“Göçü kontrol etmenin merkezine artık biyokimlik teknolojileri, dijital sınırlar ve teknolojik gözetim yerleşmiş durumda. Dolayısıyla kimin sınırları geçmeyi hak ettiğine karar verecek mekanizmaların içinde dijital araçların, otomasyonun ve yapay zekânın dahil edilmesi göç ve sığınmayı güvenlikleştirme siyasetinin içine hapsediyor.”
28 Ocak 2021 11:45
Çok sayıda mültecinin Türkiye’den Avrupa’ya doğru hareket ederken Ege Denizi ve Akdeniz’den ölümcül geçişleri 2015 yılının yaz aylarında tüm dünyada gündeme oturdu. Mültecilerin geçişi sırasında dijital teknolojilerin kullanımına dair iki taraflı bir tartışma başladı. Tartışmanın bir tarafında sınırların kapatılması, duvarların yükseltilmesi ve tüm bunların dijital kontrolü, diğer tarafında ise hareket halindeki mültecilere yollarını bulma, bağlantı kurma ve hayatta kalma olanağı veren, ağ toplumunun da belkemiğini oluşturan yeni iletişim biçimleri ya da araçları vardı.
Manuel Castells (2005) ya da Jan van Dijk’ın (2016) çerçevelediği biçimiyle ağ toplumu, ulusal sınırları aşan toplumsal, ekonomik ve kültürel akışları mümkün kılan, yalnızca insanların ve metaın değil, aynı zamanda, belki de daha çok enformasyonun dolaşıma girdiği dijital bir alana tekabül ediyor. Dijital alan ise akıllı telefonlardan insansız hava araçlarına, yurttaş gazeteciliğinden sosyal medyaya, ‘selfie’lerden Netflix’e, biyokimlik verilerinden derin internete, pek çok farklı biçim ve örüntüye uzanan, çok geniş bir gündelik pratik ve araç repertuarı ile birbiriyle bağlantı halindeki insanları ve enformasyon teknolojilerini içeriyor. Dijital araçların kullanımı mülteci ve göçmenleri yolculukları sırasında destekleyip gittikleri ülkelerde yaşamsal becerilerle donanmalarını mümkün kılarak güçlendiriyor.
Suriye’de devrim hareketinin başlaması, rejimin devrimcileri büyük şiddetle bastırması sonucu savaşa dönüşen süreç içerisinde yerinden edilen milyonlarca insanın hareketliliği, “bağlantılı mülteciler” (Ponzanesi and Leurs, 2014) kavramsallaştırmasını da beraberinde getirdi.
Mültecilerin ve göçmenlerin acil gereksinimlerine ve sorunlarına cevap veren esnek bir alan olarak dijital araçlar, aynı zamanda onlara mevcut sosyal sermayenin kullanılmasına olanak tanıyan, güvenilir bilgiye erişmek için gerekli kaynakları sağlayan, ulus-ötesi bir alana dönüştü. Ama aynı zamanda denetim ve gözetim mekanizmalarını da artırarak ulus-devletlerin egemenlik alanlarını pekiştirdikleri, güvenlik politikaları ve ekonomik gereksinimleri etrafında şekillendirdikleri, sınır politikalarını da mülteci ve göçmenleri kontrol amacıyla kullandıkları bir alandan bahsediyoruz. Bu yazıda da göçmenin failliğini sosyal ve mekânsal olarak konumlandırılmış özneler olarak tanıyarak ve dijital teknolojiye bir güçlendirme kaynağı olarak odaklanarak, yukarıda sözünü ettiğim ‘güçlendirme-kontrol’ paradoksu (Nedelcu ve Soysüren, 2020) çerçevesinde irdelemeye çalışacağım.
