Gürültü, duvarcı kral ve bizim Kabataş

Bir yılı geçti, gürültü ama öyle böyle gürültü değil sabah akşam, yirmi dört saat Kabataş semtinin her evinde; Cihangir de dâhil. Şu ünlü martı projesi hayata geçmek üzere. Bilmiyorum, bundan daha gereksiz bir proje var mı...

16 Kasım 2017 13:30

Kalemin Ucu: XXXVII

Kral Gılgamış, şehri Uruk’un muhteşem duvarlarını (sur) yaptırırken, rahatsız edici bir gürültünün çıkmış olma olasılığı az; her şeyden önce pişmiş tuğladan! Rahatsız edici de olsa halkının böyle yararlı bir şeye pek îtirazının olduğu, şikâyet ettiği söylenemez. Zâten metinlerde de yok. Ancak kendisi “haşarı”, “gürültücü”; böyle olmasına karşın yine de halkının kahramanı. Gılgamış metni (destan) insanlığın genel kabul gören ilk ve “ilk edebî” metni. Tufan Mitosu (destan) da bu metinde karşımıza çıkıyor.

Tufan Mitosu’nda yeryüzünün su içinde kaldığını görürüz. Tanrılar, insanların çıkardığı gürültüye kızıp, insanlığı cezalandırmaya karar verir; bunu da daha sonra Tanrılar Tanrısı olacak olan Tanrı Enil uygular. Ancak bir tek Utnapiştim (daha sonraki metinlerde Nuh) kurtulur. Gemisini yapar, ailesini ve “bütün canlı yaratıkların tohumunu” alır vb. Aslında Tanrı Ea onu uyarmış, ona ayrıcalık tanımıştır daha önce verdiği bir sözden dolayı.

Destanı anımsayacak olursak, arkadaşı, dostu, yoldaşı Enkidu’nun ölümünden sonra Gılgamış “ölümsüzlüğü aramaya” çıkmış, dolayısıyla Tanrılar tarafından ölümsüz kılınan Utnapiştim’i bulmuştur. Böylece Tufan Mitosu’nu da öğrenmiş oluruz...

Bizim Kabataş

Bir yılı geçti, gürültü ama öyle böyle gürültü değil sabah akşam, yirmi dört saat Kabataş semtinin her evinde; Cihangir de dâhil. Şu ünlü martı projesi hayata geçmek üzere. Bilmiyorum, bundan daha gereksiz bir proje var mı? Bir başka soru şu benzersiz Boğaz niye durmadan doldurulur?

Özellikle de kazık çakarken çıkan sese dayanmak olanaksız. Birkaç gün önce “sanırım” kazıklar bitti, çünkü o devâsa vinci bir motor çekip götürdü. Ancak inşaat gürültüsü bitmedi. Bir de camiî tarafında metro inşaatı var. Onun da sesi yankılanıp geliyordu. Hareket şimdi yerin altında da pek duymuyoruz. Gerçi onun bir yararı var, işlevi var, gerekli. Martı projesi öyle değil, işleyen bir yapı niye bozulur? “Birilerinin büyük para kazanacağı açık” da bu “inşaat ekonomisi”nin sonu gelmez mi? İşin ilginç yanı son yıllardaki Kabataş canlılığı, işlevselliği, her yere gidebilme olanağı bu iktidar, bu belediye zamanında olmuştu. Gâyet güzel işliyordu. Anlayamadığım bir başka mesele de; bırakın gece gündüzü, cumartesi pazarı, 1 Mayıs’ta bile çalışıldı. Yalnızca dinî bayramlarda gürültüyü duymadık!

