Günay Çetao Kızılırmak’ın öykülerinde tahterevallinin salıntısı

"Genellikle edebi metinlerde, özellikle de öykülerde gerçekle gerçekdışının birbirine yaklaşması, iç içe geçmesi tekinsiz bir durum olarak çıkar karşımıza. Kızılırmak’ın metinlerinde öyle değil, daha yumuşak bir geçiş söz konusu sanki, geçilen yer de o kertede ürkütücü değil. Bunun nedeni anlatıcıların daha önce daha sert geçişler yapmış olmaları."

08 Eylül 2022 22:00

Günay Çetao Kızılırmak’ın öykülerinin[1] belli başlı birkaç hat üzerinden ilerlediğini ileri sürmek mümkün. İlki, gündelik hayatlarımızdan aşk acısı, işsizlik, parasızlık gibi dertlerle varoluşsal meseleler arasındaki karmaşık ağ üzerinde bir devinim olarak adlandırılabilir – “devinim” çünkü tam bir “ilerleme”den, ileri doğru hamlelerden söz etmek mümkün değil, öykü kişileri/anlatıcıları daha çok bu ağın ilmekleriyle oynuyor, didikliyorlar; bazısını söküyor, belki de yenilerini örüyorlar. Bir başka hat, gerçeklik düzleminden azıcık dışarı çıkıp oradan bakışıyorlar, bazen de söyleşiyorlar – hem de adlı adınca kimi zaman. Burada bir içe bakıştan söz edilebilir mi? Bir bakış var, orası kesin, ama görmeye çalıştıkları daha çok kendilerini bir başka yere yerleştirip (“iç”i “dışarı”larda, çok dışarıda bir yerlere yerleştirip) orada gözlemek, bu yanıyla özel bir iç-gözlem demek daha doğru, kurgusal bir gözlem ya da; beri yandan öyküler asla bu gözlemlerin sonuç raporu değiller – gözlenenlerin ışığında içeride neler olup bittiğini (şimdiki zamanda ve geçmişte) anlamak okura kalıyor. Üçüncü bir hatta da gündelik hayatta küçük, belli belirsiz yer değiştirmelerle farkına varılabilecek, ilk anda belki de sezilmeyecek tuhaflıklar var – o kadar küçük ve belli belirsizler ki, olup olmadıklarından, yaşanıp yaşanmadıklarından o kadar emin olamıyoruz.

Bu üç hattın birbirlerine değdiğini, dolandığını, dolaştığını da mutlaka belirtmek lazım. Bu hatlardaki ilerlemenin ya da devinimin dil ve kurgu vasıtasıyla gerçekleştiğini söylemem gerekmiyor, ama bunun nasıl cereyan ettiği üzerine bir şeyler söylemek mümkün.

Çoğu öyküde yalnız yaşayan bir insanın iç sesine kulak dayamamıza imkân tanınıyor; kendileriyle konuşuyorlar ya da bize bir şeyler anlatıyorlar, en çok da kendilerini… (İçlerinden biri de kendisine değil, kedisine anlatıyor.) Tanımadığımız, bilmediğimiz birini öykü ilerledikçe tanımaya başlıyoruz – tanıdıkça çoktandır, çok içerilerden bir yerlerden biliyormuşuz gibi geliyor! Şunu da eklemeliyim. Kitaptaki öykülerin birörnek yapıda olduğu zannedilmesin. Birinci tekil anlatıcının yanı sıra dışarıdan bir anlatıcının öykü kişisine bizi pek yaklaştırmadan anlattığı bir öykü de var – “Çok yaşlı kadın”; dış anlatıcının öykü kişisinin dibine kadar sokulmamıza, iç sesini işitmemize müsaade ettiği öyküler de – “Ölenin ardından” ve “Köstebek yolları”; bir öyküyse dışarıdan ve içeriden iki sesli olarak ilerliyor – “Munise”.

Kızılırmak’ın bir öyküsüyse bir evin ağzından anlatılıyor. “Ev” başlıklı bu öyküdeki şu cümlenin yalın bir gerçeği ifade etmekle beraber artalanında başka önemli meselelere de dokunduğu kanısındayım.

