Gölgede kalanlardan, saklı duranlardan, erken gidenlerden iki şair, bir öykücü

"Bu yazıda, bana ara sıra hadi bakalım diyerek kendilerini hatırlatan biri gölgede kalan, diğeri saklı duran, sonuncusu erken giden üç isme değineceğim. Amacım paylaşacağım metinlerin işe yaraması, üç kişinin unutulmaları müebbet’e dönüşmeden –her birinin– okuma, ulaşma mesafesine inmesidir."

21 Mayıs 2022 13:49

Daha önce de söylemiştim: Uzun soluklu bir edebiyat dergisinin sistematik indeksi gözden geçirilse, birkaç öykü ve şiirle yetindiklerinden –yüzlerce, belki de çok daha fazla– unutulmuş yazar ve şairle karşılaşılır. O şairlerin ve yazarların çoğu çeşitli nedenlerden dolayı sürdürememiş, usulca köşelerine diğer yaşamlarına –hayat gailelerine– keşke diyerek çekilmiş kişilerdir: Onlar yarım kalmışlıklarını ancak kendileri tamamlayabilir;keşke demekten ancak kendi çabalarıyla kurtulabilirler: Dün olduğu gibi bugün de öyledir. Bizler ise yazılanları okumaktan ve hayıflanmaktan başka bir şey maalesef yapamayız. Bazı yazarlar ve şairlere gelince; onlar –hiç olmazsa– ara sıra zihinleri kurcalayıp kendilerini hatırlatırlar; dahası, hadi bakalım diyerek konuya müdahil olunmasını talep ederler. Hiç kuşkusuz, bu isteklerinde çok haklıdırlar. Çünkü emek vermişler, mücadele etmişlerdir. Örneğin Ercüment Behzat Lav, Celal Sılay, F. Ülke Aren, Cengiz Tuncer, Kerim Korcan bu tür isimlerdir. Ben ise bu yazıda, bana ara sıra hadi bakalım diyerek kendilerini hatırlatan biri gölgede kalan, diğeri saklı duran, sonuncusu erken giden üç isme değinerek meseleye müdahil olacağım. Amacım paylaşacağım metinlerin işe yaraması, üç kişinin unutulmaları müebbete dönüşmeden –her birinin– okuma, ulaşma mesafesine inmesidir. 

I

Tek şiirlik şair

Edebiyat öğretmenimiz Rauf Mutluay’ın adımları yüksek sesle okuduğu dizelere uyum sağlamıştı: Ayakkabılarının topuk tınıları dersliğin böceklenmesin diye gazyağı sürülüp karartılmış nemli tahta döşemelerinde tak tak gidip geliyor, kimi zaman damla damla yavaşlıyor, kimi zaman atağa kalkıp hızlanıyordu… Sıra aralarına girildiğinde bu seslere soru soran fısıltılar da karışıyordu. Kürsüye yaklaşıldığında ise dizeler –sanki– savaş düzenine girip gürültüyle hırçınlaşıyordu. Rauf Hoca’nın okuduğu şiir için uygun bulduğu söylence yankılı sese ve okunan dizelerin birbirine çağlayarak akan, sora da köpük köpük kanatlanan ahengine fena halde kendimi kaptırmıştım; eşlik ritmi tutmamak için zorlanıyor, kendimi engellemeye çalışıyordum. Neyse ki az sonra zil çalacak, Atatürk Erkek Lisesi’nin 3. sınıfında bir edebiyat dersi daha bitecek… ve ben, o günden sonra dinlediğim şiiri-şairi; aliterasyonu, asonansı daha çok merak edecektim. Şairin adı Mustafa Seyit Sutüven’di Rauf Hoca’nın okuduğu uzun şiirin adı şairin soyadıyla aynıydı: Benim “Sutüven başlıklı şiirle tanışığım mekân Beyoğlu Atatürk Erkek Lisesi, zaman ise 1969’un kasım ya da aralık aylarından biriydi. Böyle olmalı, çünkü Sutüven şairi o yılın ekim ayında ölmüş, hoca bunu ve az önce adlarını yazıverdiğim ses oyunlarını duyurduktan sonra şiiri okumuştur. Anlaşılmıştır, o ders gününü ve saatini hiç unutmadım, Rauf Mutluay’ı bütün öğrettikleri için her zaman minnetle andım: Hocanın 1974 yılında Sander Yayınları tarafından yayımlanan, 30 yıl sonra 2004 yılında Dünya Aktüel tarafından tekrar basılan Pas Demiri Yiyor denemeler toplamı için keşke bir otuz yıl daha beklenmese diyor, Sutüven’e dönüyorum: Bir iki yıl sonra, evdeki kitaplığı karıştırırken Sabahattin Ali’nin Yeni Dünya adlı öykü toplamına rastlamış, kitabın son öyküsü Hasan Boğuldu’daki Sutüven Şelalesi ile ilgili şu satırları o ders gününü hatırlayarak yüksek sesle okumuştum:

