Ezici bir çoğunluğa nasip olmayacak uzunlukta, üstelik arzu ettiği gibi, çok büyük başarılarla dolu bir ömür yaşadı Halil İnalcık, ama “Âlimin ölümü, âlemin ölümü” denilmiş vaktiyle
03 Kasım 2016 14:05
“Âvâzeyi bu aleme Dâvûd gibi sal,
Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş”
Ya da
“Geldi geçti ömrüm benim,
Şol yel esip geçmiş gibi,
Hele bana şöyle gelir,
Bir göz açıp yummuş gibi
Miskin Adem oğlanını,
Benzetmişler ekinciğe,
Kimi bite, kimi yite,
Yere tohum saçmış gibi”
Bir gün yazmak zorunda kalmaktan çekindiğim, o sevimsiz ihtimal aklıma geldikçe içimi ince bir hüznün kapladığı birkaç yazıdan biri bu yazı. Eskiler “Kimin kimi gömeceği belli olmaz” demişler,1 şüphesiz doğru da demişler, ancak yaşamın (ve ölümün) normal akışı gerçekleşirse bir aşamada bu satırları yazmaktan korkuyordum. Neticede, öyle de oldu.
Yaklaşık üç ay kadar önce Halil İnalcık’ı kaybettik. Hocamdı, ustamdı. 1993- 1998 yılları arasında kurucusu olduğu Bilkent Üniversitesi Tarih Bölümü’nde beş yılımız birlikte geçmişti. Ben yüksek lisans düzeyinde Avrupa tarihi ile başlamış, doktorada Osmanlı- Türkiye araştırmalarına yönelmiştim; başlangıçta ya bir miktar Avrupa tarihi çalışıp karşılaştırmalı bir perspektifle devamını Türkiye ile getirmek ya da mümkün olabilirse Avrupa tarihi çalışmayı sürdürmek niyetindeydim. Tabii, o zaman bana bir şey söylememişti, fakat engin tecrübesiyle birçok sebepten dolayı Türkiye’den yetkin, alanında ağırlığı olan, literatürde yeterince atıfta bulunulan bir Avrupa tarihçisi yetişmesinin neredeyse imkânsız olduğunu görebiliyordu Hoca, o yüzden de beni yavaş yavaş mantıklı, imkân dâhilinde olana yönlendiriyor, en başından beri doğrudan kendisinin öğrencisiymişim gibi davranıyordu (aslında, öğretim kadrosu dâhil hepimiz öğrencisiydik, o hepimizin Halil Hocası, bölümün kurucusu, ruhuydu). Bir gün ofisine çağırıp tarih kökenli olduğum için altyapımın müsait olduğunu, alan dillerini zaten bildiğimi, Avrupa hakkında olan derslerden vaktim kalırsa kendisinin ihtisas seminerlerine devam edebileceğimi söylemişti mesela; hoş bir tesadüftü, zira ben de kendisinden aynı şey için izin rica edecektim.
Halil İnalcık’la olan hukukumun, şahsına olan gönül borcumun yanında, bu yazıyı yazmamın iki sebebi daha var. Onları da belirtmeden geçmemeli.
Birinci olarak, medya Halil İnalcık’ın vefatında çok kötü bir sınav verdi: haber kanalı olma iddiasındakilerden biri ülkenin en önemli tarihçilerinden birisini, belki de en önemlisini “tarihçi- yazar” gibi tuhaf, ne söylediği belirsiz bir niteleme ile andı, diğeri de alelacele Vikipedi’den çırpıştırılmış bir İnalcık biyografisi ile çıktı izleyicisinin karşısına. Gerçi ülkenin en bilinen meydanında, İstanbul’un göbeğinde on binlerce kişi polisle çatışırken bu haberi zülf-i yâre dokunmadan nasıl vereceklerini bilemedikleri için tavana bakıp ıslık çalanlardan, penguen belgeseli gösterip yemek programı sunanlardan, üstüne de hâlâ haber kanalı olma iddiasını sürdürenlerden fazlasını beklemek yanlıştı galiba.2 İnalcık’la nasıl tanıştığını, ne kadar heyecan içinde söyleşi yaptığını anlatan birisi Hoca’nın kitaplarını bilmiyordu, baştan başa okuması gerekmezdi doğal olarak, ama yalnızca “İçindekiler”e göz atsa İnalcık’a atfettiği kitabın başka akademisyenlerin katkılarından oluştuğunu görecekti.3 Sağlığında da durum pek farklı değildi doğrusu: kitap boyutunda bir söyleşi için karşısına oturan gazetecinin donanımının bu konuşmayı götürebilecek düzeyde olmadığı görülebiliyordu, hatta birkaç noktada Halil Bey de bariz şekilde “Ama ben size anlatıyorum anlatıyorum, anlamıyorsunuz” babında öfkeleniyordu.
Meşguldü de medya. Darbe girişimi henüz olmuş, iktidarla ilişkisi iyi olanlar var olanı daha da iyileştirmeye, belli bir gerginlik yaşayanlar ise fırsattan istifade arayı düzeltmeye çalışıyorlardı. Bu koşullar altında, yaşlı bir bilimadamının vefatı ile uğraşmaya kimsenin niyeti de yoktu, mecali de. Yine de göçüp giden popüler kültürün bir öznesi/ nesnesi olsaydı, her şeye rağmen durumun farklı olacağını düşünüyorum.
