Tüm dünyadan araştırmacıları katlanan sayılarla ağırlamaya hazırlanan Göbekli Tepe'yi yakından izleyebilme fırsatı, insanlık üzerine düşünceleri de epey besleyecek görünüyor...
26 Temmuz 2018 14:00
Göbekli Tepe’nin kazıldıkça artan önemi, bölgeye ilgiyi arttırırken, kazılar, arkeolojik teknik veriler, ulaşım ve ziyaret hakkındaki bilgileri en hızlı şekilde ulaşılır kılıyor. Yine de hatırlayacak olursak, 12 bin yıl öncesine tarihlenen Göbekli Tepe, ilk kez 1963 yılında fark edilmiş, 1994’ten itibaren araştırılıp kazılmaya başlanmıştı. Bu yıl (2018) ise UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alındı. Özellikle son 10 yılda, arkeologların, ulusal ve uluslararası kurumların, bakanlıkların, üniversitelerin sistematik ve özverili çalışmalarının sonucunda, durağan tarih bilgisini sarsarak, geçmişi algılayışımızda kemikleşmiş unsurları kırıp, yepyeni bir iskelet kurulması gerekliliğini ortaya koydu[1]
Zaman, mekân ve arkeologlar
Arkeologlar, kimi zaman ufak, hafif bir figürini, minik bir taş boncuğu, kimi zaman devasa boyutlu piramitleri, heykeller ile tonlarca ağırlıktaki yapıları ortaya çıkarıp tanımlarken, bunları ilk sahiplerinden sonra ikinci kez zaman ve mekâna yerleştirip insanın geçmişini anlama çabasında taşları yerine koyarlar. Göbekli Tepe keşfiyle bir anlamda yerinden oynayan taşlar, şimdi bir kez daha yeryüzüne dizilmek zorunda.
Göbekli Tepe, bildiklerimizin yanlışlığını ya da eksikliğini ortaya çıkarması bakımından, keşfinden itibaren olduğu kadar, öncesindeki arkeolojik ve tarihî araştırmaların da ürünü olarak algılanması gereken özel bir alan. Türkiye’de, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde Fırat ve Dicle nehirleri arasında kalan bölgede bulunuyor. Şanlıurfa’nın 15 kilometre kuzeydoğusunda, Örencik köyü yakınlarında, daha önce benzerine rastlanmamış, Neolitik Çağ’a tarihlenen bir alan.
Göbekli Tepe mekân olarak, Amerikalı arkeolog James Henry Breasted (1865-1935) tarafından “bereketli hilal” olarak adlandırılan bölgenin tepe noktasında bulunuyor; zaman olarak, Avustralyalı arkeolog Vere Gordon Childe (1892-1957) tarafından “Neolitik Devrim” olarak isimlendirilen sürecin içinde yer alıyor. Fırat Nehri’nin getirdiği “bereket” ile verimli olan bu topraklar, Homo sapiens yani “Bilen İnsan”ın en önemli sahnesi. Avcılıktan, hayvan evcilleştirmeye, toplayıcılıktan bitki ehlileştirmeye geçilmesi artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı yepyeni bir dönemi başlatıyor, bu sebeple de “devrim” olarak anılıyor. Göçebe hayattan yerleşik hayata geçen insan, kültür yaratmaya, medeniyetin temellerini atmaya başlıyor.
1963 yılında Şanlıurfa ve Diyarbakır’da yürütülen araştırmalarda ilk kez fark edilen Göbekli Tepe’de o tarihte ayrıntılı bir inceleme yapılmaz. Görüldüğü kadarı mezar taşları olarak tanımlanır; İstanbul Üniversitesi’nin 1980’de yüzey araştırmaları üzerine yayınladığı akademik metnin bir paragrafında isim olarak geçer.
İşte bu küçük paragraftaki “Göbekli Tepe” ismi, büyük bir araştırmanın başlığı olacağı gibi, baştan yazılmak zorunda olacak tarihe de aynı adla imzasını atacaktır. Bölge hakkında araştırmalarını yürütmekte olan Klaus Schmidt bu makaleyi okumuş ve metinde adı geçen tüm yerleri ziyaret etmiştir; 1994 yılında ilk kez gideceği Göbekli Tepe onlardan biridir.
