bir yaşamı” arıyordu.
1929 kışında, Ostrogoth bakımdan geçmesi gerektiği için, Delzfijl’de demirledi.
“Otuz yılımı, suçlu diye bir şey olmadığı anlaşılsın diye harcadım” (When I was old, 1970)
Bugün Delzfijl’de Maigret’nin bir heykeli var. Heykelin 1966’daki açılışına Maigret’yi beyazperdede canlandıran Jean Gabin hariç, bütün aktörler gelmişti. Tören sırasında gözyaşlarını tutamayan yazarın ilk Maigret romanı Letonyalı Pietr’i, 1929’da teknesi Ostrogoth ile Delzfijl limanındayken yarattığı düşünülür. Oysa Letonyalı Pietr, bir sene sonra Paris’te yazılmıştır. 1929’da Delzfijl’de yazılan roman ise Christian Brülls takma ismiyle yayımlanan Train de Nuit idi. Bu roman, Maigret adında bir karakter içerse de, gerçek Maigret romanı değil, serinin öncüllerden biri olarak düşünülür.
Maigret’nin suça olan yaklaşımı, onu diğer detektif karakterlerden ayıran en belirgin özelliğidir. Simenon, 1963 yılında verdiği bir söyleşide, “Polisin de genelde, suçlu ile aynı mahallede doğmuş olduğunu unutmayın” der ve ekler: “Suçlu ile benzer bir çocukluk geçirmiş, aynı dükkândan şekerleme aşırmıştır… İçten içe, polis suçluyu anlar, çünkü çok kolaylıkla kendisi de onun gibi olabilirdi.”
Onun için Maigret, bir detektiften ziyade, bir “kader tamircisi”dir. Sizi düzelten, ama anlayan biri. Maigret için en iyi motto, Simenon’un ex libris’inde yazılıdır: “Anla, ama yargılama.”
Maigret Tuzak Kuruyor’da, soruşturma boyunca nasıl biri olduğunu merak ettiği katili tuzağa düşürdüğünde şöyle seslenir ona: “Siz bir insansınız!”
“Maktulü iyi tanırsam, katili de tanırım” diye düşünür Maigret. Soruşturma süresince motivasyonu budur, büyük ölçüde yöntemi de budur. Sabırlıdır. Olaya karışmış kişilerin mahremiyetine sızmaya çalışır. Soruşturma için faydalı olacaksa, yetki sınırlarını aşmakta sakınca görmez.
Simenon da, bu açıdan Maigret ile benzer yapıdadır. Ahlakî kuralların şartlara göre esneyebildiğini, ilk dünya savaşı sırasında babasının bir uyanıklığına tanık olunca anlamıştır. Gazetecilikteki ilk yıllarında, belediye binasından önemli belgeleri çalmış, bir gün sonra belediyedeki güvenlik açığı üzerine haber yapmıştı. İlerleyen yıllarda, eserlerini korsan olarak basan bir yayıncıyı öldürmekle tehdit etmekten de çekinmemiştir.
Yazar 1933 yılında İstanbul’a gelip Pera Palas Oteli'ne yerleştiğinde, son iki sene içinde 17 Maigret romanı yayımlamıştı bile. Bildik enerjisiyle, gözünü büyük E ile Edebiyat eserlerine dikmişti, kendisine güveni tamdı.
Ülkemize Paris-Soir gazetesi tarafından Troçki ile ropörtaj yapmak için geldiğini biliyoruz. Ama o gün Cumhuriyet gazetesindeki habere bakılırsa, bu amacı gizlediği anlaşılıyor :
Maruf Fransız romancılarından M. Georges Simenon dün sabah İstanbul’a gelerek Pera Palas oteline inmiştir. M. Georges Simenon dün kendisile görüşen bir muharririmize şunları söylemiştir:
“Her sene bu mevsimde seyahat etmekteyim. Bu seyahatlerim esnasında bir çok mevzular toplar ve yeni bir eser yazarken bunlardan istifade ederim. Türkiye’ye de aynı maksatla geldim. Buradan Batum tarikile Rusya’ya ve oradan Tahran’a ve Suriye’ye geçerek Hicaz’a ve Mekke’ye gideceğim. Bu seyahatimin intibalarını Paris Soir gazetesine yazacağım. Türkiye’de iki hafta kadar kalarak tetkikatta bulunacağım.”