“Her eşya için başka bir eşya icat ediyorlar. Her icat için başka başka kelime. Her kelime için birden çok anlam.” (s. 19)

Söylenen çok doğal, pek bildik, bize olağan gelecek bir şey, ama bir evin ağzından çıktığından mıdır, bir öyküde karşılaştığımız için midir, emin değilim, daha vurucu tınılıyor. Bize bir şeyler anlatmaya çalışan öykü anlatıcısı –bir ev de olsa– elindeki malzemenin, dilin yetersizliğini ifade ediyor, hatta imkânsızlığını. Bir şey anlatmak, bize önceden bilmediğimiz bir konuda –burada bir evin içindeki insanlar, hayatlar– bir şeyler aktarmak, onları tanıtmak. Bilmediğimiz bir dünyayla tanışacağız, bizim için başta karanlık olan dünya anlatılanlar ışığında aydınlanacak – şu ya da bu ölçüde. Peki ama kelimeler, onlara ne kadar güvenebiliriz bu uğurda?

Öyküdeki bu cümle Zygmunt Bauman’un Modernlik ve Müphemlik'inin[2] giriş cümlelerini hatırlattı. Bauman orada müphemliği “dilin icra ettiği adlandırma (sınıflandırma) fonksiyonunun iflası” olarak tanımlar.

“İşte bu durumda doğan endişeden ve bunu takip eden kararsızlıktan dolayı müphemliği bir düzensizlik olarak yaşarız; o zaman da ya kullandığımız dili yetersizlikle suçlarız, ya da kendimizi dili yanlış kullanmakla. Halbuki müphemlik, dilde ya da dilin kullanımında yatan bir patolojinin sonucu değildir; dilsel pratiğin sıradan bir unsurudur. Müphemlik, dilin ana fonksiyonlarından birinin sonucudur: Adlandırma ve sınıflandırma. […] Müphemlik, sınıflandırma işinin bir yan ürünüdür ve her seferinde daha fazla sınıflandırma çabası gerektirir.” (s. 9-11)

Günay Çetao Kızılırmak’ın öykü anlatıcısı, Bauman’ın “daha fazla” dediği şeyin, sınıflandırmaların, adlandırmaların sayıca artmasının ötesinde, anlamın saçaklanması olacağını da açıkça belirtiyor. Beri yandan, her zaman bu yolu izlemek zorunda değiliz, başka seçenekler de var: Adlandırma/sınıflandırma yerine edebi sanatlara başvurabiliriz, hikâye anlatmak mesela, hikâye anlatırken de benzetmelerden yararlanabiliriz. Bir şeyi başka bir şeye benzeterek ifade etmek birinciyi anlamak için ikinciden yardım almaktır. İkincinin daha açık seçik, birincinin müphem, kapalı ya da karanlık olduğu düşünülür, böylece daha açık seçik bir şeyle benzeştiği ileri sürülerek birincinin müphemliğinin azalması, daha anlaşılır bir şey haline gelmesi umulur.

Günay Çetao Kızılırmak’ın Köstebek Yolları’ndaki öykülerinde benzetmelerin çokluğu, sıklığı dikkat çekiyor ve önemli yer tutuyorlar; sözü buraya getirmem bu yüzden. Dümdüz benzetmeler değiller yalnız, benzetmenin adlandırmayı/sınıflandırmayı aşacak şekilde müphemliği seyrelttiğini, anlatılmak isteneni daha anlaşılır kıldığını belirtmiştim; Kızılırmak, metinlerindeki benzetmelerle bunun da ötesindeki başka halleri, işleyişleri işaret ediyor. Bunlardan birine biraz yakından bakmaya çalışacağım.

“Dupduru ışığı görürdüm – ateşin henüz tutuşmamış mat bir öncülüydü ve daha ziyade suyu andırıyordu.” (s. 11)

Burada başlangıçta “müphem” olduğunu ileri sürebileceğimiz şey ışığın nasıl bir ışık olduğu, bize bunun bilgisini aktarmak istiyor anlatıcı; ışığın dupduru olduğunu söylemek yetersiz kalınca, biraz daha anlaşılır kılmak için “ateşin henüz tutuşmamış mat bir öncülü”ne benzetiliyor ışık, ama bu da çok açık seçik değil, o zaman bunu da başka bir şeye benzetelim, diyor anlatıcı – suya! Işık, birbirinin zıddı iki şeye birden, ateşe ve suya benzemiş oluyor böylece. Bu şekilde söyleyince müphemliğin azalmayıp arttığı düşünülebilir, ama hayır, cümlenin bütünü okunduğunda sezdiğimiz bir şeyler var, ortamdaki ışık bizim için büsbütün müphem ve meçhul değil artık. Fakat bundan ibaret değil bu cümlenin bize ilettikleri.

