"Petterson’un olay örgülerinin oldukça 'sıradan' olduğu düşünülebilir. Bugüne kadar farklı dillerde yazan birçok yazardan aile hikâyeleri okuduk. Petterson romanlarının özgün yanlarından biri, bu hikâyeleri kendine özgü bir zaman tasarımı içinde sunması. Zaman çağdaş Norveç edebiyatında oldukça önemli ve üzerine düşünülen bir kavram."
30 Eylül 2021 18:00
Norveç edebiyatı son zamanlarda ülkemizde rağbet görmeye başladı ve arka arkaya çağdaş Norveçli yazarların kaleme aldığı birçok eser Türkçeye çevrildi. Bu yazarlardan biri olan Per Petterson’un dört romanı Türkçeleştirildi bugüne dek: At Çalmaya Gidiyoruz, Lanet Olsun Zaman Nehrine, Reddediyorum ve Benim Durumumdaki Erkekler. Bu dört romanı birlikte düşündüğümüzde Petterson’un çoğunlukla aynı temaların üzerinden gittiğini, ele aldığı meseleleri zaman algısının öne çıktığı bir teknikle sunduğunu söyleyebiliriz. Bu durum yazarın –yalnızca dilimize çevrilen eserleri açısından bakarsak– tekrara düşmesi gibi bir tehlike yaratsa da, tekrarı ve bütünlüğü önceleyen bir edebi anlayıştan yana olduğunu da gösterir. Bu yazıda dört romanındaki ortaklık ve benzerlikleri tespit etmeye çalışarak Per Petterson romancılığına biraz daha yakından bakmaya çalışacağım.
Parçalanan bir birlik olarak aile
Petterson’un dört romanında da aile ilişkilerinin öne çıktığını ve aile hayatının ikili çatışmalar üzerinden aktarıldığını görüyoruz. Anne-oğul, baba-oğul ya da iki kardeş/arkadaş arasında yaşanan gerilimler olay örgüsünün çatısını oluşturuyor. Örneğin At Çalmaya Gidiyoruz’da başkarakter Trond’un babasıyla yaşadıkları biri çocukluk, biri de yaşlılık günlerinde olmak üzere iki farklı zaman dilimine yayılarak anlatılmış. Hikâyeninmerkezinde baba-oğul çatışması gibi çok bilindik bir tema var aslında. Çocuk önceleri babasına hayrandır ama baba aileyi bırakıp gidince baş gösteren sorunların kaynağı olarak görülüp olumsuz bir imgeye dönüştürülür. Karakterimiz büyüdüğünde babasıyla yaşadığı krizi aşamaz ve ona öfke duysa bile kendini onunla karşılaştırmaktan alıkoyamaz. Babayla oğulun bitmek bilmeyen iktidar mücadelesi gereği oğul ne babayı geride bırakıp kendi kimliğini oluşturabilir ne de onu sevebilir.
Lanet Olsun Zaman Nehrine romanında babaya yine negatif özellikler yüklenmiştir ama parçalanmış aile tablosunda anne-oğul ilişkisi daha baskın bir sorun olarak ele alınır. Otuz yedi yaşındaki Arvid Jansen boşanmak üzere olduğu için zor günler geçirir, üstüne bir de annesinin kansere yakalandığını öğrenince geçmişe dönüp ailesiyle ilişkisini sorgulamaya başlar. Böylece yine iki farklı zamanda gidip gelerek, geçmişi ve şimdiyi birleştirerek geçmişin izlerinin bugünü nasıl etkilediğini göstermeye çalışır Petterson. Dört romanı da iki farklı zaman ekseni ve ikilikler üzerinden ilerlediğine göre aile ve zaman kavramlarını edebiyatının merkezine aldığı söylenebilir.