(Cumhuriyet, 02.06.1933)
Yazarın amacını gizlemesi şaşırtıcı değil. Büyükada’da sürgün hayatı yaşayan Sovyet liderine erişmek son derece güçtü. Troçki hayatından endişe ediyor, Fransa’ya sığınmanın yollarını arıyordu. Paris-Soir’in başvurusunu kabul etmesi de bu yüzdendi; Fransız kamuoyunda iyi bir izlenim bırakmak istiyordu. Nitekim gizlice yaptığı başvuru olumlu sonuçlanınca, bir ay kadar sonra yardımcısı Rudolph Klement ile Fransa’ya taşınacaktı.
Elbette işler umdukları gibi gitmedi. Troçki sınırdışı edilirken, Klement ise bir başka polisiye yazarı, Léo Malet tarafından gizlendi. Başsız cesedi Seine nehrinde bulunduğuna göre bu da işe yaramamış demektir. Troçki’nin ise, kabul ettiği bir başka ropörtaj başvurusu, hayatına mal oldu.
Cumhuriyet gazetesinde Simenon için “Maruf Fransız romancısı” ifadesinin kullanılmasına fena hâlde içerleyen Peyami Safa, hemen ertesi gün yine aynı gazetedeki köşesinden alır hıncını :
Kimdir bu M. Georges Simenon?
Bu isimde “maruf” bir Fransız romancısı yoktur.
Henüz öğrendim ki M. Simenon zabıta romanları yazarmış.
Şüphesiz bu da bir kıymettir. Fakat iyi yemek pişirmek, iyi kundura yapmak, iyi traş etmek gibi. Yüksek bir san’at kıymeti değil.
(...) Muharrir arkadaşlar! Bırakın artık bu Paris bulvarlarında, adım başında rastlanan tefrika romancılarını; ve nereden gelip nereye gittiklerini. Türkiye hakkında ne buyuracaklarını merak etmeyiniz. Matbaa mürekkebi ve gazete kağıdı o kadar ucuz değil.
(Cumhuriyet, 03.06.1933)
Yetmemiş olacak ki, beş gün sonra yazarın malvarlığını araştırmış olarak konuya geri döner:
Turen eyaletinde bir şato,
Koskocaman bir çiftlik,
İki yat,
Dört otomobil,
Yeryüzünün dört bucağına seyahatler...
Bütün bunlara sahip ve muktedir olan bir insandan bahsetmek istiyorum. Bir şatosu, bir çiftliği, bir yatı, dört otomobili olan bu adam, üç sene evvel meteliksizken, bugün bir istihbar makalesine 30 bin frank alan zabıta romanları muharriri M. Georges Simenon’dur. Hani şu geçenlerde gazetelerimizin kendisine fazla ehemmiyet vererek beyanatını yazmalarından şikayet ettiğim Fransız muharriri. Henüz otuz yaşını bile doldurmamıştır.
Altınları çeken bu mıknatıs kalem sahibinin marifeti nedir? İyi yazı yazmak mı? Öyle olsaydı cihan edebiyat tarihinin her sahifesinde bir iki tanesinin adına rastlanan fakir dahilerin fena yazı yazdıklarını kabul etmek lazım gelirdi.
M. Simenon gibilerin marifeti, -Server Bedi’nin kulakları çınlasın- kitap okumayı çok sevdikleri halde uzun derin düşünmeyi sevmeyenlerin bu dünyada her zaman ekseriyeti teşkil ettiklerini çakmış olmaktır.
Safa’nın bu satırlarını yayınlayan Cumhuriyet gazetesi, Simenon’a yıllar boyunca daha çok matbaa mürekkebi ve gazete kâğıdı harcayacaktı; tabii Peyami Bey o tarihte bunu bilemezdi.