“Burası çok kısa süre sonra
‘Dünya Kültür Mirası’ özelliği kazanacak
bir insanlık tarihi anıtıdır.”
K. Schmidt, 2006
Alman arkeolog Prof. Klaus Schmidt (1953-2014), Göbekli Tepe kazılmaya başlandığı andan itibaren yaşamının sonuna dek, eşi arkeolog Çiğdem Köksal-Schmidt ile birlikte kazı çalışmalarını yürütmüştü. İsmini sıklıkla Göbekli Tepe ile özdeşleştiren araştırmaları, uzun yılların ve yoğun bir emeğin ürünleriydi.
Prof. Schmidt’in Türkiye’deki arkeolojik alanlarla tanışıklığı yaklaşık 50 yıllık bir geçmişe sahip. İlk olarak, Alman arkeolog Harald Hauptmann’ın (1936) kazı başkanlığını üstlendiği Norşuntepe (Elazığ) kazısı (1978-1979) çalışmalarında yer alıyor. Bu arkeolojik alan, yapımı 1965’te başlayıp 1981’de tam kapasite devreye giren Keban Barajı sebebiyle sular altında kalıyor.
1983 ile 1991 yılları arasında Hauptmann’ın bilimsel danışmanlığı ve Şanlıurfa Müze Müdürü Adnan Mısır başkanlığında Nevali Çori (Şanlıurfa, Hilvan) kazılarında yer alır. Çalışmalarda, ileride Göbekli Tepe’de bulunanlara benzeyen ve onları yapı, anlam ve tarih bakımından bütünleyen önemli bulgulara rastlanmıştı. İnşası bu kazılarla aynı yılda (1983) başlayan Atatürk Barajı’nın işletmeye açılmasına (1992) bir yıl kala duran kazı çalışmalarının ardından, bu arkeolojik bölge geri dönüşsüz bir şekilde barajın suları altında kaldı.
1994 yılına gelindiğinde, Göbekli Tepe’yi ilk kez ziyaret eden Schmidt, kireçtaşı plato üzerinde karşılaştığı Tepe’nin konumunu “ilginç” bulmuştu. Konumu gereği bu tepe doğal yollarla oluşamazdı, insan eliyle oluşturulmuş olmalıydı. Daha yakından bakınca, yüzeyde çok sayıda çakmaktaşına rastlamış, alanın bir mezarlık değil, bir Neolitik merkez olduğunu anlamış, keşif gezilerine başlamıştı. Tepe’yi ilk adımladığı zamanlarda, birkaç kişilik ekipte Türk arkeolog Murat Akman da yer almıştı. Akman, bölgenin Neolitik yerleşim yerlerini ortaya çıkaran kazılarda daha önce çalışmıştı. Bu sebeple Tepe’nin önemi onun için de açıktı. Keşfin ardından, kazılara başlanması için gerekenleri sağlamak adına yoğun bir çabaya girişilmişti.
Bu çabalar 1995’te İstanbul Alman Arkeoloji Enstitüsü (DAI) Eski Müdürü Harald Hauptmann ve Urfa Müzesi’nden Adnan Mısır’ın desteğini görmüş, Türk-Alman ortak çalışması olarak “Urfa Projesi” adı altında somutlaştırılmıştı. Ayrıca yine aynı yıl, Schmidt’in de mezun olduğu, dünyanın en eski üniversitesi Heidelberg Üniversitesi (14. yy.) ile ünlü, Heidelberg şehrinde projeye destek vermek üzere ArcaeNova isimli bir dernek kurulmuştu.
Başlangıçtan 2006’ya dek, Şanlıurfa Müze Müdürlüğü başkanlığında, Alman Arkeoloji Enstitüsü ile birlikte yürütülen kazılar, 2007’den itibaren Bakanlar Kurulu Kararlı Kazı statüsünde devam etti. Bu yıllarda yerli ve yabancı basının artan ilgisi, yapılan röportaj ve çekimlerle Schmidt, bölgenin tanıtımına da katkı göstermişti. Süreç içerisinde, Schmidt tarafından yazılan Göbekli Tepe kazı raporları, bilimsel alanda T.C Kültür ve Turizm Bakanlığı, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü yayınlarında yer almaktadır. Aynı zamanda Göbekli Tepe hakkındaki ilk kapsamlı kitap olan ve 2006’da Almanya’da “Sie bauten die ersten Tempel”, ülkemizde ise 2007’de Taş Çağı Avcılarının Gizemli Kutsal Alanı Göbekli Tepe-En Eski Tapınağı Yapanlar ismiyle yayımlanmıştır. Yazdığı 160’ın üzerinde makale, sempozyum sunumları, müzelerde hazırlanan sergilere katkısı, kazıları adım adım izlemeye ve anlamaya olanak tanır.