Dikkat edilirse, ışığın benzetildiği şeylere atfedilen açık ve örtük vasıflar da çelişiyor – ateşin mat olduğu söyleniyor ve sudan söz ediliyor, demek ki berraklık söz konusu. Dolayısıyla giderek daha ilginç bir hal alıyor bu ışık, hem mat hem berrak; atlamayalım, başta da “dupduru” olduğu söylendi! Benzetilenlerin de hayli müphem oldukları düşünülebilir. Özellikle henüz tutuşmamış ateş nasıl bir şeydir, mat mıdır sahiden, suya mı benzer? Yine de bütün müphemliğine rağmen nasıl bir ışık olduğu belli belirsiz ortaya çıkıyor gibi, bunu sağlayan kuşkusuz benim bir cümlesini cımbızladığım paragrafın bütünü – özetlersem, ışık birtakım gösterişsiz bitkilerin üzerine vurmuştur, vakit rüyayla gerçeğin birbirinden ayrılmakta zorlanılan saatlerdir, o bitkiler kendilerine verilen “adlardan bihaber ve bigâne”dirler; anlatıcıysa “unutmak ve avunmak için bilgiler biriktirmeyi oyun bellemiş modern bir biçare[dir.]”

Beri yandan ışığın neye benzediğine ilişkin cümlenin de –barındırdığı müphemlik ve çelişkiye rağmen– öykünün atmosferine ve anlatıcının duygu durumuna (çünkü onun gözünden görüyor, onun dilinden okuyoruz) katkısı olduğu yadsınamaz, şeylerin henüz tam olarak oluşmadığı, nihai halin tam oturmadığı bir oluş halini işaret ediyor, ki bu durum hem öykü anlatıcısının çalışmak (aslında aşk acısından kaçmak) için gittiği uzak ülkedeki ruh halini hem de o ülkenin kimi hallerini andırmaktadır. Bir oturmamışlık, henüz olmamışlık söz konusudur, ileride olup olmayacağı da belli değildir – mat ya da berrak!

Benzetmelerin ifadeyi güçlendirmekte, anlatıma açık seçiklik kazandırmakta, anlamı netleştirmekte, sınıflandırmakta yardımcı olma ihtimali elbette var, ama bu konularda mutlak sonuçlar vermesini beklemeyiz, bekleyemeyiz. Ortada bir imkânsızlık olduğu aşikâr – müphemlik, sınıflandırma (adlandırma) işinin yan ürünü ne de olsa, anlıyoruz ki bazı benzetmelerin de! Bunun yanı sıra benzetmek istediğimiz şeyle anlatmak istediğimiz şey arasındaki ilişki daha girift de olabilir, özellikle edebiyat metinlerinde.

“Bir şeye benzetmek istiyorum şimdi; hatırlamak için, ama aslında gibi değil, kendiydi.” (s. 30)

Bu cümle de Günay Çetao Kızılırmak’ın “Neydi?” öyküsünden. “Bir şey bulmuştum” diye başlayan öykü boyunca anlatıcı, bulduğu şeyi hatırlamaya çalışır, ona benzetir buna benzetir, sınıflandırmaya, derecelendirmeye kalkışır, “gibi”ler, “sanki”ler, “öyle bir şeydi”ler uçuşur öyküde. Anlatıcı hatırlayabilmek için neler yaptığı hakkında da düşünmeye başladığında, “Bir şeye benzetmek istiyorum şimdi” der, ama şunun da farkına varır: “ama aslında gibi değil, kendiydi.” Bir şey hem bir başka şeye benziyordur hem de kendisidir. Bu, benzeterek onu bulmanın, hatırlamanın (ve anlamanın elbette) imkânsızlığının itirafıdır – oradaki “aslında” boşuna değil. Gelgelelim, bu cümlenin devamında da anlatıcı hatırlayamadığı şeyin nelere benzediğinden söz etmeyi sürdürür. En sona doğru yaptığı benzetmeyse şöyle:

“Elinden geleni yapıp doğru noktada pes etmeyi bilmenin ferahlığıyla çıkılan eller cepte bir son güz yürüyüşünü andırıyordu.” (s. 31)

Sondaki “andırmak” fiili benzetmenin sürdüğünü ifade etmekle beraber, cümle artık hatırlamak (ve/veya bu uğurda bir şeyi başka bir şeye benzetmek) için elden gelenin yapıldığını, doğru noktada da pes edildiğini ima ediyor. Bir başka saklanmış benzetme mevcut sanki burada, anlatıcı anlatmak istediğinin (bulmak, hatırlamak istediğinin) ne olduğunu, neye benzediğini bize iletmeyi bırakıp cümlenin kendisine dönüyor. Bulma/hatırlama çabasının da artık huzurlu “eller cepte [çıkılan] son güz yürüyüşüne” benzetilebileceğini sezdiriyor. Son paragrafı da alıyorum.

