Gökçer Tahincioğlu: Uğur Kaymaz gibi öldürülmüş onlarca çocuk var. Ceylan Önkol gibi mühimmat nedeniyle ölen onlarca çocuk. Bu iki isim geriye kalan tek fotoğrafları gözümüze gözümüze sokulabildiği için semboller, diğerleri loş ışıkta kalmış...
14 Ocak 2016 12:42
“Meçhul Öğrenci Anıtı” isimli şiir Türkiye’de bir şekilde sol politik kültüre veya şiire aşina olan herkesin karşısına çıkmıştır: “Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında / Bir teneffüs daha yaşasaydı / Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür / Devlet dersinde öldürülmüştür.” Şiirin bu coğrafyada sıkça anılmasının, siyasal kültürümüzün ayrılmaz bir parçası haline gelmiş olmasının tesadüfi olmadığını hepimiz biliyoruz. Devlet dersi, hepimizin öyle ya da böyle muhatabı olduğumuz sistematik bir şiddetçe verilmeye devam ediyor. Gökçer Tahincioğlu’nun Devlet Dersi: Çocuk Hak İhlallerinde Cezasızlık Öyküleri isimli kitabı ise zabıtlara geçtiği kadar hafızalarda da etki bırakmış öyküleri barındırıyor. Biz de “çocuklar ölmesin” demenin yasaklandığı dönemde Tahincioğlu’na ulaştık ve kitabını sorduk.
Kitabınızın henüz giriş kısmında Schmitt’e başvuruyor ve şu tespitini hatırlatıyorsunuz: “Egemen olağanüstü hâle karar verendir.” Benim sorum şu, olağanüstü hâle ya da sıkıyönetime karar verme yetkisini bulunduranların gözünde çocuklar neredeler?
Olağanüstü hallerde hedef alınanlarla aynı yerde çocuklar. Schmitt, egemenin bu yetkisini anımsatırken, bunun bildiğimiz anlamda bir sıkıyönetim olmadığının altını çizer. Devletin aklı, yazılı hukuk kurallarının dışına çıkması gerektiğini düşündüğü her an bunu uygulayabilir. Bu her zaman o olaya ilişkin organize edilmiş bir akıl da değildir. Bir kamu görevlisinin bile kanunu hiçe sayarak yaptığı bir davranış bu kapsamdadır. Kanuna daha sonra bu davranış uydurulur. Doğal olarak çocuklar için bir ayrıcalık yok. Çocuklar bütün bu olağanüstülükten ayrı bir yere konulmuyor.
Eskiden “taş atan çocuklar” kavramı altında terörize edilen çocuklar bugünlerde sıradan sosyal medya kullanıcıları tarafından hedef haline getiriliyorlar. Kollarındaki bir bant, dillerindeki bir söz, çocukları devlet şiddetine hedef göstermek için geçerli bir gerekçe haline geldi birçok insan için. Çocuklar ne zaman bu kadar alet oldular bu savaşa?
Savaşın içinde büyümüş çocuklar, zaten o iklimin bir parçası. Tercih ettiklerini değil, içinde doğdukları koşulları yaşıyorlar. Kutsallarını seçme, bununla ilgili eylemlere yönelme, bilinçli tercihler değil yaşadıkları. Ancak “teröristin çocuğu da terörist olur” bakışı ve “teröriste” kanunlarda ne yazarsa yazsın ölçüsüz davranabilme özgürlüğünün bulunduğu algısı elbette çocukları da aynı kefeye koyar. Cezasızlık kültürü dediğimiz kültür de zaten kamuoyunun böyle düşünmesini ister. Bu kültürün en önemli taşıyıcılarından Türkiye’de gelinen bu nokta şaşırtıcı değil.
Bir de diğer taraftan soralım. Örneğin Öcalan’a Türk milliyetçilerinin çoğu aynı sloganla yaklaşmıştır: Bebek katili. Aynı şekilde Kürt Özgürlük Hareketi de başta çocuklar olmak üzere sivil ölümlerinin daima üstünde durmuştur. Elbette bu iki durum arasında bir denklik kurmuyorum; ama çocuk sahiden bu savaştaki moral değeri kadar değerli mi bu toplumda?