İkinci olarak, azınlıktaki bir kısmı kenara çıkarırsak genel itibarıyla akademik dünyanın temsilcileri de iyi bir görüntü vermedi. Bir yanda, en sevdiği öğrencisi olduğunu, en yakınlarından olduğunu kanıtlamaya çabalayanlar, İnalcık’ı anlatırken aslında kendisini anlatanlar vardı, öte yanda İnalcık ile hiç arası yokken dostluğunu ilan edenler, ancak bir sempozyumda tanışmışken kendilerini “fahri öğrenci” atayanlar, başta ters düştükten sonra kendisine yaklaşma çabalarını gördüğü için rahmetlinin “Bu arkadaş da yeni hidayete erdi galiba” diye ince ince alay ettikleri... İnsan neredeyse bir yerlerden bir “kayıp oğul” bile çıkacak kuşkusu duyuyor. Şu ise umarım uydurmadır, bir tevatürden ötesi değildir, aksi taktirde kendi alanında –ki, hoş bir alan değil o- bir şahikadır: ben bir zorunluluktan dolayı Ankara’daki cenaze törenine katılabildim, ancak İstanbul’daki cenazede selfielerin çekildiği, cami avlusundan, kabristandan görüntülerin “Allahıma şükür, ilk toprağı atmak bana nasip oldu” gibi ibarelerle sosyal medyada paylaşıldığı kulağıma geldi. Dediğim gibi, inşaallah yakıştırmadır, aslı- astarı yoktur, ama eğer böyle birşey gerçekten yaşandıysa kalanların ruh sağlığı, kalkıp gidenin de hatırı için eskilerin düsturu “Edeb yahu!”nun duvarları süsleyecek diyelim ta’likle yazılmış eski yazı bir levha, kaligrafik bir sanat objesi olmadığını hatırlatmak boynumuza borçtur. Denize karşı farklı numaralarda çıplak ayaklara, “Şuradayım, şunu yedim, bunu içtim”lere, “Parayı bastırdık, dahi çocuğumuzu İngiltere’nin üçüncü sınıf okuluna yolluyoruz”lara alışıldı gibi, artık bu kadarına da alışılmazsa iyi olur sanki.4
Özellikle şu son paragraftan sonra... Bu bir “Açılın, gerçek Kara Murat benim!” yazısı değildir, ben Halil İnalcık’ın herhangi bir öğrencisiydim. Bugün dahi “herhangi bir öğrencisiyim” diyebilirim, ben yurtdışına gittikten sonraki yazışmalarımızda hep “her daim öğrenciniz” şeklinde imza attım zira. Yegâne amacım şuracıkta birkaç satırla olsun Hocama saygımı sunmak, okura da kendi penceremden gördüğüm kadarıyla Halil İnalcık’a dair gözlemlerimi aktarmak. Şu da var: makalelerini, kitaplarını okumak, onlara ulaşmak her an mümkün, ama insan Halil İnalcık’a ilişkin iyi- kötü birşeyler söyleyebilmek salt kendisini tanıyanların harcı.
Bu kısmı bitirmeden eklemeli belki. Yapısı itibarıyla Halil Bey’in çok kimseyle yakın olduğunu düşünmüyorum, hele de öğrencileriyle. Yetiştiği, üniversite bünyesine yeni yeni girdiği dönemlerde kendini çok yukarı koyan, “Ben bu kürsünün Allahıyım” tavırlı hocaların baskın olduğu göz önüne alındığında bu tavrı fazla da garipsememek gerek.5 Ölçülü, mesafeli, ketum kelimesiyle tarif edilebilecek, icabında sert olabilen bir karakterdi İnalcık; bu bence öğrenci ile de böyleydi, meslektaşları ile de, herhalde genel sosyal çevre ile de. Yıllar içinde aynı bölümde çalışan Bilkent akademisyenlerinden çok duydum bunu. Mevzu salt kuşak farklılığı da değildi, bir vesileyle tanıştığım İnalcık’a yaşça yakın olan Kemal Karpat, Talat Halman, İlhan Başgöz gibi isimler de Hoca’yla müthiş samimi olduklarını düşünmüyorlardı. Yine Bilkentlilerin dikkat çektiği bir durum vardı ama: biraz içki, biraz müzik, ilaveten bolca sohbet olan ortamda Hoca en azından bir nebze değişiyor, görece daha rahat hareket ediyor, tabir yerindeyse açılıyordu. Son kitaplarından birini, Has-bağçede ‘ayş u tarab’ı bu çerçevede düşünmek anlamlıdır bir ihtimal (ben de bir seminerinde Azîz bin Erdeşîr Esterâbâdî’nin Kadı Burhaneddin tarihi Bezm ü Rezm’ini farklı bir heyecanla anlattığını anımsıyorum mesela).6 Tabii, o güne, o geceye mahsus oluyordu bu; ertesi gün müesses nizama dönülüyordu. Hasbelkader ben de birkaç kez –başka öğrencileriyle birlikte- masasında bulunmuştum Halil Bey’in, evet fark ediyordu. Kim bilir, aramızda kolonya üreticisi babasının onun adıyla “Halil” diye bir marka yarattığını, sonrasında aileyi terk edip Mısır’a giden babanın izini aradan yıllar geçtikten sonra bir Kahire seyahatinde aradığını (bulamadığını), “Kalamış” şarkısının niye içine dokunduğunu anlatışını hatırlayanlarımız vardır?
Aşağıda attığım başlıklarda Halil Hoca’nın bana çarpıcı gelen, onu kendi sahası olan Osmanlı tarihinde ve dünya tarihçiliğinde bu derece büyük kıldığına inandığım farklı farklı yönlerine atıfta bulunmaya çabaladım, her bir başlığın da kendine göre önemli olduğunu, bir bütünü tamamladığını düşünüyorum, lakin eğer benden tek bir tanım, tek bir sıfat istenseydi kesinlikle İnalcık’ın araştırmacı kimliğinin öne çıktığını söylerdim.