Arvid Jansen, Benim Durumumdaki Erkekler romanının da başkarakteri. Zaten roman bir önceki kitabın devamı niteliğinde olup Arvid’in karısından boşandıktan sonra yaşadıklarına odaklanıyor. İsveç ve Danimarka gibi iki farklı kültürden gelen, dinine bağlı, geleneksel bir İskandinav ailesinde ve işçilerin yaşadığı bir semtte büyüyen Arvid’in yaşamına dair çeşitli anekdotlar iki kitaba da serpilmiş durumda. Benim Durumumdaki Erkekler’de üç kızı olan ve karısından yeni boşanan Arvid’in geçmişe dair sorgulamalarıyla bugüne ait bunalımları iç içe geçiyor. Lanet Olsun Zaman Nehrine’de “Ona benzemek istemiyorum. Aynaya baktığımda babamı görmek istemiyorum” diyen Arvid babasından kaçmaya çalışsa da özellikle ikinci kitapta sık sık anne ve babasını hatırlıyor ve babasına benzediğini kabul ediyor.
Reddediyorum’daki ikilik ise Jim ve Tommy adlı iki arkadaşın arasında kurulmuş. Kitabın açılış sahnesinde göl kenarında balık tutan Jim yıllar sonra çocukluk arkadaşı Tommy ile karşılaşır. Bu andan sonra yine bir Petterson klasiği olarak geriye dönülür ve geçmişte hem bu iki arkadaşın neler yaşadığını öğreniriz hem de ailelerini yakından tanırız. Küçük bir köyde geçen hikâyede farklı koşullarda büyüyen iki çocuk vardır. Tommy’nin annesi ailesini terk etmiştir. Babası ise onu ve kız kardeşlerini dövmektedir. Babasından nefret eden Tommy onu öldürme planları yapar. Jim ise dinine bağlı bir anne tarafından büyütülmüştür. Dört roman içinde en problemli aile ilişkileriyle bu romanda karşılaşırız. Buradaki karakterler kentte yaşayan Norveçlilerden daha farklıdır. Köy ve küçük kasabalarda geleneksel değerler içinde yetişen, bağnaz kişiler vardır romanda. Toplum çemberinin içine sıkışıp kalan çocuklar da büyüdüklerinde problemli erkeklere dönüşürler .
Petterson kesinlikle toz pembe aile tabloları çizmiyor ama aileyi tümden olumsuzlayan bir yerden de bakmıyor. Norveç kültürünün bir sonucu olarak aile ilişkilerinin biraz mesafeli olduğu çıkarımında bulunabiliriz. Örneğin Arvid eşinden boşandığı için üzülüyor ama kızlarıyla ilişkileri çok yüzeysel ve çoğu zaman onları aklına bile getirmiyor. Dolayısıyla geleneksel bir baba figürü yok burada. Herkesin kendine ait bir yaşamı var aile içinde; aile üyeleri gerçek birer “birey” olabilmeyi başarmış. Ama buna rağmen ailenin parçalanmışlığı bireyin başat sorunlarından biri haline geliyor Petterson’da. Burada da bir ikilikten söz edebiliriz: Aile ne onunla ne onsuz olunabilen bir kurum.
Zamanın Farkında Olmak
Petterson’un olay örgülerinin oldukça “sıradan” olduğu düşünülebilir. Bugüne kadar farklı dillerde yazan birçok yazardan aile hikâyeleri okuduk. Petterson romanlarının özgün yanlarından biri bu hikâyeleri kendine özgü bir zaman tasarımı içinde sunması. Zaman çağdaş Norveç edebiyatında oldukça önemli ve üzerine düşünülen bir kavram. Bunun birkaç sebebi olabilir. Birincisi, Norveç refah seviyesi yüksek bir ülke olduğundan, hayat insanlar için çalışmaktan ve temel ihtiyaçlarını gidermekten ibaret değil. Bu ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra kendini gerçekleştirme yolundaki basamakları hızla ilerleyebilme şansına sahipler. Ayrıca çalışma saatleri çok fazla olmadığı için kendilerine ait bir zaman yaratabilmeleri, bu zaman içinde de sosyo-kültürel ihtiyaçlarını giderebilmeleri olası. Bu durum toplumun tüm katmanları için geçerli değil elbette. Reddediyorum’da gördüğümüz gibi, Norveç kırsalında ya da taşrada yaşam koşulları daha farklı işliyor. Ancak nüfusun azlığı ve kaynakların fazlalığı da göz önüne alınırsa, Norveçlilerin dünyadaki birçok ülkeye göre çok yüksek yaşam standartlarına sahip oldukları açık.