Simenon, Batum’daki Türkiye Konsolosu Adil Bey ile sekreteri Sonya arasındaki aşkı anlatan Karşı Penceredeki İnsanlar’da (1933), iki genç ülkeyi, Stalin rejimi ile Mustafa Kemal rejimini karşılaştırır; tavrını ülkemiz leyhinde koyar. Öte yandan, yazarın bir yıl sonra yayımladığı Kiralık Oda’da (1934), ana karakterin ağzından Atatürk için “diktatör” ifadesi kullanılır.
Kiralık Oda, bir nevi “light” Suç ve Ceza olarak biliniyor. Simenon’un Raskolnikov’u Elie Naegar, Portekiz asıllı bir Türk'tür, romanda da özellikle İstanbul hakkında birçok pasaj bulunur.
1935 tarihli Avrenos’un Müşterileri, bu sefer Türkiye’de geçen bir aşk öyküsüdür. Fransız elçiliğinde görev yapan Jonsac, Ankara’da bir pavyonda tanıştığı konsomatris Nouchi’yi, İstanbul’daki arkadaş çevresine sokar.
Avrenos, ilk olarak Çetin Altan çevirisiyle tefrika edildikten sonra, Eminönü’nde Avrenos’un Meyhanesi adıyla 1991’de, Avrenos’un Müşterileri adıyla da 2007’de yayımlandı.
Simenon 1938’de, ilk dünya savaşından edindiği tecrübeye dayanarak, yaklaşmakta olan ikinci savaşa büyük bir şehirde yakalanmamak gerektiğine karar verdi. Boulle’u da alarak La Rochelle’e taşındılar. İlk oğlu Marc burada dünyaya geldi. Simenon, Nazi işgali altında geçen dönemi, hayatının en mutlu yılları arasında sayar.
Ama savaşın sonunda, Simenon bir Nazi işbirlikçisi olmakla suçlandı. Gerekçe, Nazilerin elindeki Continental film stüdyoları ile de anlaşma yapmış olmasıydı. Yazar, Paris’e dönebilmek için kendisini temize çıkarmak zorunda kaldı. Savaş sonrası zafer havasından rahatsızdı. Ona göre Fransa, aynı Almanya gibi, savaşı kaybeden bir ülkeydi, ama Almanya’dan farklı olarak, savaşı kazandığını zannediyordu.
Böylece 1945’te Amerika yılları başladı. Boulle’u geride bırakmışlardı. Simenon’un bir sekreter aradığını bilen yayıncısı, onu Denise ile tanıştırdı. Ardından, 1947 tarihli Manhattan’da Üç Oda ve Gölgesini Kaybeden Adam romanlarını esinleyen ateşli bir aşk başladı. Denise, 1949 yılında Simenon’un ikinci oğlu John’a gebe kalınca, yazar, Tigy’den ayrılıp onunla evlendi.
50’li yılların ilk yarısını, Denise ile beraber yerleştikleri Shadow Rock çiftliğinde geçirdi. Tek kızı Marie-Jo 1953’te, üçüncü oğlu Pierre ise 1959 yılında doğdu. Simenon, 1961’de hizmetçi olarak işe aldıkları Teresa ile de kısa zamanda bir ilişkiye girdi. Sonraki yıllarda önce Denise, ardından da on üç yaşındaki Marie-Jo psikolojik tedavi görmeye başladılar.
1972 yılında son Maigret’sini tamamlamasının ardından, yazarlık hayatını sonlandırdığını duyurdu. 1974’te Teresa ve Pierre ile yaşamaya başladı. 78’de Marie-Jo’nun intiharı üzerine, kızına hitaben Intimate Memoirs’ı kaleme aldı. Oğulları, 4 Eylül 1989’daki ölümünü radyodan haber aldılar.
“Yazmak, bir meslek değil, mutsuzluk vazifesidir” diyen biri olarak vazifesini fazlasıyla yerine getirmişti. Öldüğünde geride, kendi adıyla yayımladığı 193 roman, on sekiz farklı takma isimle yazdığı 200’ün üzerinde roman, özyaşamöyküsel yapıtlarını da sayarsanız, dört yüzden fazla eser bıraktı.