İki iki buçuk metre çapında bir borudan fırlıyormuş gibi bol ve coşkun akan sular, bembeyaz bir kayaya varınca birdenbire boşlukla karşılaşıyorlar, bir an, bir küçük an sanki duralıyorlar, sonra, geldiklerinden daha müthiş bir hızla derin bir çukura, sade köpük halinde dökülüyorlardı. Orada bir müddet kaynaşıyorlar ve çalkalana çalkalana sağa kıvrılıp, beyaz taşlar üzerinde sekerek, yollarına devam ediyorlardı. Kenara kadar sokulup aşağıya bakınca insanın yüzünü serin bir buğu sarıyor, ardı arası kesilmeyen bir gök gürültüsü iki yanda yükselen kayalık dağlarda uğultulu akisler bırakıyordu. Bu çağlayandan bahseden bir şiirin ilk satırları hep dudaklarımda idi:

Bir kayadan duman duman
On iki metre atlayan,
Dağ kokusu ile yüklü su.

Boşluğa fırlayınca saç,
Düştüğü yerde üç kulaç
Mavi su, ak köpüklü su."

Mustafa Seyit Sutüven yaşarken şiir kitabı yayımlamayan şairlerdendi. 1934 yılında yayınlanan Sutüven şiiriyle, Balıkesir’den, Edremit’ten, Kazdağları’ndan, Hasan Boğuldu efsanesinden bütün Türkiye’ye adını duyurmuştu. Serveti Fünun-Uyanış’tan, Varlık’a, Celal Sılay’ın Yeni İnsan’ından, Yeditepe’ye, Türk Dili’ne yıllarca edebiyat dergilerinde şiir yayınlanmasına karşın, her zaman yirmi iki üçlükten (66 dizeden) oluşan bu yoğun ses oyunlu-aliterasyonlu çalışmasıyla hatırlanmıştı. Behçet Necatigil 1976 yılında M. S. Sutüven’in şiirlerini Bütün Şiirleri[1]  başlığı altında topladığında ise bu tekli hatırlanma kimi tartışmalara yol açmış, diğer şiirlerin zayıflığından dolayı Cemal Süreya Sutüven’i tek şiirlik şair diye nitelemişti. Cemal Süreya’nın, o şiirin şairin bütün şiirlerini gölgelediği, ilk atağın bir türlü aşılamadığı saptaması doğru ise de, bence Nurullah Ata’nın (Ataç’ın) 1934 yılında Milliyet gazetesinde yaptığı kritikte söyledikleri de dikkate alınmalı:

“Balıkesir’de çıkan Savaş’ın 25.1.1934 tarihli nüshasına göz gezdirirken birdenbire senelerden beri aradığım beklediğim bir şeyle karşılaşmış gibi bir his duydum. Sutüven güzel mısralarla başlıyor, belki lalettayin güzellikte mısralar. Yedinci öyle değil:

Şiirin elindesin bugün

Burada insanı sarsan, gözlerini açtıran bir haşmet var: Şair bize ode’un, yani lirik şiirin en yüksek nevinin kapılarını açıveriyor.”

Evet, kimi zaman tek bir şiir, hatta tek bir dize bile yeniden hatırlanmanın kapılarını zorlayabilir.

