Gidenler

"Kitabın militan bir ‘gidenler’ ve ‘çekip gitme’ savunusu olduğunu söyleyemeyiz. Onlar adına konuşsa da yazının da ve esasen fotoğrafların da dile getirdiği sadece gidenlere özgü bir hayaletlik ve artık-orada-olmama hali."

05 Ağustos 2021 19:00

J. D. Salinger’in The Catcher in the Rye’ını en genç Türk okurları kuşağı Çavdar Tarlasında Çocuklar adıyla tanır, daha öncekilerse Adnan Benk’in Fransızcadan yaptığı çeviriyle Gönülçelen olarak… Bu kitabı –diyelim ki– 15 ila 17 yaşları arasında yakalayan –yakalarsa eğer– okur, ergenliğin bütün o sersem tavuk halinden bahseden Salinger romanını ömür boyu unutamaz. 14 çok erkendir, 18’inde ise kitabın kahramanı Holden Caulfield’in “size lanet özgeçmişimi olduğu gibi anlatacak filan değilim” cümlesindeki öfkeye çarpık bir gülümsemeyle bakacak yaştasınızdır. Ta ki 30 yaş civarlarında Holden’ı ve her şeyi sırtınız ürpererek yeniden hatırlayıp, kitabı okurken hissettiğiniz her şeyle hâlâ nasıl da aynı hizada olduğunuzu fark edene kadar.

Gidenler’den[1] bahsedelim. Çavdar Tarlasında Çocuklar’ın canalıcı sorusu “Kışın parktaki göl buz tuttuğunda göldeki ördekler nereye gider?”dir. Holden’ın sevgili kız kardeşi bu soruyu ortaya atar ve hakikaten de can alıcı bir sorudur, hele de Holden’ın de aralarında olduğu şehirli çocuklar için. İnternetteki pek bilmiş bir kitap yorumcusu, Holden’ın “ördeklerin hayatta kalmak için koşullara uyum sağlamaları gerektiğini düşünerek rahatsız olduğunu” söylüyor ve “oysa bilmiyor ki sıcak ülkelere göçmek sadece ördeklerin göç örüntüsünün doğal parçasıdır,” diyor. Holden, kışın ördeklerin nereye gittiğine meraklanacak yerde, yazın hep geri döndüklerine baksaymış, “o zaman değişimin hayatın doğal bir parçası olduğunu ama gene de bazı şeylerin hiç değişmediğini anlayabilir”miş. Neyse ki, Holden malum pozitif düşünceciler ve new age filozoflar öncesi bir dönemden kalmadır ve öyle kalmayı da sürdürüyor.

Fotoğraf sanatçısı Fatma Belkıs’ın fotoğraf kitabı Gidenler‘e eşlik eden yazısı, yazarın “bir Orta Doğu ülkesinde yaşayan birkaç bin iyi eğitimli, sağlıklı gencin mutsuzluğundan bahsettiği için üzgün olduğunu” fakat tam da durumun bu gençler için gitme raddesine vardığı için önem taşıdığını söylemesiyle bitiyor. “Sayımız ülke nüfusunun önemli bir bölümünü oluşturmasa da görüyoruz ki, yok olunca göz ardı edilmiyor.” Bu sebeple de kitap ilk baskısından on yıl sonra Onagöre yayınevinden ikinci baskısını yapmış.

Kitabın militan bir ‘gidenler’ ve ‘çekip gitme’ savunusu olduğunu söyleyemeyiz. Onlar adına konuşsa da yazının da ve esasen fotoğrafların da dile getirdiği sadece gidenlere özgü bir hayaletlik ve artık-orada-olmama hali. Korku filmleri ve distopik kent görüntüleriyle dolu filmler ve oyunlarla büyüdükleri, onların tiryakisi oldukları, hatta geçirmedikleri önemli travmalar arasında ‘ailelerin seri katiller tarafından öldürülmemesini’ de saydıkları düşünülürse hayalet olmak için çok uygun bir ortam. Gene de bu fotoğraflarda bundan ötesi var – sanki bir medyum, hepimizin kuşaklarca kendimiz olmayı denediğimiz Beyoğlu’nun ya da benzeri yerlerin sokaklarında artık orada olmayan birilerini çağırmış, o çağrılanlar da az çok belirmiş, duyarlı bir kamera da o ‘mevcudiyet’leri çekmiş gibi. Bir tespit. Parktaki göle bir daha dönmeyecek olanlar bunlar; adapte olamayacaklarını, olmak da istemediklerini, felaket sert değişimlerle ilerleyen bir toplumdaki hırgüre uyum sağlayamayacaklarını fark ettikleri için.

Doygun siyah-beyaz fotoğraflarda üzerlerinde anneanne giysisi tadında, muhtemelen vintage kıyafetleri ya da salaş kazakları, parmaklarının arasında sigaraları ile, kültür ve sanat afişleri kadar tesisatçı ilanlarının da önünde poz veriyorlar bu –diyebiliriz ki– tam da ‘beyaz yakalı olmayan’lar. Dramatik bir buluş sonucu hiçbirinin yüzünü görmüyoruz, bedenlerini de fragmanlar halinde görüyoruz ama bu onların ‘gidenler’ olduklarını imlediği kadar o dekorlarda kaypak bir mevcudiyeti sürdürmüş olduklarını da söylüyor bize. Ya da “hiçbir şeyden endişe duymadığımız kendimizle mutlu bir anda takılıp kalmak istiyorduk,” Fatma Belkıs’ın yazısında dediği gibi. Ama “…bazen kendimizden boşanmamız gerekebilir.