Simenon için yapılan “yazı makinası” yakıştırması tesadüf değil. Yazar hız ve üretkenliği çevresinde oluşan fenomeni biraz da kendisi yarattı. Örnekse, 1927 yılında Paris Matinal gazetesi ile sözleşme imzalayarak, bir sokakta kurulu cam hücre içinde tam bir roman yazacağı iddiasında bulundu. Gazete yayın hayatına son verince bu iddia gerçekleşmedi.
Otuzlu yıllarda Fransa’da bir Jef Kessel romanı “Üç yıldan beri ilk romanı” diye tanıtılırken, Simenon romanları nazire olsun diye “Sekiz günden beri ilk romanı” diye satılıyordu. Hatta Hitchcock telefon açtığında Simenon’un sekreterinin, “Şu anda bir roman yazıyor. Bitirene kadar sizi hatta bekleteyim” dediği rivayet edilir. Bu verimiyle, bir yandan istediği üne kavuşurken, bir yandan da üretkenliği kaçınılmaz olarak, soru işaretlerine yol açtı.
Nurullah Ataç “Ama ne kadar çok yazmış! O kadar çok yazan adamın her kitabı iyi olamaz elbette” cümlesiyle şüphelerini dile getirirken, Peyami Safa onu alelade bir tefrika romancısı, romanlarını da kâğıt ve mürekkep israfı addediyordu. Mauriac adlı bir eleştirmen, Simenon eserlerini a-literatür, anti-edebiyat olarak nitelerken, yine de edebî değer taşıdığını savunmuştu. Albert Camus’nün ise bir Simenon romanı için, “Eğer Ticket of Leave (La Veuve Couderc)’i okumasaydım, Yabancı’yı yazamazdım” dediği söylenir.
Simenon, bu övgüye sonradan tumturaklı bir küfürle karşılık verdi. Camus’nün 1957’de Nobel Edebiyat Ödülü'nü aldığını duyan Simenon, “O puştun ödül alıp da benim alamadığıma inanabiliyor musunuz” diyerek, yirmi yıllık Nobel hayaline nokta koydu. Zira yazar, 1937’de, on yıl içinde Nobel Ödülü alacağını iddia etmişti. Bu iddiadan on yıl sonra, ödülün bir başka Fransız’a, Simenon’u “hepsinin en iyisi, edebiyatımızda sahip olduğumuz en yüksek yetenek” sayan André Gide’ye verilmesi de, kaderin garip bir cilvesi olsa gerek.
Sonradan Nobel beklentisini inkâr eden yazar, “Madalyalar inekler içindir” gibi çıkışlar yaptı. Yazarın özyaşamöyküsel metinlerinde ya da verdiği söyleşilerde buna benzer birçok tutarsızlık olduğu biliniyor.
Simenon’un Maigret külliyatı 75 roman ve 28 öyküden oluşuyor. Bunlardan Türkçeye çevrilen 16 roman ve bir öykü derlemesi, kitap olarak yayın şansı buldu: La nuit du carrefour (Üç Dul Kavşağı), Un Crime en Hollande (Hollanda’da Bir Cinayet), Le Fou de Bergerac (Ormandaki Deli), Chez les flamands (Flamanların Evinde), Pietr le Letton (Letonyalı Pietr), Le Port des Brumes (Cinayetler Limanı) ve Le Chien jaune (Sarı Köpek), La maison du juge (Hâkimin evi), L'Inspecture Cadavre (Polis Müfettişi Kadavra), Les Nouvelles Enquêtes de Maigret (Maigret'nin Yeni Soruşturmaları), Maigret et son mort (Ölümle Saklambaç), La premier enquete de maigret (Öldü mü), Maigret chez le coroner (Maigret Arizona'da), Maigret a peur (Maigret Korkuyor), Maigret tend un piege (Maigret Tuzak Kuruyor), Maigret et les Viellards (Maigret ve İhtiyarlar) ve Maigret et L'indicateur (Maigret ve Muhbir).