Elbette değil, örgüt öldürmüşse bebeğin ölümü haber. Devletin herhangi bir kusuru sonucu ölüm söz konusuysa bulanık kılınan bir alan, görmezden gelinen bir dram söz konusu oluyor. 7 Haziran’dan bu yaşanılan çatışmalı sürece bakın. PKK’nın bombasıyla, ekmek almaya giderken ölen çocuğun defalarca haberleştirildiğini, ailesine durmadan mikrofon uzatıldığını göreceksiniz. Onlarca ölü çocuğun ise yok sayıldığını. Bunun aksi de söz konusu. Oysa çocuklar bu çatışmaların parçası değil. 7 yaşında bir çocuk hangi kutsal davanın parçası olabilir ki. Ancak ailenin tarafına, silahı kimin tuttuğuna göre çocuk ölümleri değerli ya da değersiz hale getiriliyor. Ölen çocuğa biçilen bir değer ve hâlâ yaşayanlara ayrıca bir koruma sağlanması söz konusu değil.
Cizre’de ve Sur’da yaşanan çatışmalar sürecinde bazı siyasetçiler çatışma bölgesinden sivil halkın bir şekilde tahliye edilmesini, çatışma sürecekse bundan sonra sürmesini savundular. Sizce bu sivil aktörlerin kabullenebileceği bir durum muydu?
Ben o açıklamaları, bu çatışmalar kaçınılmazsa en azından halkı bir biçimde bunun dışında tutalım iyi niyetiyle söylenmiş gibi algılamaya gayret ediyorum. Ancak bu iyi niyet, görüşün doğru olduğu anlamına gelmiyor. O insanlar orada yaşıyor ve çatışma evlerinin önüne geliyor. Nereye, nasıl ve neden gidecekler. Burada bütün boyutlarıyla çatışmaların yerleşim merkezlerine taşınmasını konuşmamız gerekiyor. Sokağa çıkma yasaklarını, bunun çerçevesinde geliştirilen olayları. Hendek kazdılar geldik düzeyinin de biraz ötesinde konuşmak gerekiyor. Bir ilçe aylarca sokağa çıkamıyor, kamu görevlileri buraları terk ediyor, dükkânlar açılmıyor, çocuklar okula gidemiyor ve siviller ölüyorsa başka bir dilde tartışmak kaçınılmaz demektir.
Uğur Kaymaz’ın hikâyesi de Ceylan Önkol’un hikâyesi de aradan geçen yıllarda birçok şeyi nasıl zihnimizin perdelerinin ardına sakladığımızın belgesi sanki. Uğur ve Ceylan özellikle belirli bir yaştan sonra politize olmaya başlayan benim gibi Türkiyeliler için bir kırılma noktası arz ediyor. Sizce neden? Zira öldürülen çocuklara dair istatistikler çoktan üç hanelileri aştı. Bu iki ölümün fazlasıyla yer tutmasının sebepleri neler olabilir?
Uğur Kaymaz gibi öldürülmüş onlarca çocuk var. Ceylan Önkol gibi mühimmat nedeniyle ölen onlarca çocuk. Bu iki isim bana kalırsa, ülkedeki atmosferin görece olarak ılımlı olduğu bir dönemde ölmelerinden kaynaklı olarak sembolleşmiş durumda. Nasıl öldükleri sorgulanabildiği, ayrıntılarıyla anlatılabildiği, geriye kalan tek fotoğrafları gözümüze gözümüze sokulabildiği için, arada kaynamadıkları, ışıklar olayın üzerine çevrilebildiği için semboller. Diğerleri loş ışıkta kalmış, gözlerin bakmadığı tarafta duruyor.
Öldürülen çocukların ardından ailelerin elinde bir hukuki mücadele süreci kalmış. Siz de kitapta değiniyor ve üstüne gidiyorsunuz buradaki aksaklıkların ya da yarım kalan girişimlerin. Aileler için bu hukuki süreçler ne ifade ediyor? İnanıyorlar mı bir şeylerin değişeceğine?
İnanmasalar da mücadele ediyorlar. Başlangıçta hesap sormak adına yola çıkıp sonra sistemin nasıl hesap sorulamaması üzerine kurulduğunu öğreniyorlar. Ancak hak arama mücadelesi inatla geliştirilebilen bir mücadele. Sürecin içerisinde kendileri için adaleti sağlayamasalar bile bir başka mağdura bu hak arayışının küçük de olsa faydasının dokunabileceğini görüyorlar. Bir adım yol alabildiysek bu inada borçluyuz.
Çağdaş Gemik’in “dur ihtarı” ile biten hikâyesine geldiğimizde Türkiye’de suç ve ceza ilişkisinin ne kadar sıkıntılı bir boyutta olduğunu hatırlıyoruz. Daha bir gün önce 1 TL çaldığı için hapis cezası alan çocuklarla ilgili bir haber okudum. Özellikle de söz konusu çocuklar olduğunda yasaların bu kadar sert olmasının sebebi ne olabilir?