Dijital Alan, Hareketlilik ve Sınıra Dair
Dijital iletişim uygulamaları mültecilerin, sığınmacıların ve transit göçmenlerin hayatlarının ayrılmaz bir parçasıdır ve özellikle hareket halindeyken bilgi güvencesizliğinin (Wall vd., 2017) neden olduğu dezavantajların üstesinden gelmek için fırsatlar sunar. Sonsuz bilgi yığınlarının içerisinde bulundukları ya da varacakları yer hakkında bilgi edinmek, hangi haklara erişebildiklerini öğrenmek, hatta en temeli hayatta kalabilmek ve güvenilir bilgiye erişmek için kullanılan uygulamalar, hemen her uğrak noktasında bulunan internet ve şarj istasyonları, parçalı yolculukların vazgeçilmezlerinden. Herhangi bir hastanede kendi dilini bilmeyen bir hekime sağlık sorununu anlatabilmek için kullanılan çeviri uygulamasından, denizden tehlikeli bir yolculukla geçiş için Basmane’de aracı/kaçakçı bulmaya kadar uzanan geniş bir yelpazeden bahsediyoruz. Ya da Ayvalık sahilinden Midilli’ye geçmeyi başardıktan sonra geride kalanlara vardığını belgeleyip gönderdiğiselfie’den, Hatay’da yaşayan ve savaş sırasında uzuvlarını kaybetmiş çocuklar için protez üretebilen 3D yazıcı geliştirmeye uzanan bir güçlendirme ağı sözünü ettiğimiz.
Dijital akış alanında göçmenler yalnızca birbirine bağlı olmakla kalmazlar. Dijital bağlantılar göçmenlerin ulus-ötesi bağlarını güçlendirirken, onların sosyal ve kültürel sermaye biriktirmelerine de yardımcı olur. Gitmeyi planladıkları ülkenin dilini öğrenmek ya da oraya vardıklarında bilgi ve becerilerini geliştirebilecekleri eğitim olanaklarını takip edebilmek, söz konusu sermaye birikimine dair medya pratiklerinden yalnızca birkaçı. Dolayısıyla dijital alan, mültecilere ve sığınmacılara yerel bağlamda olduğu kadar uluslararası düzeyde de etkileşimde bulunma fırsatları sağlar.
Göçmenlerin özellikle sınır rejimlerine direnmek için bilgi teknolojilerini kullanımı ve bunun üzerinden de siyasallaşması üzerine gelişen bir yazın var. Örneğin Natasha King, No Borders: The Politics of Immigration Control and Resistance isimli kitabında, mültecilerin kendileriyle internet üzerinden dayanışan gruplarla Fransa’nın Calais şehrinde deneyimledikleri kötü koşulları, hak ihlallerini belgelemek ve sınır güvenliğini atlatmak için bilgi teknolojilerini ve yeni medyayı kullandıklarını aktarmaktadır. Dijital medya teknolojilerinin böylesi politik kullanımının başka tezahürlerinden de söz etmek gerekir. Dijital akış alanı yalnızca bilgi akışlarını değil, aynı zamanda bilginin yayılmasını çevreleyen toplumsal deneyimi de içerir ve mültecilerin seslerini yükseltmek için sığınak görevi görür; yani siyasal mobilizasyonu, katılımı ve örgütlenmeyi mümkün kılar.
Sosyal medya aracılığıyla sığınmanın siyasallaşmasını örneklemesi açısından bir vaka oldukça ilginç. Eylül 2015’te kara sınırından Yunanistan’a geçmek isteyen binlerce Suriyeli mülteci İstanbul’daki Esenler otogarında güvenlik güçleri tarafından durduruldu ve orada yaklaşık bir hafta kaldılar. Otogarda geçen bir haftanın ardından çoğunluk Yunanistan sınırına, Edirne’ye yürümeye başladı. Otobanda acil durum şeridinde yürüyenler İstanbul’dan yaklaşık 50 kilometre uzaklaştıktan sonra yine polis tarafından durduruldu. Bu arada Edirne’ye ulaşmayı başaran çoğu Suriyeli mülteci günlerce yol kenarında bekletildi. Yürüyüşün tamamı “Crossing No More” başlıklı bir Facebook sayfası üzerinden yürütülen bir kampanya ile başladı. Yürüyüş sırasında eyleme dönüşen ve mobilizasyon için faydalı bir araç oluşturan #Crossingnomore ve #marchofhope etiketleriyle sosyal medya kampanyası devam etti.