Bunlara ek olarak, üç Maigret romanı da gazetelerde tefrika edildi: L'Ombre chinoise (Oynayan Gölgeler), Liberty Bar (Gamsızlar Barı) ve Maigret (Fonten Sokağının Esrarı).
Gai Moulin dansçısı ise, roman olarak olmasa da, çizgi roman uyarlamasıyla Milliyet Yayınları tarafından yayımlandı.
34’ten sonra Simenon, Maigret serisine uzunca bir ara verip, kendi deyimiyle “ağır romanlar”a yönelir. Bu tür Maigret- dışı eserlerden on biri Türkçede kitap olarak yayımlandı: La maison du canal (Kanaldaki Ev), Les gens d'en face (Karşı Penceredeki İnsanlar), Le Locataire (Kiralık Oda), Les clients d'avernos (Avrenos’un Meyhanesi) , Long cours (İsyan), L'evade (Kaçak), Le testament donadieu (Şehvet Kasırgası / Öldüren Aşk), L'assasin (Katil), L'Homme qui regardait passer les trains (Yaşamak Hırsı) , La maison de sept jeune filles (Yedi Kızlar) ve Le fils Cardinaud (Cardinaud’un Bir Haftası), Trois chambres a manhattan (Manhattan'da Üç Oda), Les freres rico (Üç Kardeştiler), L'enterrement de Monsieur Bouvet (Mösyö Buve Öldü), La mort de belle (Bella'nın Ölümü), Feux Rouges (Kırmızı Işıklar), Crime Impuni (Kapanmamış Hesap), L'Homme au petite chien (Küçük Köpekli Adam), Le train de venise (Venedik Treni) ve Le chat (Kedi).
Le Blanc à Lunettes (Gözlüklü Adam), Faubourg (Dış Mahalle), La Marie du port (Limandaki Kız) ve Act of passion (Gölgesini Kaybeden Adam) ise, gazete sayfalarında kalmış olan romanlardan.
Bunların yanısıra, Cumhuriyet gazetesi, Opera Mundi’nin önde gelen çizerlerinden Jacques Blondeau tarafından çizilmiş on kadar Maigret bant macerasına sayfalarında yer verdi. Liman Cinayeti, Meş’um Pırlanta, Ecel Gemisi, Yeşil Saksı, Doktorun Aşkı, Meş'um Elmaslar, Gangsterler Yatağı, Gizli Define, Kanlı Bar, ve Komiserin Hatası başlıklı bu maceralar 1954 – 1956 yılları arasında yayımlandı. Bu yazıda da, bu bantlardan seçilen kareler görsel olarak kullanıldı.
Georges Simenon, Everest Yayınları'nın hazırladığı “Simenon Türkiye'de” ve “Ustaların Türkçesiyle” başlıklı serilerle bugünlerde yeniden okurla buluşuyor. Simenon Türkiye’de serisinde, Avrenos’un Meyhanesi ve Karşı Penceredeki İnsanlar romanları yayımlanacak. Daha önce üç farklı çeviriyle yayımlanan Avrenos, Çetin Altan’a ait ilk çevirisiyle okurla buluşuyor; böylece kitap olarak ilk kez yayımlanmış olacak. Çetin Altan’ın “Fikret Obey” takma adıyla çevirdiği Maigret romanı Oynayan Gölgeler de, Cumhuriyet gazetesinde tefrika edildikten yllar sonra ilk kez kitaplaşacak.
Ustaların Türkçesiyle serisinde yayınlanacak olan romanlar ise şöyle: Yaşamak Hırsı (Sait Faik), Kanaldaki Ev (Oktay Rifat), Bella'nın Ölümü (Bilge Karasu), Katil (Tahsin Yücel), Kaçak (Tahsin Yücel), Ormandaki Deli (Erhan Bener), Kiralık Oda (Nurullah Ataç), Manhattan'da Üç Oda (Oktay Akbal), Üç Kardeştiler (Oğuz -Hayalet- Alplaçin).
Hakkı Devrim’in dediği gibi, “Simenon okumak bir ayrıcalıktır.” Simenon'u usta yazarların çevirisiyle okumak, onu daha da ayrıcalıklı hâle getirecek.