Prof. Klaus Schmidt, 1995-2003 arasında alan yöneticiliği, 2003’ten 2014 yılında vefatına dek Göbekli Tepe kazı başkanlığını sürdürmüş, böylece yaşamının 20 yılını bu çalışmalara adamıştı.
Göbekli Tepe kazıları “Urfa Projesi”nin devamı niteliğindeydi. Proje dâhilinde birbirini tamamlayan kazılar ve önemli bulgular, Nevali Çori’nin ardından Gürcütepe’de devam eder, Göbekli Tepe’de doruk noktasına ulaşır. Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ’a ait olduğu tespit edilen Göbekli Tepe, ne tarım ne de yerleşim için kullanılmıştır; Göbekli Tepe, hiç beklenmedik bir şekilde, binlerce yıl önce dinî sebepler ve ritüeller için kullanılmış, organize dinin ve medeniyetin doğduğu yerde bulunan dünyanın en eski tapınağıdır.
“Taş devri efsanelerinin illüstrasyonları”
Göbekli Tepe, bir dip kaya üzerine oyularak yerleştirilmiş, ağırlıkları 40 ve 60 ton arasında olduğu tahmin edilen, boyları üç ila altı metre olan “T” şeklinde dikilitaşlardan oluşan, spiral ve oval yapıda düzenlenmiş alanlardan oluşuyor. En büyük iki taşın merkezde yer aldığı yapılarda, taşların hareketli yapıda olabileceğine dair kimi bulgulara rastlanmış. Bu büyük boyutlu taşların, stilize insan heykelleri olduğu düşünülmüş, destekleyici unsurlar olarak, yanlarda yer alan kol ve eller gösterilmiştir. Bu, civarda keşfedilen aynı dönem buluntularında da rastlandığından, biçimi bir çeşit “simge” olarak yorumlamayı sağlıyor.
Buluntular iyi korunmuş hâlde çıkarılmıştır, çünkü Taş Devri insanları bizzat kendileri bol miktarda taş ve kum kullanarak mekânın üzerini örtmüş, bir anlamda tapınağı gömmüşlerdir. Bu son derece ilginç durumun sebebi bilinmiyor ancak belli bir süre, belli amaçlar adına kullanılıp, yapımından bin yıl kadar sonra kapatılmış olabileceği düşünülüyor. İlginç olan bir diğer durum, yapılan jeomanyetik araştırmaların ortaya çıkarttığı üzere, Göbekli Tepe höyüğü üzerinde birbirini tekrar eden bu T biçimli taşların dizildiği spiral ve oval yapıdaki tapınaktan çok sayıda bulunmasıdır. (15 yapı ve 200 dikilitaş olabileceği düşünülüyor.) Kazılar için tüm gömülü alanlar açılmamıştır; uzmanlar kazılarda yeterli bilginin alınıp, geri kalan alanların olduğu gibi bırakılması gerektiğini düşünüyor. Bu noktada bir arkeolojik etik ve belki de bir koruma bilinci olmalıdır. Zira her arkeolojik kazının aynı zamanda bir deformasyon olduğu hatırlanmalıdır.
Göbekli Tepe taşları, çakmaktaşı aletlerle yapıldığı düşünülen pek çok motif, kabartma, soyut semboller ve heykellerle bezelidir ancak bu biçimlerin tam olarak ne anlattığı çözülememiştir. Ünlü “Urfa Heykeli” (bilinen en eski tam boy heykel) modelindeki baş şeklinde heykellere de rastlanmış. Birbirine birleştirilmiş hayvan heykellerinden totem direkleri de bulunmuş. Kesin olan, bunların dekoratif amaçlı olmadıkları, anlatılmak istenen önemli şeyler olduğudur.