Yurttaş olarak her hangi bir îtiraz, söz söyleme, düşünce belirtme hakkımız yok. İnanıyorum ki birileri dilekçe vermiştir, beyaz masa falan gibi yerlere telefon e-posta yağdırmıştır ama ne fayda! Geçen yıl, sanırım Temmuz sonu başlanacaktı. 15 Temmuz dolayısıyla bir ay kadar geç başladı. 15 Temmuz’daki şu sortiler de Kabataş ve civar-yakın semtlerde ciddî bir travma yarattı. Gürültü ötesiydi! Ya çocuklar? Ankara’nın merkezini o gece hiç düşünemiyorum! Neyse kazık işlemi bitti, beynimize bir şeyler çakılmayacak, bundan sonrası daha az gürültülü ilerleyecek anlaşılan. Belki pazarları biraz ara verirler. Tanrı Enil gibi bizim gücümüz olmadığına göre, başkalarının Tanrı Enil gibi gücü olduğuna göre söylenmekten öteye gidemiyoruz; en iyisi Gılgamış’a döneyim.

Geçmişten gelen Gılgamış...

Yıllar önce Gılgamış Destanı’nı okumak için kitabı aramıştım ancak basımı bitmişti. Aradığım Hürriyet Yayınları’ndan 1973’te yayınlanan Sevil Kutlu ile Teoman Duralı’nın çevirdiği N. K. Sandars’ın metniydi. Güç belâ bir yerlerde buldum, o günler okuyordum. Çantamdaydı. Bakırköy’de oturuyordum; hemen hemen her gün Cağaloğlu’ndan Sirkeci’ye yürüyerek iniyordum, şimdi adı öyle olmayan Sirkeci Garı’ndan yine şimdi olmayan banliyö trenine binip evime gidiyordum. Bir gün trende gürültülü kavgalı bir sahneye tanık oldum; o da 15 Eylül 1984 tarihli günlüğümde şöyle yer alır:

“... En arka vagonlardan birindeyim; tren kalkarken ancak yetişmiştim. Pencere [gidiş yönüne doğru sol taraftaki kapının] kenarında ayakta duruyordum. Karşıda Ataköyü’nün üzerinde gurubun yarattığı o güzelim tabloyu seyre dalmıştım ki birdenbire yaşları birinin 22-23 diğerinin 18-19 olan iki genç ağız dalaşına başladı. Derken, itiş kakışlar, arkasından bir yarı boğuşmaya döndü ağız kavgası. Üstüme doğru geldi bu iki kızgın insan ve beni pencerenin yanında sökerek geriye doğru sürüklediler. Direnmek isterken elimdeki çanta açıldı. İçinde bulunan kitaplar, kâğıtlar etrafa yayıldı. Tam o sırada da kendimi, son hızla gitmekte olan trenin açık kapısının [sağ taraftaki] önünde buldum. Belki, bir-iki saniyelik duraklama, bocalama yüzünden düşebilirdim. Herhalde parçalarımı tek tek toplamak zorunda kalırlardı. Kendimi toparladım, yerdekileri çantama koyduktan sonra eski yerime geçtim.

“Bu sırada kavga boğuşma evresini bitirmiş, yeniden sonun simgesi olan ağız dalaşına dönüşmüştü. Yavaş yavaş olayın nedenini anlıyordum. Kavga kapının açık oluşundan çıkmış. Kapanmıyormuş. Ama tren gidiyor. Biri kapıdan dışarı sarkmış, öteki, içeri gir düşersin demiş; dışarı sarkan da küfür etmiş. Böylece kavga başlamış. Bu bilgileri bir yandan dinlerken, diğer yandan da artık bana hiçbir şey ifâde etmeyen guruba bakıyordum. Bu kez kafamdakiler değişikti. Toplumun patlamaya hazır bir dinamit olduğunu, özellikle de genç kesimde bu durumun yoğunlaştığını düşünüyordum. Sudan nedenlerle, insanlar birbirleriyle kavga ediyor, yumruklaşıyor, bağırıp çağırıyor.”