II

Son öykü

Yaşasın Edebiyat seçkisi, ilk iki sayısını Cengiz Öndersever’le yapılandırdığımız, daha sonra Metin Celal ve Ahmet Önel’in katkılarıyla artı iki sayı daha çıkabilen, kısa ömürlü ama çok güzel bir gençlik heyecanıydı. İkinci sayı Kış Kitabı anonsuyla, 1988 yılının ilk ayında yayımlamıştı. Dergi Hulki Aktunç’un yer yer Fethi Naci’yi de kritik ettiği “Sanat ve Geriler” yazısıyla açılıyor; Mazhar Candan’ın öykümsü denemesi, Şükrü Çorlu’nun Kafka incelemesi, Ahmet Önel’in ve Ömer Arakon’ un öyküleriyle sürüyordu. Sonraki sayfalar ise Hulki Aktunç’un “Sanat ve Geriler”de Fethi Naci’nin Yeni Düşün dergisinin Temmuz 1987 tarihli sayısında yer alan Eleştiri Günlüğü’nde “Bütün hanımlar hikâye yazmak zorunda mı?” sözlerine getirdiği eleştiriye katkı olsun diye düzenlenmiş gibiydi: Derginin hanımlara mahsus bu bölümünde Necla Işık öykü, inceleme ve çevirileriyle; Yıldız Ecevit, Max Frisch’e değinen yazısıyla; Sevda Kaynar, Gülderen Bilgili ise öyküleriyle yer almıştı. Yıldız Ecevit özellikle Oğuz Atay’la –ama Orhan Pamuk ve Herman Hesse ile de– yıllarca didiştikten sonra, ilk ve son romanı Kozmik Komedya yayımlanır yayımlanmaz, geçen yıl aramızdan ayrıldı. Bu vesileyle Yaşasın Edebiyat’ın 2. sayısında yer alan ve artık aramızda olmayan Hulki Aktunç’a, Mazhar Candan’a, Şükrü Çorlu’ya, Ömer Arakon’a da upuzun ikinci yaşamlar diliyor, yaşayanlara dönüyorum: Edebiyat ortamı Necla Işık’ı hiç kuşkusuz görkemli Seksek çevirisi sayesinde her zaman hatırlayacaktır. Sevda Kaynar nicedir dergilerde görünmüyor, 1980’den itibaren giriştiği öykü serüvenini 2019 yılında yayımladığı İki İstasyon adlı kitabıyla sürdürüyor.

Yaşasın Edebiyat’ın 2. sayısının bir diğer kadın öykücüsü ise 1988 yılı Sait Faik Armağanı’nı Bir Gece Yolculuğu[2]  adlı öykü toplamıyla Mahir Öztaş’la paylaşan Gülderen Bilgili idi: Yazarla Dağlara Doğru adlı öyküsünü almak üzere, o zamanlar Cafe Bulvar denen mekânda buluşmuştuk. Bilgili, Yaşasın Edebiyat’ın ilk sayısını biliyor ve bizleri soyut-avangart buluyordu; o zamanki nitelemeyle sanırım marjinal olduğumuz kanısındaydı. Şu an otuz beş yıl önceki bu buluşmada neler konuşulduğunu tam olarak hatırlamam olası değil ama bilimkurgu ve mizah öyküsü de yayınlayacağımızı söylemiş, bütün eğilimlere açık olduğumuzu belirtmiş ve büyük olasılıkla özellikle “Hacı Manav Sokağı” adlı öyküsünden söz etmiştim. Zira o öyküde mekân benim o sıralar adım adım yaşadığım ve yazdığım her şeye sızan Küçük Pariz kantosuyla Samatya, güdük kulenin gölgelediği Yedikule Meydanı ve Merhaba Otobüs Durağı’ydı. Yalnız bu da değil: Bir Gece Yolculuğu’ndaki öyküler çok iyiydi; “İcra Kararı”nı ve “Uzaklıklar”ı iki kez okumuştum. Dolayısıyla “Dağlara Doğru”ya bir an önce göz atmak istiyordum. Bu isteğim gerçekleşti. Ancak Gülderen Bilgili’nin yazmayı sürdürmek konusunda pek istekli olmadığını sezmiştim. Sanırım edebiyat ortamından çekiniyordu. Alıştığı, belki de eğitimi dolayısıyla edindiği meslek –Elektronik Haberleşme Mühendisliği– onu seçim yapmakta zorluyordu. Bundan dolayı saklı durmayı yeğlemiş olabilir mi, doğrusu bilmiyorum; ama “Dağlara Doğru”nun yayınlanan son öyküsü olduğunu biliyorum. Çok iyi bildiğim bir başka gerçek ise şu: Günümüzde Gülderen Bilgili’nin öykülerine ulaşmak, Bir Gece Yolculuğu’nu okumak isteyenler olduğu. Belki yeni öyküler de vardır…

III

“Can İren’i kim intihar etti?”