Bıkmayan, enerjisi tükenmeyen, kılı kırk yaran, iğneyle kuyu kazmaya üşenmeyen, üstelik bu yıpratıcı mesaiyi 100 yaşına (yazıyla yüz!) kadar sürdüren muazzam bir araştırmacıydı Halil İnalcık. Kütüphanede çalışırken yanına yaklaşmak, çalışmasını sekteye uğratmak zaten akıl karı değildi; Hoca hangi tahrir defterinin, kadı sicilinin, mühimmenin, telhisin içinde kaybolmuştu acaba? Ofisinde de durum biraz fark ederdi: eğer konsantre olmuşsa içeri giren işini bir an önce halletsin, kendisini bir ahkâm defteri, bir vakanüvis tarihi veya nasihatname ile başbaşa bıraksın isterdi Halil Bey. Bundan naşi arada küçük çaplı krizler de yaşanırdı: tarih eğitimi almış bir yabancı diplomat İnalcık’la tanışmak istemiş, tanışmıştı da, fakat aklı önündeki belgede olan Hoca bir beş- on dakika sonra gözlüklerinin arkasından sabırsızlıkla kapıya bakmaya başlamıştı. Bir başka sefer, şeref konuğu olduğu bir yemek davetine hiç adeti olmadığı halde haber vermeksizin icabet etmemiş, yaşından dolayı belli bir panik de yaşanmıştı. Oysa Halil Bey yemek saatini beklerken ODTÜ ile Bilkent arasındaki yeşil araziye bakan bir çayevine oturmuş, o esnada bir arşiv materyaline dalınca da zamandan ve mekândan kopuvermişti.
Bazen de şanslı olurdunuz. Odasına girdiğinizde o sırada okumakta olduğu belgeyi göstererek “Biliyor musun, bu ne” diye sorar, yanıtı beklemeden de (esasen beklese de o yanıtın gelip gelmeyeceği ulema beyninde hayli ihtilaflı) örneğin “Bu bir ruznamçe, ha bir de ruzname vardır” diyerek size bir mini seminer verir, onlarca makale ve kitabın muhtevasını yarım saat, kırk beş dakika, bir saat zarfında mükemmelen aktarırdı. Erken yaşlarda geçirdiği bir rahatsızlık hasebiyle bir gözü ciddi anlamda sorunluydu Hoca’nın, bu fotoğraflarda dahi fark edilir, hatta arada uzun okumalarda zorlandığında sanırım bu gözünü kapatarak okurdu. Fizikî olarak benzemezlerdi, ama o anlarda bir başka devimizi, Yaşar Kemal’i anımsatırdı bana.
Başka bir tarihçi İnalcık hakkında konuşurken “Hocan kendini 25-30 yıl arşivlere kapattı, sonra bir çıktı, pir çıktı” demişti, haklılık payı yüksekti bu gözlemin. Gerçekten de Mehmet Genç, Halil Sahillioğlu gibi (Allah bu değerlerimizin birincisine uzun ömür versin, ikincisine rahmet eylesin) az sayıdaki arşiv efsanelerimizden biriydi Halil Bey; doktora öğrencisinden kıdemli profesöre kadar her seviyedeki araştırmacıya yardım edebilecek, tavsiyede bulunabilecek, icabında vakit ayırıp belgesini okuyabilecek bir avuç insandan biriydi, pek çok doktora tezinin, kitabın önsözünde de belirtilir bu destek. Tevazu gösterip kendisinin dile getirdiği 80 yaşından sonra yazmaya başladığı iddiasını zaten bir başka öğrencisi, İlber Ortaylı saygıyla, ihtimamla düzeltti: arşivlerde deliler gibi çalışıyordu, ama en başından beri yazan, üreten bilim insanıydı Hoca. Yarım yüzyıl sonra bile eskimeyen doktora tezi Tanzimat ve Bulgar Meselesi, “Tanzimat Nedir?”, “Sened-i İttifak ve Gülhane Hatt-ı Hümayunu” gibi çalışmaları, Fatih Devri Üzerinde Tetkikler ve Vesikalar ve özellikle Arvanid Defteri (tam adıyla Hicri 835 Tarihli Suret-i Defter-i Sancak-i Arvanid) erken dönemin hasadı ve ileride neler gelebileceğinin kanıtıydı.
Sıklıkla gözden kaçırılıyor, bambaşka vecheleri de vardı İnalcık’ın araştırmacı yanının. Kariyerine on dokuzuncu yüzyıl çalışarak başlamış, Kırım kökeniyle de bağdaştırarak akademik ünvanlarını Kırım- Osmanlı ilişkileri üzerine etüdleriyle almış, en bilinen katkılarını –şahsi zirvesini- on altıncı yüzyıl Osmanlı tarihi çalışmalarıyla yapmış, ama oldukça ileri yaşında kuruluş dönemine de merak sarmıştı; kronolojik anlamda da ilginç bir gelişim çizgisi, bir yandan da çok büyük meydan okuma vardı burada. Yazılı kaynağın son derece sınırlı olduğu kuruluş dönemi için saha araştırmalarına yönelmiş, yer isimleri, coğrafi konumlar gibi ayrıntıları yerinde incelemiş, bu arada da düşme tehlikeleri, ciddi sakatlanma riskleri atlatmıştı Hoca. Diğer yandan, arkeolojinin sadece çok eski devirler için, sözgelimi İyonya, Eolya, Urartu ya da Hitit uygarlığı için geçerli olmadığını, “Osmanlı arkeolojisi” (muhtemelen öncesinde Selçuklu arkeolojisi de) olarak tanımlanabilecek bir imkânın olduğunu savlıyordu İnalcık; arkasının getirileceğini umduğumuz, öncü nitelikli Bursa Bey Sarayı kazısı bu yaklaşımın sonucuydu.