En sık kullanılan hayvan motifi yılanlar. Tasvir edilen hayvanlar o sırada bölgede varlık gösteren vahşi hayvanlar zira kazılarda bu hayvanların kemikleri de bulunmuş. Evcilleştirmenin ilk kez gerçekleştirildiği dönemden bahsettiğimizden, Göbekli Tepe’de hiç evcilleştirilmiş hayvan figürüne rastlanmaması alanın yerleşim amaçlı kullanılmadığına, bambaşka bir amacı olduğuna işaret eder. Yaban domuzları, akbaba, tilki, leopar, aslan, örümcek, akrep gibi pek çok hayvanın yer yer belli bir düzen içerisinde yerleştirilmiş olması, kabartmaların anlattığı hikâyeler olabileceğini düşündürüyor. Örneğin, bir yılanı öldüren kuş kabartması ile kafası kopuk insan gövdesi ya da kopmuş kafa taşıyan kuşların tasviri, u yapıların bir olayı ya da Taş Devri mitlerini anlatıyor olabileceğine dair fikirleri destekler nitelikte. Ayrıca araştırmacılara göre, hayvan heykellerinde ürkütücü unsurların bulunması, bu heykelleri bir tür koruyucu olarak gördüklerine işaret ediyor. Ancak tam olarak neyi, kimden ya da neden koruyacakları konusu henüz aydınlatılamamış.
Göbekli Tepe’de bulunan binlerce insan kemiği ve kafa derisi bilinçli olarak kazınmış ve kemik kısmı oyulmuş ilk kafa tası örnekleri, buranın bir açık hava ölüler alanı ve ritüel merkezi olabileceği konusunda yorumlara yol açıyor. Kimi uzmanlara göre, neolitik toplumlarda rastlanan “güneşe gömme” denilen durum, yani ölülerin bedenlerinin bir mezar olmaksızın açık alana ve yırtıcı hayvanlara bırakılması söz konusu olabilir. İnsan kemiklerinin parçalanmış hâlde bulunmuş olması bu görüşü destekleyici nitelikte. Ayrıca taşlar üzerinde rastlanan litrelerce sıvı alabilen oyuklar, uzmanlara göre, olası ritüellerde bir çeşit sıvının kullanılmış olacağı konusuna dikkat çekiyor. Henüz nasıl bir sıvı için kullanıldığı anlaşılamamış olmakla birlikte, ritüellerde kan ya da bir tür içkinin kullanılmış olabileceği düşünülüyor.
Göbekli Tepe’de bulunan soyut semboller, taşların dizilimi ve sayılarının takımyıldızlarla karşılaştırılması, tasavvuf âlimlerinin, dinî açıdan yorumlama girişimlerinin, astronomi ile ilişkilendirilecek verilerin peşine düşen araştırmacıların da önünü açmıştır. Tek tanrılı dinlerin doğuşu, Hint kökenli kutsal metinler, Tevrat’ta anlatılanların kaynağı, Mısır medeniyetinde yer alan ögelerle karşılaştırılıp anlaşılmaya çalışıldığı görülmektedir. Göbekli Tepe hakkında, birbirinden sıra dışı yorumlara basında ve çeşitli kaynaklarda rastlamak mümkün ancak net ve kesin bir sonuç çıkarılmış değildir. Öte yandan bilimsel, mistik, dinî ya da astronomik tüm yorumlara Tepe’yi anlamak adına ihtiyaç duyulduğu açıktır. Yine de, bahsettiğimiz yapılar, yazının bulunmasından yedi bin yıl önce inşa edildiğinden, belli bir anlamı bulma güçlüğünün haklı nedenleri daha iyi anlaşılacaktır. Bilinen, Göbekli Tepe’nin bir ritüel, toplanma merkezi olduğu, bunun için Taş Devri insanının daha önce düşünülmeyen organizasyon, soyutlama becerileri geliştirdiği ve belli bir sosyal kültürü yaratmış olduğudur.