Norveçlilerin farklı bir zaman algısına sahip olmalarının öbür nedeni de iklim ve doğa koşulları. Doğayla iç içe bir yaşam süren insanların zaman algısı doğaya göre belirleniyor. Bu sebeple Norveçli romancılarda hepimiz için aynı şekilde ilerleyen somut zamandan çok, daha sübjektif bir zaman algısıyla karşılaşıyoruz. Zaman algısı Norveç coğrafyasının farklı yerlerinde bile değişime uğrayabiliyor. Örneğin bir süre önce okuduğum bir haberde, üç yüz kişinin yaşadığı Sommarøy adasında halkın stres ve depresyona sebep olduğu gerekçesiyle saat kavramını kaldırmayı önerdikleri yazıyordu. Bu uygulamanın mümkün olmadığını düşünenler olsa da, bölge halkının saatle ölçülebilen bir zamana ihtiyaç duymadıklarını söylemeleri dahi zihin dünyalarının farklı bir şekilde işlediğine delalettir.
Zamanın Petterson edebiyatına yansıması ise iki farklı şekilde oluyor. İlki daha önce sözünü ettiğim gibi her romanının geçmişe ve bugüne dair olay halkalarını aktaran iki ayrı zaman diliminde ilerliyor oluşu. Kitaplarını zamanı belirten cümlelerle başlatıyor ve kısa bölümler halinde yazıyor Petterson. Bu sebeple Petterson’da hafıza ve hatırlama kavramları oldukça önemli. Geçmiş parça parça anımsanıp hafızanın karanlık tarafları aydınlanınca roman kurgusunu oluşturan parçalı anlatılar tamamlanıyor; karakterlerin geçmişlerine dair sırlar açıklandıkça “şimdileri” daha anlamlı hale geliyor. Ömer Türkeş, Lanet Olsun Zaman Nehrinehakkında yazdığı yazıda bu hatırlama anlarına “hafıza patlaması” yakıştırmasını yapmış. Gerçekten de durmadan devam eden bir patlama söz konusu ve neredeyse her romanda sürekli tekrarlanan hatırlama anlarıyla karşılaşıyoruz. Örneğin Lanet Olsun Zaman Nehrine’de bu durum şöyle aktarılmış: “Ama şimdi, 1989 Kasımı’nda, sabahın erken vakti, kuzeydoğu Danimarka sahilinde bir kum tepesinde annemin yanında otururken bütün bunları hatırlayıvermiştim.” Hafızada kıvılcımlar çaktıran aydınlanma anları yer yer James Joyce’un epifani kavramını akla getiriyor.