Yeterince uzun süre öğrencisi olamadığına hayıflandığı Fuat Köprülü’nün ve daha az oranda Ömer Lütfi Barkan’ın etkisiyle Fransa çıkışlı Annales ekolünün birinci ve özellikle ikinci kuşağının (Braudel de diyebiliriz) tarihçiliğe getirdiklerinden çok şey öğrenmişti Halil Bey, en başta coğrafyanın, demografinin, nüfus hareketlerinin tarihsel, sosyo-ekonomik önemini. Bazen bence de anlamlı biçimde “toprak meselesi” olarak isimlendirilen hayatî konunun temelinde de esas olarak bu yaklaşım vardı: elde tarımsal arazi olarak ne var, bunun mülkiyeti kimde kalacak, kullanım hakkı kime verilecek, kimin emeği burayı ne şekilde işleyecek? Bu büyük soruların cevabını Osmanlı arşivlerine dayanarak, Akdeniz havzasının tarihsel deneyimini bütünlük içinde inceleyerek (bu arada, Köprülü’nün minimize ettiği Roma ve Bizans etkisini de ciddi oranda hesaba katarak), Max Weber ve en çok da Karl Marx’ın gölgesinde Karl August Wittfogel, Shmuel Noah Eisenstadt ve Alexander Chayanov gibi teorik duraklarda layıkıyla zaman harcayarak “çift-hane sistemi” adını verdiği anlayış ile verecekti İnalcık.7
Kimselerin dikkat etmediği detaylara, ama gerçekten can alıcı olabilecek detaylara mesai ayırır, kafa yorardı Hoca. Hemen aklıma geliveren örneklerden biri “Türk yayı” meselesi. Halil Bey bunun basit bir ok-yay olayı olmadığını söylerdi, okun ve yayın üretimini çalışmış, menzilini, kullanım tekniklerini öğrenmiş, o bilgilerin ışığında da bizlerin göremediğini göstermişti: at üzerinde bu silahı kullanabilen, müthiş bir sürati, hareket kabiliyeti ve dayanıklılığı olan Orta Asya steplerinin savaşçısının elinde ok ve yay zamanının en ileri askeri teknolojilerinden biriydi, Batı’ya doğru yöneldiklerinde kurdukları askerî üstünlüğün temelinde olan mühim bir faktördü ve ateşli silahların yaygınlaşmasına kadar da tahtı kolay kolay sarsılmayacaktı.8 Bir gün de pat diye “Deve nedir?” diye sormuştu, biz gafillerin zihninden meşrebimize göre “Eee...Deve, devedir işte”, “Samed Behrengi’nin bir Püsküllü Deve’si vardı, ne güzel kitaptı”, “Hoca da iyiden iyiye yaşlandı” tarzı cümleler geçiyordu muhtemelen. Sonra da oturup uzun uzun bu kendi halinde görünen hayvanın seferdeki Osmanlı ordusunun beslenmesinin, barınmasının, silahlanmasının –bugünkü tabirle lojistiğinin- bel kemiği olduğunu, tek ya da çift hörgüçlü olmasının dahi fark edeceğini anlatmıştı sabırla.9
Sabır demişken... Bir araştırmacı olarak müthiş sabrına da vurgu yapmak gerekir İnalcık’ın. Bugün maalesef çoğunluğu oluşturan akademisyenlerden, üniversite hiyerarşisinin merdivenlerini bir an önce tırmanmaya hevesli, belli indekslere göre, sıradan çalışmaları basma ihtimali yüksek dergilere yönelik üreten, bilginin bir dili olduğu zehabıyla İngilizce yazmaya çalışan –sıklıkla onu da beceremeyen-, bir kitabı dahi olmayan doçentlerden, profesörlerden ne kadar farklıydı kendisi! Bilgi babında ondan çok şey öğrendim tabii, ama “En başta sana göre olmadıysa, tamam değilse, sakın yayımlama, üzerinde çalışmaya devam!” biçiminde özetleyebileceğim prensibi de son derece değerliydi. Örneği en yakın tarihli çalışmalarından, 2012 basımı The Survey of Istanbul 1455’ten vereyim. Hoca “Önsöz”de, kitabın omurgasını oluşturan metnin büyük kısmının fotokopisini kendisinden önceki kuşaktan Bekir Sıtkı Baykal’dan aldığını, daha sonra şahsi araştırmalarıyla başka tür bir vesika içinde ana metinden koparılmış bir parçayı keşfettiğini söylüyor, sanırım bir aşamada İdris Bostan da bulduğu alakalı bir belgeyi kendisiyle paylaşmış. Halil Bey rahmetli Baykal’dan sözkonusu fotokopiyi hangi tarihte aldığını belirtmiyor, fakat Baykal 1987’de vefat ettiğine göre en azından 20- 25 yıldır (mantık çok daha uzun bir zaman olabileceğini söylüyor) ince ince üzerinde çalışıyor, zamanını, olgunlaşmasını bekliyor. Ben de kendi payıma şunu hatırlıyorum mesela: sene 1996 veya 1997 olmalı, odasına girdiğimde bariz bir heyecanla masasının üzerine yayılmış duran belgeleri göstermiş, “Bir hazineye bakıyorsun, Fatih’in İstanbul’u aldığında ne bulduğunun kaydı bu” demişti. İstese tanınmış ismi, kabul görmüş bilimsel otoritesi, muhtelif bağlantıları ile bu kitabı 5, 10, 15, hatta 20 yıl önce basamaz mıydı İnalcık? Uygun görmemiş, basmamıştı işte.10
Örneği sık görülür: bir akademisyen gerçekten değerli bir araştırmacı, yazdıkları okunası, alanına yeni şeyler katan birisi olabilir, gelin görün ki aynı şahıs pek ders anlatamayan, bildiğini aktaramayan, sorumluluğu altındaki tezleri yönetemeyen kişidir. Tersi de yaşanır tabii, akademisyenimiz dersini çok iyi hazırlar ve sunar, ilgiyi cezbetmeyi bilir, tez danışmanı olarak iyidir, belki karizmatiktir, belki esprilidir... Lakin yok denecek düzeyde yayın yapmıştır, onu da yıllar önce, mesleğinin hemen başında bir tür zorunluluk olarak yapmış, o defteri kapatmıştır. Üçüncü bir kategoride ise, bu iki özelliğe de haiz olmayan, ama –bonus olarak- insani vasıflarında da sorun olanlar vardır ki, evlerden ırak!