“O kadar iyiyse nasıl unuttum ben bunu? Öyle içe doğup gidiveren bir şeydi demek. Hiçbir yere gidemez, hiçbir şeyi değiştiremez, hiç kimseyi etkileyemezken kuytu ve değerli bir şey bulmuştum. Unuttum onu sonra.” (s. 31)

Unutmuş mudur sahiden? Anlatmak için gösterilen çaba, tam olarak hatırlamanın yerini tutmasa dahi, bir yanıyla ne olduğunu bilmediğimiz, anlatıcının da aklına gelir gelmez unuttuğu şeye benzetilemez mi? Hiç anlatılmasa daha müphem kalacaktı, anlatmakla müphemlikten az çok sıyrılmış durumda – büsbütün sıyrılması imkânsız değil miydi zaten! Mesele hatırlamakta (ya da adlandırmak yahut sınıflandırmakta) değil o zaman, elden gelenin yapılıp yapılmadığında, sonrasında eller cepte son güz yürüyüşüne çıkılıp çıkılamayacağında. Mesele de burada, öykü de… Akla gelmiş ve o an hoşa gitmiş bir şeyi anlatmak bir iletişimdir, ama edebiyat bunun fazlası, akla gelenin adının konmasının, ne olduğunun ifade edilmesinin ötesidir, fazlasıdır. Gene Bauman’ın bir cümlesini aktaracağım, bu kez Reid Raud’la söyleştikleri Benlik Pratikleri’nden.[3]

“Dilsel bir eylem, karşı tarafa azami miktarda bilgi aktarıldığında değil, katılımcıların deneyimleri bir anlığına da olsa birbirine en yakın noktaya geldiğinde başarılı sayılabilir.” (s. 47)

Öykü fazlasıysa, bu “birlikte deneyim”in de ötesinde bir şey olmalı onda. “Neydi?”nin anlatıcısı bize öykü boyunca “yaşamayı kolaylaştıracak, güzelleştirecek bir şey” bulmuşken unutuverdiğinden söz edip tarif etmeye çalışır, bir şeyleri, kimi hallere vs. benzetir, ne ki hatırlayamaz, ama bu sırada bütün bu anlattıkları –benzettikleri, verdiği örnekler, hatırlasa nelerin değişeceğine dair tasarımları, hatırlama ânının az öncesi ve az sonrası– bize anlatıcı hakkında da bir şeyler iletir, onu da tanırız. Bize öykünün başında şunu söylemiştir zaten:

“Bir şey bulmuştum. Yaşamayı kolaylaştıracak, güzelleştirecek bir şeydi. Unuttum sonra. Yine kendim oldum, kaçınılmaz ve imkânsız kendim.” (s. 27)

Girişteki bu tahterevalli, bir uçta yaşamayı kolaylaştıran o şeyin, öbür uçta anlatıcının kendisinin oturduğu tahterevalli “salıntı” halinde gibidir öykü boyunca; sallanma, gidip gelme “gibi” ile “kendi” arasında da mevcuttur aslında. Kâh biri kâh öbürü ağır çekiyordur, hatırlar gibi olduğunda ve hatırlayamadığında, bir şeye benzediğinde ve benzemediğinde, yahut o olmadığı anlaşıldığında. Yazının girişinde bir devinimden söz etmiştim, gündelik hayat meseleleriyle varoluşsal meseleler arasındaki ağın ilmeklerinden; bu ağdaki, ilmeklerdeki devinimin frekansıyla tahterevallinin salıntısının frekansı da uzak değil, birbirlerini andırıyorlar, birbirleri gibiler, ama aynı zamanda kendileri olmaktan çıkmış da değiller.