“Günlük var olma kaygısından öteye”
Göbekli Tepe’nin keşfinden önce Taş Çağı insanının bir tanımı yapılacak olsa, avcı-toplayıcı hayatını yavaş yavaş bırakacak olan, tarımla uğraşmaya başlayan ve hayvanları evcilleştiren özellikleri anlatılacaktır. Oysa Tepe’de bulunanlar, dönemin insanlarının “düşüncelerinin sadece günlük var olma kaygısıyla bitmediğini, tam aksine oldukça mitsel konularla uğraştıklarını” (Schmidt, 2006) göstermiştir.
Öyleyse insan, hayatta kalmak için beslenme ve barınma ihtiyaçlarının yanında “inanç” üzerine kurulu temel bir soyut gereksinimi olan bir canlı olarak mı tanımlanmalıdır? Modern insanın köklerinin olduğu yerde, onu biçimlendiren ve hatta bugünü şekillendiren unsurlardan biri “inanç” olabilir mi?
Dünya üzerinde, doğayı şekillendirme becerisine sahip tek canlı, kendi gücünün farkına belki de bu bölgedeki inanç ritüellerinin örgütlü işleyişi ile vardı. Ya da bu gücünü dinî ayinlerle, ritüellerle toplayabildiğini keşfederek yol aldı. Yaşamın, hayatının üzerinde, kendisinin dışında bir gücün ya da güçlerin kontrolü olabileceğini düşünmek, tanrısal ve kutsal olan ögeleri belirlerken, insanın bu bağlamda kendini tanımlamasının ana temasını oluşturur.
Bu soru ve fikirleri mistik öğretilere, tek tanrılı dinler ve oluşumlarına bağlamak mümkün. Bunu uzmanlara ve konu ile ilgili bilgi sahibi yetkin kimselere bırakarak, burada “inanç”tan kastedilenin yalnız dini ifade etmediğini belirtmekte yarar var. İnsanın soyut kavramları tasarlama yetisi, bir düşünce, şey ya da kişiye bağlanma özelliği, inanç kavramını geniş bir anlam dünyasına dâhil etmeyi zorunlu kılıyor. Atalarımızın doğayı biçimlendirme kabiliyetini kullanırken zihinsel işleyişini anlamak, yeryüzü ve üzerindeki canlılarla kurduğumuz ilişkiyi anlamak adına da önem taşıyor. Böylece, Göbekli Tepe’de, gelecekteki olası düzenlemelerin bilgi kaynaklarını aramak mümkün oluyor.
2018 Temmuz ayında UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alınan Göbekli Tepe, bu önemli gelişme bağlamında, ülkemizin uluslararası ilişkiler ve arkeoloji geçmişine bakılarak kurumlar üzerinden nasıl okunabilir?
Tartışmasız “çok önemli” ve sevindirici bir şekilde karşıladığımız bu haberle, ilgili kurumların tarihine kısaca bakarak, bilgiyi nasıl ortaya çıkartabildiğimiz, nasıl anlayabildiğimiz ve ona değer verebilmemiz üzerine de düşünebiliriz.
Bir ülkede üniversitelere dâhil edilen alanları, bilimsel araştırma imkânlarını sağlamak olarak değerlendirirsek, konumuzun ilginç bağlarının bundan yaklaşık 70 yıl önceye gidebileceğini görüyoruz.
1950’lerin başında Türkiyeli arkeolog Halet Çambel (1916-2014), İstanbul Üniversitesi’nde ilk kez Prehistorya Kürsüsü kurarken, o yıllarda Alman Arkeoloji Enstitüsü başkanlığı yapmakta olan Kurt Bittel (1907-1991) tarafından desteklenmiştir. Bittel aynı zamanda bölümde ders verip, ülkemizde Prehistorya’nın bilimsel anlamda yerleşmesine öncülük etmiştir. Bilindiği gibi, Alman Arkeoloji Enstitüsü, başından beri Göbekli Tepe Kazıları’nın da içerisinde yer alır.
1963 yılında Çambel, İstanbul ve Chicago üniversitelerinin ortak araştırma projesini kurmuştu. Göbekli Tepe ilk kez bu proje kapsamında fark edilmişti.
Ayrıca söz konusu projeyi Çambel ile oluşturan Robert John Braidwood (1907-2003), aynı zamanda bölümde ders ve seminerler verip, meslektaşı Amerikalı arkeolog Peter Benedict’in Yontma Taş Teknolojisi dersleri vermesi için İstanbul Üniversitesi’ne gelmesini sağlamıştı. Göbekli Tepe’yi hiç kazılmamış hâliyle görüp hakkında rapor yazan, arkeolog Benedict’ti. 1995’te kazı başkanlığına başlayan Schmidt’in de çıkış noktası, yukarıda belirttiğimiz gibi, bu metindi.