Zor, ama araştırmacılığının yanında çok da iyi bir öğretmendi Halil İnalcık. Bunda şüphe yok ki, kimi insanların toplam yaşam süresinden daha uzun bir akademik hayatın, üstelik iki ülkede, iki dilde kurulan bir akademik hayatın, türlü şekilleriyle öğretme pratiğinin getirdiği tecrübenin büyük rolü vardı; 20 yıl önce ben öğrencisi iken seksenini dönmüştü Hoca, ders vermeyi tam ne zaman bıraktığını bilmiyorum, ama birkaç yıl öncesine kadar en azından seminer seviyesinde ders veriyordu, doktora tezlerinin danışmanlığını da sürdürüyordu. “Hocaların hocası” tabiri –bazen de yersiz biçimde- kullanılır, “hocaların hocalarının hocası” idi Halil Bey.11 Bu yüzden de Türkiye’de de, yurt dışında da bir “İnalcık ekolü”nden bahsedilir ki, abartı değildir.
Gayet akıcı, çok geniş kapsamlı ders anlatırdı İnalcık, nadiren bir- iki notu olurdu, irticalen konuştuğu izlenimini verirdi daha ziyade. Ancak zaman içinde yazdıklarını okudukça onun hiç de “hazırlıksız” konuşmadığını, anlattıklarının bazen 10 yıl önce kaleme alınmış bir makaleden, bazen 30 yıllık bir sunumdan, bazen de kafasında taşıyıp 50 yıldır uğraştığı bir temadan kaynaklandığını anlardınız.
Öte yandan, ders, sınav gibi alışılmış faaliyetlerin yanında öğrencilerine ilgilerine, potansiyellerine, onlarda gördüğü ışığa göre başka sorumluluklar, kendi tabiriyle “vazifeler” de verirdi Hoca. Benim vazifelerimden ikisini bir gülümsemeyle hatırlıyorum bugün.
Artık Avrupa tarihinden Osmanlı- Türkiye araştırmalarına yöneleceğim belli olmuş, kronolojik anlamda da geç dönem Osmanlı ve Cumhuriyet tarihiyle uğraşacağım kesinleşmişti, çağırttı beni Halil Bey. Söylediğine göre 1900'lerin başını ele alan bir makale hazırlıyordu, II. Meşrutiyet devri basınını da dâhil etmek istemiş, fakat matbuat tarihimiz açısından çok da önemli, çok da canlı bu dönemi neredeyse unuttuğunu fark etmişti. Kendisi için (uzun değil, 20-25 sayfa!) bir vazife hazırlar mıydım acaba? Günlerce çalıştım, benim için yepyeni şeyler öğrendim, bayağı da hoşuma gitti konu, ama metni teslim ederken İnalcık’ın benim mütevazı çabamı bir kenara atıp unutacağından neredeyse emindim. Öyle olmadı: uzunca oturacağımız uyarısıyla bir, bir buçuk ay sonra ofisine davet etti beni Hoca, benim 20 küsur sayfamın karşısına kendisi de bir 6- 7 sayfa koymuştu, sonra da “unuttuğu” o dönemi iki saate yakın anlattı bana. O çalışma önce Amerika’daki bir doktora dönem ödevimin, sonra da bu coğrafyada ilk sosyologlardan sayabileceğimiz Prens Sabahaddin’i konu alan erken tarihli makalelerimden birinin temelini teşkil etti. Üstümde çok emeği olan diğer büyüğüm Kemal Karpat yaşım düşünüldüğünde kimi ayrıntıları, artık unutulmuş bazı kaynakları nasıl bilebildiğime şaşıyordu, tabii ki haklıydı. Söylemeye gerek var mı, İnalcık’ın bana sözünü açtığı makalesi hiçbir zaman yazılmadı; Usta yalnızca çırak adayına mesleği, edebi- erkanı öğretiyordu.