Bu patlamanın içinde kimi olaylar ve cümleler de sıkça tekrar edilir. Aslında önemsiz görünen bir an, bir şarkı ya da kitap bile değerli hale gelebilir karakterin gözünde. Zaman parçalarını daha da ufak zaman parçalarına bölmesi ve bu zaman dilimlerini olay örgüsünün farklı yerlerine serpiştirmesi Petterson romancılığının alametifarikalarından. Örneğin bir cumartesi akşamı Arvid’in yanındayız. Diyelim ki altmış sayfa sonra aynı cumartesi akşamının farklı bir ânına dönerek o cumartesi akşamını ikiye bölüyor Petterson. Ardından belki de üçe, dörde… Böylece zamanın en ufak kırıntıları bile değerli hale gelir. At Çalmaya Gidiyoruz’un kahramanı Trond şöyle açıklar zamana bağlılığını: “Artık zamanın benim için önemli olduğunu hissediyorum. Daha hızlı ya da yavaş geçsin diye değil, yalnızca zaman olsun diye; içinde yaşadığım, fiziksel olaylar ve etkinliklerle bölebildiğim bir şey olarak benim için belirginleşsin ve farkına varmadan geçip gitmesin diye.” Görüldüğü gibi, zamanın farkında olmak Petterson için değerli bir şey. Bu nedenle romanları zamanla ilgili göndermelerle dolu. Örneğin Arvid bir yerde hissedilen zamanla geçen zaman arasındaki farklılığı vurgular: “Hiç anlamıyordum. Holger Danske’nin iskelesinden bu kasabaya indiğimden beri çok uzun zaman geçmiş gibi geliyordu, halbuki daha bu sabah inmiştim. Bugün…” (L.O.Z.N)
Zamanın bölünmüşlüğü tekrarlara neden olur ve tekrarlar bu metinleri dönüp dolaşıp kendilerine ve hatta birbirlerine gönderme yapan metinler haline getirir. Romanların sonunda en başa dönmüş oluruz böylece. Petterson’un başvurduğu bu döngüsel anlatıma Reddediyorum’dan bir örnek verilebilir: “… zaman içini tüm istediğin şeylerle doldurabileceğin bir şey midir, zaman bir yerden ötekine doğru gitmez mi hiç, yoksa bir çemberdir, döner durur da her seferinde turu tamamlayıp başladığın yere mi dönersin…” Döngü tamamlandığında geriye parçalanmış hayatlar kalır çoğunlukla. Bu yanıyla hüzünlü hikâyeler anlatır bize Petterson. Geçmişin bir yere gitmemesi ve zamanın akışının pek bir şeyi değiştirmediğini görmenin hüznü.
Yalnız erkekler
Petterson’un erkek merkezli bir romancılığı var. Dört romanında da –ki iki roman birbirinin devamıydı zaten– olay örgüsü erkek karakterler etrafında dönüyor ve biz onların yalnızlıklarını, bunalımlarını, çıkışsızlıklarını, kendileriyle ve hayatla mücadele edemeyişlerini okuyoruz. Yukarıda da değindiğim gibi, bu negatif duyguların birinci müsebbibi aile. Ancak bunun dışında okuyan, bazen de yazan entelektüel bireyler olarak da bir açmazdalar roman kişileri. Bunu özellikle Arvid karakterinde görüyoruz. Lanet Olsun Zaman Nehrine’de Arvid’in Komünist Parti üyesi olması ve siyasi yaşamı anlatılmıştı. Dünyayı değiştirmek isteyen bir kuşağın üyesi olarak Norveç gibi bir toplumda neden dünyayı değiştiremeyeceğini idrak eden ve hayal kırıklığına uğrayan Arvid yaşadığı topluma yabancılaşmıştı. Benzer bir yabancılaşma hikâyesi başka bir çağdaş Norveçli yazarda da karşımıza çıkar. Dag Solstad, Lise Öğretmeni Pedersen’in Ülkemize Musallat Olan Büyük Siyasi Uyanışa Dair Anlatısı’nda, 1968’de tüm dünyayı kasıp kavuran değişim rüzgârının Norveç’i nasıl etkilediğini Komünist Parti üyesi olan bir lise öğretmeninin gözünden anlatır. Buradaki öğretmen Pedersen pek çok açıdan Arvid’e benzer. Dolayısıyla buradaki erkek bunalımının bireysel olduğu kadar toplumsal sebepleri olduğunu da göz ardı etmemek gerekir. Norveç’in koşullarının sosyalist bir düzene uygun olmaması hem Arvid’i hem de Pedersen’i hayat karşısında geriye atmıştır. Lanet Olsun Zaman Nehrine’de edebiyatla ilgilenen ama aynı zamanda fabrikada çalışan Arvid’in parti içi çalışmalarıyla ilgili çeşitli detaylar aktarılıyor. Benim Durumumdaki Erkekler’de ise Arvid politikadan bahsetmiyor pek. Burada onun daha çok özel hayatını, karısıyla ve başka kadınlarla olan ilişkilerini okuyoruz. Petterson bize başta dünyayı değiştiren bir idealist portresi çiziyor ama Arvid kendi yalnızlığı içinde bunalan bir adama dönüşüyor nihayetinde.