Dahası, Chicago Üniversitesi ile yürütülen bu proje kapsamında Halet Çambel’in başlattığı Çay Önü kazıları, Göbekli Tepe kazılarında gelinen araştırma seviyesine giden yolu açmıştı, bir anlamda öncüldü. Dolayısıyla, ülkemiz arkeoloji çalışmaları tarihi ile Göbekli Tepe keşfi arasında çok daha eskiye dayanan sıkı bağlar bulunuyor.
Ülkemizde Prehistorya bölümü kurulmasından, 12 bin yıllık bilgilerin yurdumuz topraklarında çıkarılmasına kadar gelinen bilimsel seviyede, uluslararası bağlantılar ile kişi ve kurumların iş birliği içinde çalışmasının önemi de bu vesile ile görülebiliyor.
Dünya Mirası Listesi UNESCO tarafından 1972’de oluşturulmuştur. Kurum “ülkelerin korumayı garanti ettikleri” anıtları, sit alanlarını, doğal oluşumları belli kriterler çerçevesinde listeye dâhil eder. Görüldüğü gibi, bu bir karşılıklı sorumluluk alanıdır. Ayrıca, Dünya Miras Fonu (WHF) vasıtasıyla listeye alınmış değerler maddî olarak da desteklenir.
Ülkemizde Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü sorumluluğunda yürütülen işlemlerle bu listeye ilk kez 1985’te üç farklı alan dâhil edilmiştir. (Kapadokya, Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası, İstanbul Tarihî Alanları) Göbekli Tepe artık bu listede yerini aldığından, ülkemiz adına toplam 18 kültür varlığının sorumluluğunu aldığımızı uluslararası alanda bildirdiğimizi düşünebiliriz.
Yurdumuz toprakları, insanlık tarihini büyük ölçüde biçimlendirmiş ve değiştirmiş olduğu günümüzde kesinleşmiş arkeolojik alanların olduğu özel bir konumda bulunuyor. Bir ülkede insanlığa dair bilgilerin bulunması ülke sınırları kavramını aşan özellikte, zira bilimsel araştırmalar ve bilimsel bakış bir anlamda tüm insanlığa dair olanın peşinde olmaktır.
Ancak yine de, ulusların birbirleriyle münasebetlerini düzenlemek adına kurumsal ilişkiler ve kurallar yaratılır. Bunun temelinde savaş-barış gibi iki önemli unsurun kontrol ve düzeni yatar demek mümkündür. Milletler, kimi sorumluluklarla ilişkilerini düzenleyici ve bağlayıcı davranışlar geliştirir. Böylece savaş ortamı sınır ve düzeni ile barış ortamı sürekliliği adına araçlar geliştirilir.
Yukarıda ele aldığımız oluşumların biraz daha gerisine gittiğimizde, ulusların ilişkilerini düzenlemek üzere 1914-1945 arasında, 30 yıl içerisinde yaşanmış iki dünya savaşının ardından kurulan Birleşmiş Milletler (BM) (1945) ve onun bir alt organizasyonu şeklinde düzenlenen United Nations of Educational Scientific and Cultural Organization (UNESCO) görülebiliyor. Kuruluşla 70 yılı aşkın bağları olan Türkiye, kurucu üyelerden biri.
UNESCO’nun kuruluşu temelinde, savaşın, birbirlerinin hayatlarını tanımayan ve anlayamayan toplumlar arasında çıktığı, entelektüel ve manevi dayanışmanın barışı korumakta birincil öneme sahip olduğu fikri yatar. Dahası, savaşların önce insanların fikirlerinde çıktığını bu sebeple barış güçlerinin insan zihninde kurulması gerektiğini savunan UNESCO ve üye devletler, "Building peace in the minds of men and women" sloganı ile barışın manevi inşasını görev edinir. Üye devletlerin paylaştığı ortak manevi değer özetle böyledir.