Diğer vazifem: önümüz yazdı, Halil Bey tatil planlarımı sordu, sonra da çalışmayı düşündüğüm dönem itibarıyla dikkate değer bilgiler bulabileceğim, zengin gazete- dergi koleksiyonlarının bulunduğu Hakkı Tarık Us Kitaplığı’nda biraz vakit geçirmemi tavsiye etti bana. Devamı meşakkatliydi: sorduğum üç- beş kişi burasını duymuşlardı, lakin tam yerini bilemiyorlardı, telefon açtığım bazı kütüphaneler de farklı durumda değildi. Güç bela, Beyazıt’ın arka taraflarında esnafa sora sora ilerledim, artık vardığımı düşündüğüm noktada da karşıma çıkan bir polis memuruna sordum, buralarda bir yerde olmalıydı kütüphane. “Tam karşında kardeşim” dedi polis. Karşımda pazar tezgâhlarının arasında, bir adam boyu yeşil bir kapı vardı ve evet, ben hemen görülebilecek, mimarisiyle “Ben kütüphaneyim” diyen büyükçe bir bina arıyordum, ama aradığım orasıydı. Diğer yandan, bir faninin öyle aklına estiği zaman gelip koleksiyonları karıştırabilmesi de mümkün değildi: bakımını Allah rızası için sanırım esnaftan bir baba- oğulun üstlendiği, bu insanların başka sorumlulukları nedeniyle de ne zaman açılıp ne zaman kapanacağı bilinmeyen, çalışma saatleri belli olmayan bir mekândı Hakkı Tarık Us.12 Acaba beni oraya salarak çalışma ortamlarımızın fiziki anlamda da nasıl olabileceği konusunda bir ders mi vermek istemişti Halil Bey?13
Mezun olduktan, diyelim yanında doktoranızı tamamladıktan sonra da devam ederdi Halil İnalcık’ın öğretmen statüsü, şüphesiz öğrencisi arzu ettiği, bu bağı korumayı talep ettiği sürece. Yalnız bu tercihin yıpratıcı, “yıkıcı” etkileri de olabilirdi arada. Chicago yıllarında tez danışmanlığını üstlendiği, kapsamlı bir doktora yazan öğrencisi aceleye getirmemiş, o tezin üzerinde fazladan senelerce çalışarak bir kitap taslağı hazırlamış, bu taslağın bir kopyasını da (aslında üç aşağı beş yukarı tamam olduğuna inandığı nüshasını) fikrini almak üzere Halil Bey’e yollamıştı. Hafızamda yanlış kalmadıysa “14 sayfa eleştiri yazdım” diyordu Hoca, “Fakat aferin, hepsini dikkate aldı, çalıştı, ortaya iyi bir kitap çıktı”. İyi bir kitap çıkmıştı ortaya çıkmasına da, yazarının umduğundan iki yıl sonra çıkmıştı.
Başlık çarpıcı, değil mi? Bakalım o halde.
Kendisini yakından tanıyan pek fazla kimsenin itiraz edeceğini sanmıyorum, güçlü bir egosu vardı İnalcık’ın, ihtimal uzun ömründe başardıklarında bu egonun da ciddi bir payı vardı. Bir defasında seminer okumalarının listesinin dağıtıldığını hatırlıyorum örneğin, kendi kitapları ve makaleleri haricinde hiçbir şey yoktu, ne Köprülü, ne Barkan, ne Paul Wittek, ne İsmail Hakkı Uzunçarşılı, dönemleri farklı olmakla birlikte ne Niyazi Berkes, ne Mardin, ne Karpat... Osmanlı devletinin tüm dönemleri hakkında, mağripten maşrığa otoriteydi Hoca.
En beğendiği kişilere, en takdir ettiği çalışmalara dahi yönelen, bir aşamada “Ama...” ile başlayan yorum/ itiraz/ eleştirileri de meşhurdu. Artık kendisi de profesör ünvanını taşıyan eski bir öğrencisini kısa zaman önce Avrupa’nın önde gelen yayınevlerinden biri tarafından yayımlanan kitabı hakkında konuşmak üzere davet etmişti bir gün Bilkent’e. Genelini beğenmişti araştırmanın, ancak kendisinin bir makalesine atıfta bulunarak aksayan bir yönü olduğuna işaret ediyordu. Bir gaflet anında “Tabii okudum makalenizi Hocam” demişti konuk, İnalcık da “Bir kez daha okuyunuz, tam anlamamışsınız demek. Benim yazdıklarım bir okumada, o kadar kolay anlaşılmaz” diye yanıtlamıştı. Boynunu büküp okuyacağını söylemişti konuşmacı hocaların hocalarının hocası karşısında.
Bu derece bir ego ile birlikte, beni derinden etkileyen bir cümlesi vardı İnalcık’ın: bir gün “Bizim meslekte ‘Oldum’ dediği an bitmiştir insan” demişti. İşte kendisinin çok ciddiye aldığını düşündüğüm bu cümle onu hayat boyu bir öğrenci kılmış, bu niteliği de dünyanın tanıdığı bilimadamı olmasına büyük katkı sağlamıştı.
Amerika’ya gittikten sonra, yani hayli ileri yaşında teoriye ilgi duymuş, yaklaşık olarak 60 yaşından sonra Marx, Weber gibi klasiklerden okumaya başlayarak kendisi için yoğun bir okuma programı oluşturmuştu.14 Başlarda yazdıkları Türkiye tarihçiliğinde bugün dahi gayet kuvvetli olan, Fransa çıkışlı Langlois-Seignobos çizgisinde, belgeye/ arşive dayalı, böyle tarif edilebilirse anlamaktan ziyade anlatmaya önem veren metinlerdi, devamı ise çok daha derinlikli, farklı farklı bağlamlara açılan, dünya tarihine eklemlenen, ince ince örülmüş çalışmalarla geldi. İnalcık’ın 1950'lerde İslam Ansiklopedisi için hazırladığı Mehmed II ve Murad II maddeleri ile Weber’den hareketle 1980'ler ila 1990'ların başı arasında yazdığını düşündüğüm “Comments on Sultanism” makalesini ele alalım sözgelimi; bu metinler adeta iki ayrı kişinin kaleminden çıkmış gibidir. Vakti daha geniş olan benzeri bir karşılaştırmayı Hoca’nın uluslararası ününü sağlayan The Classical Age ile (1970'ler) bana göre başyapıtı sayılabilecek An Economic and Social History of the Ottoman Empire (1990'lar) arasında yapabilir. İlki ile yetinebilirdi pekala, o günlerde DTCF’den emekli olmuş, Amerika’da dünyaca tanınan prestijli bir üniversitede göreve başlamıştı, kitabını da basmıştı neticede, ama durmadı orada İnalcık, sürekli yeni şeyler öğrenerek, bildiğinin üzerine ekleyerek, kendini tekrardan mümkün mertebe kaçınarak geliştirdi bilimsel kimliğini. Andığım ikinci kitapla da durmadı, onun üzerine yaşı 100’e yaklaşırken –burada değindiğim ya da değineceğim- neler neler koydu.