Petterson’un kişileri genellikle kendi içine dönük. Bu sebeple kitaplarında çok fazla diyaloğa yer vermiyor. Diyaloglar kişinin araya giren düşünceleriyle bölünüyor genellikle. Kendileriyle konuşmaya alışkın olduklarından kendi seslerini duyuyorlar daha çok. Bunu dört romanda da görebiliriz.
Karakterlerin edebiyatla ilişkileri de oldukça önemli. Trond, Charles Dickens hayranı. Arvid ise okumanın yanında yazma eylemini de gerçekleştiriyor. E.M. Remarque, Günter Grass, Hemingway, Faulkner ve Steinbeck sevdiği yazarlar arasında. Uzun bir süre yazma konusunda tıkanıklık yaşasa da Benim Durumumdaki Erkekler’in sonunda Lanet Olsun Zaman Nehrine’de anlattığı fabrikanın hikâyesini yazmayı başarıyor.
Petterson deyince…
Petterson edebiyatı deyince insanın doğayla kurduğu ilişkiden de söz etmek gerekir. Olay örgülerindeki ikilik kişisel ilişkilerin yanında insan-doğa, insan-hayvan üzerinden de yaratılıyor. Doğa hem bir kaçış alanıdır Petterson’da hem de hafızanın patlamasına yardımcı olur. At Çalmaya Gidiyoruz’un başkarakteri Trond geçmişinden kaçmak için şehri terk edip doğaya sığınır. Arvid, Lanet Olsun Zaman Nehrine’de deniz kenarındaki sayfiyeye annesini ziyarete gelir ve uzun uzun denize bakarak geçmişi düşünür; Benim Durumumdaki Erkekler’de bunalımdan kurtulabilmek için sık sık arabaya binip şehirden uzaklaşır ve kendini doğanın kucağına atar. Reddediyorum’da ise aile hayatlarından kaçmak isteyen iki arkadaş Jim ve Tommy bisiklete atlayarak yakın coğrafyaları keşfe çıkarlar. Görüldüğü gibi, romanların büyük bölümü dış mekânlarda ve doğada geçiyor. İskandinav kültüründe açık havada vakit geçirmek yaşamın önemli bir parçası. Açık hava yaşamı anlamına gelen “friluftsliv” kelimesi, “insanların dünya ile doğuştan sahip olduğu bağı” keşfetmelerini sağlıyor.
Petterson romanlarında yansıtıcı bilince yer vererek üçüncü tekil anlatıcının bakış açısını karakterine yansıtır. Bu sebeple anlatıcı üçüncü tekil olduğunda dahi birinci tekilin gözünden aktarır olayları çoğunlukla. Lanet Olsun Zaman Nehrine’de bu anlatımın ilginç bir örneği mevcut. Birkaç yerde Arvid’in tanık olmadığı olayları tanık olmuş gibi aktarır anlatıcı. Tanrı-yazar kendi bakışını Arvid’e yansıtır bu durumda. Reddediyorum’da ise farklı anlatıcılara yer verir ve hem birinci tekil hem de üçüncü tekil anlatıcıyı bir arada kullanır.
Petterson’un romanlarında otobiyografik öğelere yer verdiği de söylenebilir. Örneğin Arvid’in annesi, babası ve iki erkek kardeşi cruise gemisinde çıkan bir yangın neticesinde hayatlarını kaybetmiştir. Petterson’un hayatında da benzer bir hikâye var ve röportajlarında bu kayıp konusuna değiniyor.