Günay Çetao Kızılırmak’ın öykülerindeki “gibi”lerin özel bir görünümü de, başta da kısaca değindiğim üzere, anlatıcının kendisini başka bir yerde tasavvur etmesi, orada, o halde gibi olması – bu bazen bilinçli bir edim, bazen bir düş ya da hayal; istemsizce mi geldiğini, kendisinin mi kurduğunu tam olarak kestiremediğimiz. Gerçekliğin yırtıldığı anlar bunlar. Burada önemle vurgulamak istediğim bir yan daha var. Genellikle edebi metinlerde, özellikle de öykülerde gerçekle gerçekdışının birbirine yaklaşması, iç içe geçmesi tekinsiz bir durum olarak çıkar karşımıza. Kızılırmak’ın metinlerinde öyle değil, daha yumuşak bir geçiş söz konusu sanki, geçilen yer de o kertede ürkütücü değil. Bunun nedeni anlatıcıların daha önce daha sert geçişler yapmış olmaları. Bize öykülerin anlatı zamanında tam olarak anlatılmayıp sadece sezdirilen geçmiş zamanlarda gerçekliğin daha sert, keskin yırtıklarına tanık olmuşlar, içinden geçmişler. Bu görmüş geçirmişlik bir zırh olmuş durumda onlara, katlanma ve/veya dalga geçme gücü vermiş. Başkaları için çok daha zorlayıcı olabilecek deneyimlere karşı bağışıklık kazanmışlar. Beri yandan onlar büyük beklentileri bir kenara bırakalı da çok olmuş, yeni hüsranlar o yüzden çok da dertleri değil. Beklentileri de düşürmüşler – şu cümledeki gibi: “Doyduğun anda sindirmek, boşaltmak ve tekrar acıkmak gerekirken yarı aç dolandığında bunlara hacet kalmıyordu.” (s. 15). Yahut şu cümledeki: “Artık hiçbir atlının ulaşamayacağı yalçın bir dağın gerisindeydim, korkacak ya da bekleyecek bir şey kalmamıştı.” (s. 87) Beklentisizlik, azla yetinme, hayatı düşük profilde sürdürme… Bu tutumlar durgunluğa, donukluğa, kımıltısızlığa neden olmaz yine de. Aksine, küçük kımıltıları hissetmeye daha duyarlı kılmışlardır kendilerini bu seçimleriyle, daha keskinleşmiştir görüleri, duyuları. Yukarıda verdiğim iki örneğe şu daha sert olanı da eklenebilir sanırım. “Mutfak masasının üzerindeki kör bıçağı bileğine saplamak ve saplamamak arasında gidip geldi – saplamadı.” Kastettiğim yeni ve keskin farkındalık burada da sondaki “saplamadı”yla beliriyor. Saplamakla saplamamak arasındaki o gidip gelmenin, o salıntının benzerini daha önce de yaşamıştır öykü kişisi (bu kez anlatı zamanının içindedir bu yaşadıkları, biz de tanık oluruz olana bitene) belki dozu biraz daha düşüktür öncekinin, ama mesele dozajda, nicelikte değildir zaten. Salıntıda, tahterevallinin iki tarafı arasındaki farkın önemsizliğindedir, bunun farkına varılmasındadır.

Şeylerin, hatta her şeyin tersiyle düzünün arasındaki ayrımın ne denli ince, sınırın ne denli belirsiz olduğunun farkına varmak Kızılırmak’ın anlatıcılarındaki ironiyi de besliyor. Ne ki bu ironi de kederle sırt sırta, her an kendisi olmaktan çıkıp kederin “gibi”sine, belki de “kendisi”ne dönüşebilir. Karşıtlıkların yer değiştirdiği bir evrendeler ama çelişkiler bertaraf olmuyor burada, çatışmalar yumuşamıyor, peki öykü kişileri için farklı olan nedir burada? Mesafelerini koruyorlar, hem ironinin yardımıyla hem de tersiyle düzü arasında farkına vardıkları aynılıkların – bunun farkına varmanın neden olduğu bilinç sıçramasını da eklemek lazım. Kendilerine ya da kedilerine anlatma gücünü buradan alıyor, anlattıkça ayakta kalıyorlar – anlatırken olanı biteni gözden geçiriyor, kendilerini kurgusal/düşsel bir gözlem alanında tartıyorlar. Büyük huzurlar buluyor değiller orada, sadece yıkılmıyorlar onca tatsızlığa rağmen, içerideki ve dışarıdaki.