Hoca’nın “öğrenciliğine” ilişkin şunu da anımsıyorum. Bir söylediğime şiddetle itiraz etmişti günlerden bir gün, bunu da nereden çıkarttığımı, kendisinin diyelim 30 yılda böyle bir şeye rastlamadığını söylüyordu. Benim de kaynağım sağlamdı ama: henüz o yaz İnalcık’ın benim için Bilkent Rektörlüğü’nden sağladığı araştırma bursu ile gittiğim İngiltere’de gördüğüm, üzerinden pek az zaman geçtiği için de künyesini rahatlıkla döktüğüm bir çalışmaydı dayandığım. Netliğim, çalışmayı yapan kişinin de bilimsel kimliği bir soru işareti yaratmıştı sanki kafasında. Aradan üç- beş hafta geçti, başka bir şey için odasına gittiğimde masasının üzerindeki fotokopi yığınını gösterdi, “Oxford’tan, Oriental Institute’dan söylediğin yazıyı istettim” dedi. Gayet ciddi yüzlü, zaman zaman sert ifadeli idi Halil Bey, ama nadiren güldüğünde Tatar kökenleri hasebiyle gözleri adeta çizgileşir, bembeyaz saçlarıyla çok da sevimli olurdu; “Sen haklıymışsın” dedi, gülümsedi rahmetli, “Yine de şımarma”. Buyrun size bir ders daha: dünya çapında, egosu da hayli yerinde otorite gencecik öğrencisinin (ama dayanağıyla, kaynak bilgisiyle) söylediğini bir kontrol etme ihtiyacı hissetmiş, doğru olduğunu görünce kendi bilgisine eklemiş, bundan da yüksünmeyip öğrencisini haberdar etmişti.
Bambaşka bir kontekste, Eduardo Galeano’nun ölümünün ardından yazdığım bir yazıda (daha doğrusu sevgili Tanıl Bora’nın iteklemesiyle genişlettiğim, daha önceden basılmış bir yazıda) değinmiştim bu noktaya. Günümüz bilimadamlarının büyük çoğunluğu –o da çalışkan olanları, belli bir meslekî disiplini olanları- bilginin metalaşma eğiliminin, dolayısıyla önce var olmak için, devamında varlığını sürdürebilmek için “pazara” bir şeyler sürmenin itici gücüyle yalnızca kendi alanlarına ilişkin okuyorlar, yazıyorlar; bunun dışında sözgelimi edebiyata, sinemaya, tiyatroya, hatta gündelik olan- bitene hayatlarında fazla yer yok. Yalnızca Türkiye’ye özgü değil, global bir eğilim bu; neticede de elimizde kötü anlamıyla akademisyenler ve pek az sayıda entelektüel kalıyor.
Entelektüel tarafı olan bir bilimadamı idi Halil İnalcık. Erken Cumhuriyet’in tercihlerinin de etkisiyle çoğu kuşakdaşı gibi Fransız ve Rus klasiklerini bilirdi, 15 geleneksel musikinin yanında mesela Bach dinlemekten zevk alırdı. Bunu ben bilmiyordum, ancak Ortaylı İnalcık’ı Köprülü gibi derinden etkileyen bir diğer hocasının Abdülbaki Gölpınarlı olduğunu kaydediyor.
Hatırladıklarım da var tabii. Bir seferinde Oktay İhsan adında, ilginç şeyler yazan İzmirli genç bir felsefeci arkadaşın olduğunu, kitabını okuyup okumadığımı sormuştu. Şaşkınlıkla “İhsan Oktay Hocam” diye düzeltmiştim, zira Puslu Kıtalar Atlası henüz yayımlanmıştı ve o aşamada kitap zaman içinde kazanacağı kült statüsünden, İhsan Oktay Anar kemik okuyucu kitlesinden çok uzaktı. Bir başka gün de Orhan Pamuk’un Beyaz Kale’sinden dem vurmuş, içeriği itibarıyla Osmanlı tarihinin hangi dönemine denk düşebileceğini, o dönemi iyi anlatıp anlatmadığını sormuştu. Cevabımın tümü tatminkar mıydı bilmiyorum, fakat söze Kemal Tahir’in kendisine Devlet Ana’da yazılanların gerçek olup olmadığını soranlara “Gerçek tabii, ama roman gerçeği” dediğini anımsatarak girdiğimde keyiflenmişti.
Nispeten az bilinen bir özelliğidir, şairdi de Hoca. Nadir olarak bu yönünü ortaya koyardı ve zannederim Türkçenin yanında az miktarda da olsa İngilizce olarak yazdığı şiirleri de vardı. Fazla iddialı değildi ama, ben onun aksine gayet üst düzey bir bilimadamı olmasına rağmen roman yazmayarak potansiyeline yazık ettiğine samimiyetle inanan, bilimle tam olarak anlatamadığını imkân olsaydı sanatla daha iyi anlatacağını düşünen bir başka büyük ismi tanıyorum.