Bu hırçınlık, bu itiş kakış, bu kavga gürültü, bu yeni kent şiddeti otuz yıldan fazla geçmesine karşın daha keskinleşerek, farklı bir boyut alarak sürüyor da ben o kavga sırasında güç belâ bulduğum Gılgamış Destanı’nı yitirmiştim. Daha sonra fark etmiştim. Anlaşılan açık kapıdan uçmuştu! Bu günlük de Saptamalar-Bir Sonbahar Güncesi1 adlı kitabımda yer aldı. Gılgamış’ı yitirdiğime dair dipnot koymuştum. Sandars’ın kitabını daha sonra kitapçı, sahaf olmalı bir yerlerde buldum. Ancak buldum mu, günlüğümü okuyan bir arkadaş mı armağan olarak verdi, doğrusu anımsamıyorum. O kavgayı, o günbatımını çok iyi anımsıyorum da, hatta “ikinci” Sandars’ın kitabı o zamandan beri hep kitaplığımda da, ben mi tekrar bir yerlerden bulup aldım, biri mi getirdi anımsamıyorum. Ne var ki bir şekilde Gılgamış’ın gürültüyle, patırtıyla –yaşamımda– az çok ilişkisi olduğunu anlıyorum! Birkaç hafta önce derste işleyeceğim için Gılgamış’ı bir kez daha okuyordum ki o sırada kazıkların sonuna geliniyordu, gürültü ayyuka çıkıyor!

Çeviriler çevresinde...

Bizde birçok Gılgamış çevirisi var; bazılarından kısaca söz edeyim. Evet, Sandars’ın metni başucu kitabım. Daha önce de Gılgamış’ı 2004’te okutmuştum, yine bu metinden yol aldım. Sandars dizeler hâlinde değil, anlatımcı (düzyazı), öyküleyici bir biçimde kaleme almış. Tabletlerin eksik oluşundan, o zamanki dil yapısının bazı boşluklar doğuracağı kaygısından olsa gerek. Zâten benzer bir açıklama da yapıyor. Sandars’ın, “Giriş” başlıklı küçük bir kitap hacminde ufuk açıcı, açımlayıcı bir önsözü de var.

Gılgamış Destanı'nın yazıldığı tabletlerden bir parçaYıllar sonra Teoman Duralı Gılgamış Destanı çevirisini (kendi adıyla); yeniden yayınladı.2 Ancak Sandars’ın önsözü yok belki de bir telif hakkı sorunu doğdu bilemiyorum, ancak bence olmalıydı. Gözden geçirdiği çeviride Duralı daha çok biçimsel değişiklikler yapmış. Şu tartışmalı “mi” soru ekini de ayrı yazmamış. “Medeniyet” kavramı ekseninde bir “Giriş” yazısı da kitapta yer alıyor.

Kuşkusuz Sümer kültürüne çok emek veren Muazzez İlmiye Çığ’ın çevirisinden de söz etmeliyiz: Gilgameş–Tarihte İlk Kral Kahraman. Çığ da anlatımcı (düzyazı) bir biçimde çevirmiş. Ancak önsözdeki şu ibâreyi anlamakta hep güçlük çektim: “Fakat gördüm ki, yine metindeki eksiklikler, özellikle pek çok tekrar yüzünden herkes tarafından şiir halinde okunması sıkıcı, anlaşılması güç olacak.”3 Anlaşılmasının güç oluşu belki de, şiir hâlindeki sıkıcı oluşunu anlamak çok güç! Önsözün dışında kitabın başında Çığ’ın kaleme aldığı “Tarihte İlk Kral Kahraman Gilgameş” başlıklı oylumlu bir yazısı yer alıyor. Sonra destanın çevirisi geliyor, ardından da “Gilgameş Destanı’nın Bulunuşu”, “Gilgameş Kimdi” ve ”Destanın Yazıldığı Tabletlerin Özeti” başlıklı yazılar.