Bana kalırsa sorun çocuklar olduğunda yasaların sert uygulanmasından ziyade, failin kim olduğuna göre yasaların uygulama biçiminin değişmesi. Çağdaş Gemik cinayetinde fail bir kamu görevlisi. Bahsettiğiniz olayda ise fail herhangi bir koruma kalkanı altında olmayan bir çocuk. Yargı, fail kamu görevlisi değilse ve olay toplumsal ahlak, toplumsal cinsiyetle alakasızsa zaten sert olan yasaları en sert biçimiyle uyguluyor.
Roboski çocuklarının hikâyesi de bizim büyük kırılmalarımızdan biri. İnsansız Hava Araçları, devlet içindeki örgütler vs. Çok aktörlü bir denklem; ama tek bir sonuç var: Çocuklar devlet tarafından öldürüldü. Siz Roboski’yi modern Türkiye tarihi içerisinde nasıl konumlandırıyorsunuz? Yarattığı siyasal ve sosyal etkiye nasıl bakıyorsunuz? Ve tabii şu meşhur tazminat meselesi ile ilgili ne düşünüyorsunuz?
Tazminat devletlerin özür dileme biçimidir. Haksızlığı kabul etme, kısmen de olsa bunu telafi etme yöntemi. Ancak bu özrün anlamlı olması, sorumluların da hesap vermesiyle ilintilidir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin önce adaletsizliği ortaya koyup, sonra bununla ilgili tazminat miktarını belirlemesi bu nedenle kısmen daha tatmin edici olabiliyor. Roboski’de sorumluların hesap vermeyeceğine yönelik önyargı doğrulandı. Yargı, devlet, olayı “kaçınılmaz hata” olarak niteledi. Bu kısmını da geçelim, mağdurlar toplumun önüne “terör yardakçıları” diye atılmaya çalışıldı. Roboski’nin toplumsal açıdan büyük bir kalp kırıklığı olduğunu düşünüyorum. Sadece ülkenin doğusunun devlete kalbinin kırılması değil, batıda yaşayan bizlere de kalbinin derinden kırılması. Bir avuç insanın çabası da o kırgınlığın geçmesine yetmiyor.
Batıda özellikle de Kürdofobi’nin yaygın olduğu kesimlerde Kürtler ve çocukları söz konusu olduğunda nefretle karışık bir söylem dolaşıma giriyor hep. Bir sürü Kürt çocuğu olduğu ve ölen çocukların aileleri için bir şey ifade etmediği söyleniyor. Hatta yıllarca bu “çok çocuklu” hanelerle ilgili mizaha güldü bu ülke. Gerçekten bu aileler kaybettikleri çocuklarını yaşamlarının neresine koyuyorlar? Sonuçta onlar devletin raflarında bir dava dosyası olmanın çok ötesindeler.
Annelerin yıllarca çocuklarının hesabını sorabilmek için yaşadıklarını bilmediklerinden, görseler bile anlamak istemediklerinden gelişiyor bu vicdansız dil. Galatasaray Lisesi önüne gitseler, çocuklarının o anneler ve aileler için ne anlama geldiğini öğrenecekler. Berfo ananın, “oğlum eve gelirse tanısın diye evimi boyamadım” sözlerine kulak verirlerse anlayacaklar. Ben bu söylemin, tüm yaşananlara yönelik meşruiyet sağlama süreçlerinin doğal sonucu olarak görüyorum. Toplumsal kırılmanın dili de tam böyle olur aslında.
Kitabın takdim kısmında da belirtilmiş. Kitabınız yayına hazırlanırken Tahir Elçi öldürüldü. Devletin dersinin konusu hep ölüm mü kalacak? Sizce Türkiye’de “devletin” müfredatının değişmesinin önkoşulları neler?
Bana kalırsa hakiki bir yüzleşme. Ancak bu yüzleşme devletin paradigmasının değişmesiyle olabilir. Devleti değil toplumu öncelleyen bir anlayışla mümkün olabilir. Bunu yaptığını söylerken bir yandan devleti gizli gizli kutsayarak değil. Devlet dediğimiz yapı, bütün dünyada sorunlu ve kutsallaşma eğiliminde her zaman. Ancak bu eğilim, yönetenlerin güçlü iradesiyle zayıf tutulabilir. Yüzleşme sağlanırsa, hakikate ve adalete ulaşabiliriz. Ancak maalesef bu yolun çok başındayız hâlâ, hatta yola bile çıkamadık. Bu nedenle, inatla ve ısrarla yola çıkılabilmesini sağlamak için çabalamalı, umutsuzluğa düşmeden bu kapkaranlık hikâyeleri olanca çıplaklığıyla anlatmalıyız bana kalırsa.