“Muharrem yavaş yavaş uyanıyor. Vakitsiz akşamüzeri uykularının kurdu kemiriyor zihnini. Geçmişteki en tatsız şeyi bugündeki en utanç verici şeye teyelliyor. Koca koca dertlerden değil küçücük huzursuzluklardan örülü bir ağ var üzerinde. Bu uykular böyledir, diyor içinden, bunlara hiç yatmamalı, yatıldıysa uyanmamalı, ama yine de silkinip kalkamıyor yerinden.” (s. 72)

Az önce “ayakta kalıyorlar” dedikten sonra silkinip kalkamayan Muharrem’i alıntıladım. Öyküdeki bir andı aktardığım, devamında sevgilisi gelecek, konuşacaklar. Gün içinde canını sıkan şeyleri anlatırken, halen silkinip kalkmamışken bedeni yattığı yerden, ruhu silkiniverecek Muharrem’in.

“Bunca olmayacak şeyin bir arada olması içini ısıttı Muharrem’in. Oya habersizce sutyenini çıkarıyor, ‘ev giysisi’ dediği tertemiz bir penye bluz giyiyordu üzerine – ütülü, kokulu, pamuklu bir hakikat ikamesi.” (s. 73)

Gene bir şeylerin yer değiştirdiğine, tahterevallinin salıntısına tanık olacağız, uyku yer değiştirecek mesela, tek bir cümleyle, bir başkasına değil, içe söylenmiş bir cümleyle – öykü anlatıcısının Muharrem’in yerine geçerek bize aktardığı. Hakikatle hakikatin ikameleri bitişip ayrılacak, birbirini itip çekecek, salınacaklar. Hakikatin ağında hakikat ikamelerinin ilmekleri, öykülerin, kitapların, düşlerin, uykuların, kurguların…

Günay Çetao Kızılırmak’ın yazmakla yaşamak arasındaki salıntılı ilişkinin anlatıldığı öyküleri de var. Bir öykü kişisi, “Yazıya değil, ömrüme çalışıyorum” diyor, yazı burada ömre çalışmanın bir yöntemi olarak çıkıyor karşımıza. Anlatıcı, “kıyıda köşede kalmış, az düşünülmüş küçük şeylere bir kez daha bakmak istiyorum bulunduğum uzaklıktan” diyor. Yazdıkları ve neden yazdığını, ne murat ettiğini ve etmediğini (“yeni ufuklar diye bir yer yok, ufuk çizgisi diye bir çizginin olmaması gibi”) izah ettiği satırlar birbirlerini izliyor gibi. Yine “gibi”den destek alıyorum, çünkü hatırlamak da, yazmak da, hikâye etmek de umulduğu kadar masum olmayabilir, tahterevallide ansızın yer değiştirebilirler, daha önemlisi, sadece yaşanmışı aktarmakla yetinmeyebilirler, şimdiyi ve sonrasını belirlemeleri de mümkün. Gelgelelim, Kızılırmak varoluşsal meseleleri derinlemesine tartıp tartışan metinler yazmıyor, gündelik hayatın hayhuyu içinde gözlerden, dikkatlerden kaçan, ama farkına varıldığında çok derinlere ulaşabilecek oyukları işaret edip geçiyor, hayatın olağan akışının sürçtüğü anlara mim koyup süreğenleştikleri için durduğu zannedilen salıntıları sezdiriyor. Bu oyuklar, sürçmeler küçük ayrıntılarda saklı çoğunlukla, altları da kalın çizilmiş değil, okurun dikkatine, “Ne oldu şimdi?” diye sormasına bağlı belirmeleri. Köstebek Yolları’ndaki öykülerin bizim deneyimlerimizle yakın noktalara ulaşmasını sağlayansa büyük ölçüde öykülerin atmosferini de kuran tonu. Sessizce akan, kimi zaman öykü kişilerinin ruh durumlarını yakından duyumsamamızı sağlayan “mat” denebilecek bir tonu var öykülerin – henüz tutuşmamış bir ateşin varlığını sezdiren bir matlık ama. Beri yandan ironinin anlık parıltıları üstüne vurduğunda berraklaşan ve derinlerdekileri görmeye imkân sağlayan bir ton bu.

 

NOTLAR: 


[1] Günay Çetao Kızılırmak, Köstebek Yolları, İletişim Yayınları, 2022, 87 s.

[2] Zygmunt Bauman, Modernlik ve Müphemlik, çev. İsmail Türkmen, Ayrıntı Yayınları, 2003, 358 s.

[3] Zygmunt Bauman, Rein Raud, Benlik Pratikleri, çev. Mehmet Ekinci, Ayrıntı Yayınları, 2018, 200 s.