Almanya’nın Iserlohn kentinde doktora yapan Yüksek Maden Mühendisi, aynı zamanda ressam ve şair olan Can İren’in Türkiye döndükten bir süre sonra, –1967 yılının 29 Eylül gecesi– Teşvikiye Poyracık Sokak’taki evinde potasyum siyanür içerek intihar etmesi tabii ki annesi için yeni bir yıkım oldu, çünkü birkaç dil bilen, Vefa Lisesi’nin İngilizce öğretmeni olan Lâmia Hanım, 1961 yılında ders sırasında bir öğrencisinin saldırısına uğramış, boğazı kemerle sıkılarak öldürülmek istenmiştir. Okula gelen polislerin ise öğrenciyi değil, öğretmeni komünizm propagandası yapıyor gerekçesiyle tutuklamaları her ne kadar tuhaf bulunsa da, Lâmia Hanım’ın iki buçuk yıl hapis yatması ve meslekten men edilmesi engellenememiştir. Bu olay o sıralar İstanbul Teknik Üniversitesi öğrencisi olan, ilk şiirlerini 17 yaşında Varlık dergisinde yayınlayan Can İren’i tabii ki etkilemiştir. Dolayısıyla bu gelişmeye mim koyup şöyle sürdürüyorum: İntihar eden şairin cenazesi, polis incelemesinin ardından 1 Ekim 1967 günü Şişli Camii’nden kaldırılıp Feriköy’deki aile kabristanına defnedilir. Beş ay sonra, 1968’in mart ayında Can İren’in şiirleri Rasih Güran’ın tepkisel bir yazısıyla Yeni Dergi’de yeniden yayınlanır, 1969’da ise Soyut dergisi üç şiirini daha okura ulaştırır. Gençlik zihnime sızan o şiirler ve yıllar sonra öğrendiklerim bana 2014 yılında “Can İren’i Kim İntihar Etti başlıklı oldukça uzun bir yazı yazdırmış, derlediğim bilgileri Varlık dergisinde paylaşmıştım. Bu bilgiler arasında Tezer Özlü’nün “Gabbuzi”adlı öyküsünü Can İren’e ithaf ettiği, şairin Oğuz Atay’ın arkadaşı olduğu da vardı. Bir de fotoğraf görmüştüm: Can İren biri Arkadaş Z. Özger olduğu söylenen, diğeri Hüseyin Cevahir olan beş kişiyle birlikte gülümsüyordu. Öte yandan Can İren’in öncelikle Demir Özlü’nün Bir Uzun Sonbahar romanındaki Şair Tan olduğundan eminim. Bu savımı romandaki şu satırlar kanıtlayacaktır:

Tan’ın annesi lise öğretmeniydi, okumuş bir kadındı. ‘60 Devrimi’nden sonra, derslerinde ilerici düşünceleri savunduğu için (…) sınıfta bir erkek öğrenciyi görevlendirmiş, öğrenci ders sırasında öğretmenine saldırmış, olay günlük gazetelere yansımış, kadın tutuklanmıştı.”

Demir Özlü, intihar konusunda ise romanında annenin oğluna aşırı düşkünlüğünü, babanın Birleşmiş Milletler Temsilcisi olarak Fas’a gidip Kuzey Afrikalı yeni bir eşle dönmesinin yarattığı üzüntüyü aileyle ilgili bilgiler olarak vurgulayıp şunları da söylemiş:

Bizim kuşağın bir üyesidir Tan. Kuşağın genel olarak taşıdığı duyguları en ucuna kadar götürmüş biri. Bizim bir eğilimimizin örneği, unutamayacağımız bir dönemeç noktası.”

Rasih Güran ise intihar olayını Yeni Dergi’de başka türlü yorumlayacak, dönemin edebiyat eğilimlerinden birini suçlayacaktır:

“Can artık bunalmıyor. Yaşamın anlamsızlığını, saçmalığını durmadan yayan ve yazan, öte yandan salonlarda ve içki sofralarında bunalım felsefeleriyle çevrelerini kırıp geçiren aydınlar geliyor aklıma. Can’ın ölümünden beri onları daha başka türlü görüyorum: daha komik, daha bayağı, daha zavallı, birer suçlu da diyebilirim onlara. Sartre’ına, Camus’süne de kızıyorum artık.”

Şairi yaşamdan kopartan nedenler konusunda, son kez bir noktaya değinmeden önce bir dileğimi paylaşmak istiyorum: Keşke Can İren ve şiirleri küçücük de olsa bir kitapta toplanabilse… Son notum da şu: Lâmia İren intiharın ardından oğlu adına ödüllü bir resim yarışması düzenlemiş, bu etkinliği 1977 yılında vefat edene kadar sürdürmüştür. Ödüllendirilen ressamlar arasında Zekai Ormancı, Aydın Bilgin, Kemal İskender, Ergin İnan da vardır. Bu konuda Milliyet gazetesinde yayınlanan 14 Haziran 1972 tarihli şu haber ise canımı yakmayı sürdürmektedir:

Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ne giremediği için 1967’de hayatına kıyan Can İren’in sanata olan tutkusunu anmak amacıyla Lâmia İren tarafından konulan ödüllü yarışmaya bu yıl da devam edilmiştir.”

 

NOTLAR: 


[1] Mustafa Seyit Sütuven, Bütün  Bütün Şiirleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1976.

[2] Gülderen Bilgili, Bir Gece Yolculuğu, Can Yayınları, 1987.

 

GİRİŞ RESMİ:

Mustafa Seyit Sütuven (solda), sağda Can İren (gözlüklü) arkadaşlarıyla birlikte.