Öte yandan, bu araçların kullanımı ve açık bir dijital akış alanı da Avrupa’da bir korku ortamını besledi. Gillespie ve meslektaşlarına (2016) göre, “mültecileri harekete geçirme gücü nedeniyle Avrupa vatandaşları için potansiyel bir tehdit” olarak görülen, dijital medya ve sosyal ağ sitelerinin mülteciler tarafından kullanılması ahlaki paniğe yol açmış gibi görünüyordu. Ancak bu tür mobilizasyonların sürdürülebilir ve örgütlü siyasal eyleme dönüşmesi nadir olarak gerçekleşiyor. Dijital alanın yapısal kısıtlılıkları ve içerdiği sınırlılıklar mültecileri her zaman siyasal olarak güçlendirmese de, istikrarsızlık deneyimlerinden anlam yaratmalarına yardımcı olmaya devam ediyor. Tabii bu bağlı olma halinin her zaman olumlu bir olgu olarak değerlendirilemeyebileceğini, örneğin sosyal medya kullanımının düzensiz göçmenleri görünür hale getirdiğini ve kimi zaman ticaretin, kimi zamansa devlet aygıtı karşısında bir gözetim mekanizmasının parçasına dönüştürdüğünü de hatırlamakta fayda var.
Teknolojilerin sağlayabileceği, burada sıraladığımız olasılıkları ortaya koyarak dijital akış alanının, hareket halindeki göçmenlerin acil ihtiyaçlarına ve köklü sorunlarına yanıt veren, esnek bir alan olarak hizmet ettiğini söylemek mümkün. Ancak bu alan içinde araçları kullananlar yalnızca göçmenler ve mülteciler değil. Didem Danış ve İbrahim Soysüren’in Sınır ve Sınırdışı: Türkiye’de Yabancılar, Göç ve Devlete Disiplinlerarası Bakışlar başlıklı çalışması devletlerin kimi içeride, kimi ise dışarıda tutacağı konusuna farklı disiplinlerden bakan, önemli bir derleme. Bu çalışma içerisinde yer alan bölümler oldukça geniş bir yelpazede Türkiye’nin tüm sınırlarındaki toplumsal, ekonomik ve kültürel dinamikleri aktarmakta. Ayrıca kimin makbul yabancı olarak kabul edilebileceğine dair önermeler sunmakta ve sınır dışı etme faaliyetlerindeki siyasal-yasal alan ile güvenlik uygulamalarını farklı örnek olaylar çerçevesinde tartışmakta. Derlemedeki bölümler küreselleşme ile dünya ölçeğinde dolaşımın arttığı ancak ulus-devletlerin de egemenlik ve güvenlik politikaları çerçevesinde göç süreçlerini kontrol etmeye devam ettikleri önermesi etrafında birleşiyorlar. Türkiye tıpkı diğer ulus-devletler gibi, özellikle son beş yıldır bu politikalar çerçevesinde dijital araçları kullanarak sınırları kontrol etmeye ve yükseltmeye, böylece hem bölgesel hem de sembolik bölünmelerin yaratılmasına katkıda bulunarak mültecileri ve diğer göçmenleri daha savunmasız bırakmaya devam ediyor.
Göçü kontrol etmenin merkezine artık biyokimlik teknolojileri, dijital sınırlar ve teknolojik gözetim yerleşmiş durumda. Dolayısıyla kimin sınırları geçmeyi hak ettiğine karar verecek mekanizmaların içinde dijital araçların, otomasyonun ve yapay zekânın dahil edilmesi göç ve sığınmayı güvenlikleştirme siyasetinin içine hapsediyor. Sınırlara benzer şekilde mülteci kampları ya da geri gönderme merkezleri gibi tesisler kuruluyor. Böylece toplumsal dışlama, sürekli gözetim, göçmeni yasadışılaştırma ve sınır dışı etme pratikleri ile güvenlikleştirme siyaseti meşrulaştırılırken, drone’lar, gece görüşü sağlayan gözetleme araçları gibi teknolojiler kullanılıyor.