Petterson’un dilimize çevrilen dört romanında üç farklı çevirmenin imzası var. Lanet Olsun Zaman Nehrine Aslı Biçen, At Çalmaya Gidiyoruz ise Deniz Canefe tarafından çevrilmiş. Diğer iki romanın çeviri ise son yıllarda Norveççeden yaptığı çevirilerle adından söz ettiren ve Oslo’da yaşayan Banu Gürsaler Syvertsen’e ait. Syvertsen’in çevirileri Norveç kültürüne ve diline dair açıklayıcı dipnotlarıyla ilgi çekse de Reddediyorum’da rastladığımız “Fesuphanallah”, “Allah Allah” gibi fazlasıyla yerel kelime tercihleri nedeniyle eleştirilebilir. Kültürel anlamlar içerdiklerinden, bir Norveçlinin ağzından duyunca yadırgıyoruz bu kelimeleri.
Buraya kadar Per Petterson’un roman dünyasından bana yansıyanları yorumlamaya çalıştım. Son olarak şunu da tartışmaya açmak isterim. Yazının başında da belirttiğim gibi, Norveç edebiyatı son yılların gözde çeviri edebiyatlarından biri. Norveç kültürünün bizimkinden farklı oluşu oradaki yaşamı daha yakından tanımaya sevk ediyor sanırım bizi. Dünyanın en mutlu insanlarının yaşadığı bu refah ülkesinde işler nasıl yürüyor diye merak ediyoruz. Açlık, barınma, eğitim, sağlık, cinsellik gibi temel ihtiyaçlarını bir sorun olmaktan çıkarabilmiş, kendi hayatını istediği şekilde inşa etmeye niyet edebilmiş (Petterson kişilerini düşünürsek başarabilmiş demek biraz iddialı olacaktır) ve sıradan bir yurttaş kalıbının dışına çıkıp “birey” olabilmiş insanların yaşamları da merakımızı cezbediyor olabilir pekâlâ. Ancak bu kaynak ve imkânlar içinde bile bunalan, sıkılan ve yabancılaşan bir birey var çağdaş Norveç romanında. Bu noktada “refah toplumunda sıkılmak”[1] ne anlama geliyor veya ne ifade ediyor diye düşünebiliriz ki, bence çağdaş Norveç edebiyatını cazip kılan özelliklerden biri de bu. Petterson’un romanlarında da gördüğümüz gibi, sıkıntı maddi koşullardan kaynaklanmıyor. Daha mikro düzeyde, içsel yaşamda, kişinin kendi benliğinde ortaya çıkan bir varoluş sancısı söz konusu. Bu tamamen Norveç’in kendine özgü şartlarından kaynaklanan bir durum. Solstad buna “ülkemin çok özel tarihi” diyor ve refah devletinde işlerin pek de yolunda gitmediğini Lise Öğretmeni Pedersen’in Ülkemize Musallat Olan Büyük Siyasi Uyanışa Dair Anlatısı’nda uzun uzun anlatıyor. Norveç’e özgü bu sıkıntı Erlend Loe’de de var. Loe dünyadaki sorunlara gözünü kapayan, yalnızca kendi içine dönük bir biçimde yaşayan ülkesine çeşitli eleştiriler getiriyor romanlarında. Roy Jacobsen’de ise sıkıntının kaynağı doğaya bağımlı yaşayan ama doğanın dengesine ayak uyduramayan insanların müthiş bir tekdüzelik içinde gündelik hayatlarını sürdürme çabasıydı. Jacobsen’in ada yaşamını tasvir ettiği Görülmeyenler ve Beyaz Deniz romanları bunun üzerine kuruludur. Görüldüğü gibi, refah toplumunda ve dolayısıyla çağdaş Norveç edebiyatında sıkılmanın türlü halleri mevcut. Petterson’un bu sıkıntıdan nasıl bir edebiyat yaratabildiği sorusu ise okurların ve eleştirmenlerin farklı yorumlarını bekliyor.
•
[1] Bu ifadeyi Mehmet Fatih Uslu’nın attığı bir tweetten aldım. Tam da bu yazıyı yazmaya başladığım günlerde karşılaştığım bu tweetin altına yazılan yorumlar çağdaş Norveç edebiyatının okurda nasıl alımlandığına dair veriler içeriyor.