İlginç bir biçimde olgunlaşmayı kabul etmiyorduk (…) çünkü hâlâ çocuktuk. Yetişkin olmanın temel sorumluluklarını almak istemiyorduk. Bu çocukluk hali kesintisiz değildi. Belki şöyle anlatabiliriz: biz kapitalizmin içine doğduk (…) Tüketmeyi öğrendik. Bunu dile getirip reddetmeyi ancak bilincimizi kazandığımızda gerçekleştirebildik. Bir çoğumuz düzene dahil olmak istemiyordu. (…) Üzerimizdeki sorumluluğun bir kısmını reddetmeye ihtiyacımız vardı. Çocukluk geçti, bir şeyleri fark ettik ve sonra tekrar çocukluk başladı. (…) Ya sahip olduğumuz her şeyi bir anda ardımızda bırakıp tamamen vasıfsız olarak başka bir yerde yeniden başlayabilseydik?

İkinci dünya savaşı ertesi Amerikası’nın alaycı çocuğu Holden Caulfield’in nedenini bilmediği, görünürde nedeni de olmayan bir illeti duygusal olarak tesbit etmesine benzer bir durum… Hem genel hem de bize özgü. “Hiç parasız pulsuz kalmadım ki / neden, neye, kime bu özlem” şeklinde Türk popuna başvurarak da ifade edilebilir. Şarkı sözleri kadar da sığ ya da derin –nasıl bakıyorsanız– olur. 

Bir başka açıdan bu kıyılara her şeyin biraz daha geç varması ile de ifade edilebilir bu durum. Yıllardır Borges’in şu sözünü bir bağlamda anmak isterim: “Bilindiği gibi, birçok şey başka ülkelerden çıkar ve neden sonra Arjantin’e ulaşır.”[2]  

Bu şu demektir, üçüncü dünya sadece Orta Doğu değildir, nerde olunursa olunsun şu anda olup bitenleri hep arkadan takip etmek duygusu ile yaşamak demektir. Holden’in kendi özel illetinden bahsedebildiği 50’li yıllarda, diyelim ki biz burada varoluşçuluğun gecikmiş bir versiyonunu elimizde evirip çevirmekteyizdir. Öte yandan ne Sisyphos’uzdur ne de Camus’nün Yabancı’sı. Bunların ‘melali’ni hissettiğimiz gerçekten söylenemez. Yaşadığımız toplumda, kültürde onlara benzer şeyler mutlaka vardır ama onları ilginç bulmayız, başka türlü ya da ‘yeni’ formüle edilmiş olanları daha ilginç buluruz.

Hasretle beklenen kargo da hep istediğimiz şey olmayabilir. Tam dünyanın geri kalanına eklemlenmiş (aslında iliştirilmiş) gibi dururken Türkiye’nin yakın tarihinin, suratlara kürek gibi çarpması 90’ların başında doğan kuşaklara denk gelmiştir. Rötarlı, gizli bir çocukluk üzüntüsü şeklinde… “Sefil hayatımızın gözlerimizin önünden akıp gitmesini hüzünlü bir şekilde izlemiyorduk. Ama herkes çocukluğundan bahsediyordu,” diyor Fatma Belkıs “…sanki üzerinden 50 yıl geçmiş gibi: ‘80’lerin sonunda 90ların başında çocuk olmak’…”  Bu bakımdan Gidenler’e eşlik eden yazının başındaki ‘biz kuşak olarak travma geçirmedik’ cümlesi hem ironik hem de doğru: “12 Eylül’ün sonuçlarının içine doğduk.” 80’lerde sanki-bize-değmeden ‘geçirilen büyük bölgesel travmalar’ın bıraktığı yaraların dalgası dönüp gelip 80’ler sonu ve sonrası çocuklarını özel bir biçimde vuracaktır. Belki ikibinler ya da sonrasının buralı çocukları aynı şeyi hissetmeyecekler. Ama tabii bambaşka bir biçimde bir şey hissedecekler. Çekip gitmekten öte, başka galaksilere göç etme umudunun bizim buralarda basit bir bilimkurgu temasından öte olduğunu rahatlıkla düşünebiliriz.[3]

 

NOTLAR: 


[1] Gidenler, fotoğraflar ve metin: Fatma Belkıs, 2. Baskı, kitap tasarım: Ali Taptık ve Fatma Belkıs, Onagöre Yayınları, 2021

[2] Jorge Luis Borges, Yolları Çatallanan Bahçe, çev. Fatih Özgüven, İletişim Yayınları, 1995, Düello adlı hikâye.

[3] Bir de zoolojiyle ilgili bir seçenek var tabii. Daha doğrusu birileri havuzu ‘terketmeden’ yerel seçimler bulmakla. İnternette Holden ve ördekler konusunu araştırırken Kayseri’de belediyeye ait hayvanat bahçesinde ‘bakıcılarının her sabah kürekle kırdığı yüzeyi donmuş havuzda ördek, kuğu ve kazların güneşin ve suyun keyfini çıkardıkları’ haberine rast geldim. Vurgu bence burada kürekle bir şeyler kırmakta değil, olur a, nedense ‘doğal göç örüntüsü’nü boşvermişe benzeyen (galiba kümesleri rahatmış) ördeklerin niye gitmedikleri sorusuna ya da gidip gitmemelerine aldırmadan çözüm yaratmakta. Türkiye daha çok bir ‘anlık konsensüsler’ ülkesi olsa belki de ‘Gidenler’ fikirlerini değiştirebilirlerdi… Metafora (ya da La Fontaine’e) zeval olmaz, diyelim.