“Çoğunlukla bu tesislerin, devlet için tehlikeli addedilen, teröristleri, mültecileri veya günümüzün kapitalist ekonomisinde yoksulları da içermesi muhtemel topluluklar için önyargılı ölüm tahsisi ve dağılımını göze alan, açıkça ırkçı, yeni sömürgeci ve nekropolitik amaçları vardır. Bu nedenle biyopolitika ve nekropolitika basit yaşam koşullarını veya en azından sefilliği ve insan güvensizliğini yaratmak amacıyla neo-liberal kapitalizmin emrinde çalışmak üzere yıkıcı şekillerde kaynaşıyorlar.” (Monahan, 2018, s. 48)
Yine de şimdilik ulus-devletlerin ya da Avrupa Birliği’nin acımasız sınır rejimlerini aşabilen ve ona direnen karşıt bir göçmen öznesinden söz etmek gerekir. Göçmenler bir taraftan nereye ve nasıl gideceklerini, vardıkları yerlerde yaşamla nasıl baş edeceklerini ve toplumsal yaşama nasıl katılacaklarını dijital araçların büyük katkısıyla belirlerken, diğer taraftan da dolaşımı sınırlandıran, hakları ihlal eden her tür pratiğe yine bu araçları kullanarak direnmeye devam ediyorlar. 27 Şubat 2020’de Türkiye’nin mültecilerin Avrupa’ya geçişini engellememe kararı aldığını duyurması üzerine, Türkiye-Yunanistan sınırında bir ay sürecek, benzeri az görülür bir hareketlilik yaşandı. Türk ve Yunan yetkililer Twitter üzerinden birbirlerine meydan okurken, sınırda gerçekleşen ihlaller ve “geri püskürtme” eylemleri mülteciler tarafından kaydedilerek yine sosyal medya aracılığıyla karşı-gözetim mekanizması oluşturuldu. Ya da pek çok uluslararası sivil toplum örgütünün aktardığı üzere, Midilli’deki Moria kampında deneyimlenen insanlık dışı yaşam koşullarına ilişkin belgelerin ve videoların yine ancak sosyal medyada yaygınlaşabildiğine tanıklık ediyoruz.
Eylül 2020’de Avrupa Komisyonu tarafından açıklanan yeni “Avrupa Birliği Göç ve İltica Paktı” teklifi tüm üye ülkelerin onaylaması durumunda muhtemelen Haziran 2021 sonuna kadar yasal bir zemine oturacaktır. Yeni pakt sınır politikalarının Avrupalılaştırılmasından çok yeniden-ulusallaştırılmasına dayanıyor. Dolayısıyla eğer pakt oybirliğiyle kabul edilirse göçmenlerin Avrupa Birliği sınırları içine girmesi zorlaşacak, yani “Kale Avrupa” daha da güçlenecek. Türkiye’nin eşik pozisyonunu pekiştirerek hem ülke içinde hem de sınırlarda yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda dijital denetim mekanizmalarının artacağı uygulamaları ve yasal düzenlemeleri beraberinde getireceğini öngörebiliriz.
Peki, böylesi bir yapıya direnmek mümkün mü? Aslında son on yılda iklim sorunları ve deprem gibi afetler yaşandığında insani yardım pratiklerinde teknolojinin örgütlü kullanımına dair pek çok örneğe tanıklık ettik. Yine 2015 yazı boyunca adalarda çalışan gönüllülerin ve sivil toplum örgütü temsilcilerinin Ege Denizi’ni botlarla aşarak Avrupa’ya geçmeye çalışan mültecilerin takibi ve acil gereksinimleri karşılamak üzere yaygın olarak Twitter etiketleri ile haberleşmesi aylarca süren ve tabandan yayılan bir dijital iletişim pratiği oldu. Sara Marino’nun (2020) “dijital dayanışma” olarak adlandırdığı, teknoloji tabanlı işbirliğine dayalı bu ağlar, büyük toplumsal sorunları ve zorlukları aşmada kitlesel bir kaynak olarak teknolojinin gücüne duyulan liberal inancın bir yansıması. Dijital araçların böylesi geniş tabanlı bir dayanışma ağını mobilize edip edemeyeceği konusunda hâlâ şüpheci olsam da, göçmenlerin ve mültecilerin medya ya da devlet aygıtı gibi kurumsallaşmış yapılar içerisinde inşa edilmiş temsil alanı dışında kendilerini ifade edebilecekleri bir akış alanı oluşturduğunu kabul etmemiz gerektiği kanısındayım. Yalnızca bu gerekçe için dahi olsa göçmenler, denetim mekanizmalarına karşı bir güçlendirme aygıtı olarak dijital araçları daha da genişleyen bir işlevsel alanda kullanmaya devam edecektir. Tüm karanlık yüzüne rağmen, demokrasinin kritik eşiğe geldiği bir dönemde ise Daron Acemoğlu ve James Robinson’un (2020) ifadesiyle sivil toplumun geliştiği “dar koridor”da eşitsizlikler ve ihlaller karşısında teknolojinin regüle edilmesi ihtimalinin yurttaşlar kadar göçmen ve mültecilerin de özgürleşmesine katkı sağlamasını umuyorum.
•
KAYNAKÇA