Maneviyatın gücünün bu denli önemli tutulduğu UNESCO yaklaşımından yola çıkarak, kurumun yaratmış olduğu “Dünya Mirası Listesi”ne tekrar bakarsak, kültür ve doğal değer oluşturan varlıkların, öncelikle onlara verilecek önemle korunabileceği sonucunu çıkarabiliriz. Bu durum öncelikle her ülkenin kendi sorumluluğunda olduğundan, milletlerin belli değerleri tanımlayabilmeleri, onların toplumsal gelişmişliğiyle orantılı olacaktır. Bu sebeple, ulusal yapı ve kurumların niteliği, uluslararası sorumluklarda belirleyici olur demek mümkündür.
Göbekli Tepe’nin insanlığın ortak mirası olması sorumluluğunu almak, maneviyatımızda ona verebildiğimiz değerle anlam bulur, tıpkı insana dair diğerleri gibi. Kaldı ki duyarlı bir insan bilinci de böyle yaratılıyor olsa gerektir.
Göbekli Tepe’nin ilerleyen yıllarda çok sayıda ziyaretçi alacağı kesin. Klaus Schmidt’in, yıllar önce öngördüğü gibi Dünya Kültür Mirası olan Tepe, tüm dünyadan araştırmacıları ve ilgili herkesi, katlanan sayılarla ağırlamaya hazırlanıyor.
Bunun için yapılan girişimler, bölgenin rahatlıkla görülebilmesine yönelik bir dizi projeyi içeriyor. Bu noktada sponsor olan Doğuş Grubu 20 yıllık bir çalışmayı çok yönlü sürdürecek. Sponsorluk, ziyaretçi alanını iyileştirmek, kazıları koruyucu önlemler, kültür faaliyetleri gibi çeşitli ihtiyaçlara destek verecek.
Kazıların sürüyor olması ile artan ziyaretçi sayılarının birbirini olumsuz etkileyebileceği konusunda kaygı duyan arkeologlar da var. Belli aralıklarla belli sayıda ziyaretçinin alana alınması önerisinde bulunanlar da. Göbekli Tepe’nin sunduğu bilgilerin ulaşılabilir olması kadar, ilgililer tarafından ulaşılabilir, görülebilir olması da önemli.
Göbekli Tepe’yi yakından izleyebilme fırsatı, insanlık üzerine düşünceleri de epey besleyecek görünüyor. Örneğin, Taş Devri tapınaklarının kalıntılarına bakarken, Neolitik Devrim ile doğayı biçimlendirme yeteneğini maksimum kullanmaya başlamış atalarımızdan, neleri miras almış olabiliriz?
İnsanın diğer canlılar ve yeryüzü ile olan ilişkisine dair düşünmeye bu kadar açık bir keşfin, günümüz dünyasının sorunlarını tekrar ele almayı hatırlatıcı bir etkisi yok değil. Kısaca tek taraflı olarak bakarsak bugün, insanın binlerce yıldır işlediği toprağı büyük ölçüde zehirlediğini biliyoruz. Su kaynakları, arkeolojik alanların altında kaldığı barajlara rağmen azalıyor. Pek çok hayvan türünün soyunun tükenmesinde, insanların maddî sebeplerle yasa dışı avlanmaya devam etmesi yatıyor. Gelişen teknolojiyle devasa tesislerde çiftlik hayvanlarından üretilenlerin beslenme ihtiyaçlarını karşılamaktan ziyade insan sağlığını tehdit ettiğini, kâr amaçlı sanayi nesnelerine dönüştüğünü kısaca hatırlarsak, Neolitik Devrim’den günümüze nasıl bir yaşam perspektifi çizdiğimize tekrar bakabiliriz. İnsanlığın geçirdiği dönüşümleri, bilimle, tarihle, arkeoloji ile bunca çaba ve emekle anlama gayretini, yaşamı şekillendirme becerisini gelecekte bu kez duyarlılıktan yana seçeceğini düşünmek her şeye rağmen hayal olmasa gerek.
12 bin yıl önce tapınak taşlarını yerleştirip geçmişimizi şekillendiren Göbekli Tepe’de “bilen insan”a dair bilmediklerimizi gözden geçirirken, dünyanın yaşama bir miras olduğunu ve bunun harcanarak değil, sakınıp korunarak zenginleştireceğini düşünmek zor değil.