Belli ki İsmet Zeki Eyuboğlu Gılgamış’ı4 şiir hâlinde çevirmenin sıkıcı ya da anlaşılmaz olduğunu düşünmemiş. Eyuboğlu da açıklayıcı bir “Giriş” yazmış. Bu tür yazılara ister istemez gereksinim doğuyor. Özellikle günümüz okuru için! Kitabın sonunda adlarla (Tanrı adları, yer adları vb.), ilgili açıklamalar var. Ancak Çığ’ın çevirisinde yok; o tabletlerin fotoğrafını koymakla yetinmiş, en azından bendeki basımda yok, sonraki basımlarda var mı, bilmiyorum. Adlar açıklaması Duralı’nın çevirisinde de var (ayrıca kaynaklar).

Üç çeviride Uruk Kralı’nın adı farklı. Duralı “Gılgamış”, Çığ “Gilgameş”, Eyuboğlu “Gılgameş” diye yazmış. Çığ’ınki daha doğru (tutarlı) olabilir. Ancak Gılgamış o kadar yer etmiş ki; hani şu “galat-ı meşhur” meselesi. Söyleme kolaylığı da var.

Bir başka çeviri de İsmail Gezgin’in: Kültürlenme Sürecinin Mitik Kahramanı Gılgamış5; dahası tek başına bir çeviri değil, Gezgin’inki oylumlu bir inceleme, destana çok farklı boyutlarda bakan, yorumlayan, başka mitoslarla ilgi kuran bir çalışma. Çeviri de bu inceleme içinde yer alıyor. Gezgin de “Gılgamış” demiş ve özgün metni “şiir hâli” ile vermiş (açıklayıcı notlar da koymuş).

Ölümsüzlük kimin için?

Kısaca Melih Cevdet Anday’ın şiirine de değineyim: “Ölümsüzlük Ardında Gılgamış”6. Anday, Gılgamış Destanı üzerine hece ölçüsünün farklı ama hep tekli biçimiyle uzun bir şiir kuruyor:

“‘Ölümsüzlük Ardında Gılgamış’ adlı şiirim, yıllar önce Gılgamış destanını ilk okuyuşumda doğmuştu içime. Destanın güzelliği değildi bunun nedeni, öyle olsaydı sadece sevmekle yetinirdim onu...

“Destanda beni ilk durduran, Gılgamış’ın onca eziyete katlandıktan sonra ele geçirdiği gençlik otunu yılanın kapıp kaçması üzerine ağlamağa başlaması ve o bitkiyi Uruk’un yaşlıları için düşündüğünü söylemesi oldu. Amacı kendi ölümsüzlüğü değil miydi?

(...)

“Destan yazmayı hiç düşünmedim, destan üzerine şiir yazmayı kurdum.”7

Gılgamış ölümsüzlüğü kendi için mi istemişti? Öyle görünüyor; peki Utnapiştim’den olamayacağını ama bir gençlik otu olduğunu öğrenince, otu bulmak için yine bir serüvene atılışı kendi için mi, yoksa yaşlılar için mi? Sandars, Kral’ın yaşlılar için gençlik otunu Uruk’a götüreceğini pek inandırıcı bulmuyor. Kuşkusuz yoruma açık. Asıl önemlisi Gılgamış Destanı’nın çok özel bir metin oluşu. Okullarda zorunlu okutulmalı, bu okutma lise yıllarını geçmemeli. Sonraki yıllarda daha çok tartışmaya, yoruma açmak için bir ön tanışıklık olmalı.

Sonuçta Duvarcı Kral Gılgamış ölümsüzlüğü bulamadığı gibi gençlik otunu da elinden kaçırdı! Geceleyin ışıklarıyla bilimkurgu filmlerinde izlediğimiz uzay istasyonu görünümündeki bizim kazık çakan koca vinç gitti ama gürültü henüz bitmedi...

 

1 Kavram Yayınları, 1985, s. 19/20.
2 Dergâh Yayınları, Eylül 2007.
3 Kaynak Yayınları, 3. Basım, Eylül 2002, s. 7.
4 Özgür Yayınları, Şubat 2006.
5 Alfa Yayınları, Aralık 2009.
6 Adam Yayınları, Toplu Şiirler II, Ekim 1996.
7 A.g.y., s. 65/66.