On yıllar boyunca sosyo-ekonomik tarihle, yerine göre nüfus hareketleri ile, yerine göre ticaretle, bazen şehirle, bazen kırsalla, kimi zaman savaşla, kimi zaman maliye ya da diplomasi ile uğraşmıştı İnalcık, ancak vefatına yakın kaleme aldığı Has-bağçede ‘ayş u tarab ile bu kısımda değinmeye çalıştığım kimliğini ortaya döktü bence. Hem de ne döküş! Tüm hayatını Osmanlı tarihine vakfettiği için Osmanlı sanatını, divan edebiyatını ele alması anlaşılabilirdi bir ölçüde, fakat Halil Bey yapıtına İslam uygarlığının etkisi altındaki Doğu edebiyatını, Abbasileri, Safevileri, Timurileri, bilgimiz olduğu derecede Selçukluları, Anadolu beyliklerini de dâhil etti. Muazzam külliyatı içinde bu çalışmanın farklı bir yere konulması gerekir kanımca.16
Divan edebiyatının yanında, sözlü geleneğin, halk edebiyatının da yabancısı değildi Halil İnalcık.17 Yeri gelir Yunus Emre’ye, Pir Sultan Abdal’a, Karacaoğlan’a, Dadaloğlu’na referans verirdi. İmkân olduğunda konuşmalar yaptırmak üzere önemli araştırmacıları davet ederdi Bilkent’e, yine böyle bir sabah buluşmuştuk (erkenciydi Halil Bey, sabah haberlerini –kuşağının tabiriyle ajansı- alır, güne başlardı), lakin öğrenciler olarak gerçekten çok az kişiydik. Anlaşılan Ankara soğuğunda bazılarımız sıcak yatağını terk edememişti. Sinirlenmiş, gelmeyenlere homurdanmış, sonra da birdenbire “Bu bir rıza lokmasıdır” diye başlamıştı. En sonunda da dönüp “Kimin, biliyor musun?” demişti. Söyleyeni de, deyişi de biliyordum ya, onun gibi ezberden takılmadan, baştan başa okuyacak düzeyde değil.
Öyle olmasını çok arzu ederdim, fakat toplumun geniş kesimlerinin saygısını kazanan, söylediklerine itibar edilen benzeri, sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen bilimadamı gibi kamusal entelektüel olmayı, yurtttaş kimliğini öne çıkararak fikirlerini paylaşmayı tercih etmedi Halil Hoca. Gerçekten ülke tarihinde bazı kritik anlarda, kimi dönüm noktalarında o ve onun gibi az sayıdaki bazı değerlerimizin ne düşündüğünü merak ettim, ama galiba birtakım tartışmalara girmenin bilimadamı niteliğini zedeleyeceğine inanıyordu. Diğer yandan, bu sessizliği anlamak için belki de Doğu toplumlarında bilimin gelişim çizgisi hakkında düşünmenin, iktidar ile eğitim arasındaki ilişkinin, herhalde en fazla da güçlü devlet geleneğinin üzerine kafa yormanın da faydası olabilir.
Tam anlamıyla bu kapsamda ele alınamayacak bir girişimin –tabii başarılı olsaydı- sonucunu merak ederim ama. Halil Bey biz öğrencilerine anlatmıştı, daha sonra birkaç söyleşisinde de rastladım. 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra yönetime el koyan komite birçok başka meselenin yanında memleketin doğusuna da ilgi duymuş, İnalcık ve Ankara Üniversitesi’nden bir başka arkadaşından Doğu Anadolu’ya dair bir rapor hazırlamaları istenmişti. Aktardığı kadarıyla, meslektaşı ile birlikte bölgenin etnik açıdan, dil bakımından, inanç sistemleri penceresinden ayrıntılı bir dökümünü çıkartmıştı İnalcık (Kürtlerin ve Kürtçenin yok sayıldığı, Aleviliğin utangaç bir biçimde anıldığı yıllardan bahsediyoruz), Doğu Anadolu gerçeğinin hakkıyla, tüm detaylarıyla anlaşılması için de yörenin tarihini, kültürünü, dillerini, etnik kompozisyonunu bilimsel olarak araştıracak bir enstitünün kurulmasını önermişlerdi.18 Fikir ilk anda heyecan yaratmış, komite raporu ilgiyle okumuş, bu konuda birşeylerin yapılmasının uygun olacağı düşünülmüştü, ancak aradan biraz zaman geçince akl-ı selim galip gelmiş, böyle bir girişimin bölücülüğü tetikleyeceği gerekçesiyle rapor rafa kaldırılmıştı. Hikâyenin devamını biliyoruz, sonraki yıllarda bu sayede ayrılıkçılık vesaire yaşanmadı zaten.
Benzer bir noktayı hayli zaman önce bir başka öğrencisi, yanlış anımsamıyorsam 20 yıl kadar önce Doğu Batı dergisinde Özer Ergenç dile getirmiş, İnalcık’ın yerliliğine vurgu yapmıştı; ben buna ek yapıyor, Halil Bey’in erken dönem Cumhuriyet’in bir ürünü olduğunu iddia ediyorum.
Gerçekten de kuşakdaşı sayılabilecek Şerif Mardin, Kemal Karpat, Talat Halman gibi eğitimlerinin –özellikle de meslekî eğitimlerinin- en azından bir kısmını yurt dışında alan isimlerin aksine, İnalcık tümüyle Türkiye’de yetişmişti (bu açıdan, sanırım İlhan Başgöz’le karşılaştırılabilir). Öğretmen okullarından (Balıkesir, bir ara Sivas aklımda kalanlar) yola çıkmış, DTCF’nin kurulmasıyla ve kendisinin de dile getirdiği üzere bir misyon mantığıyla, genç Cumhuriyet’in mücadelesini bilim alanında vermek maksadıyla üniversiteye burada başlamış, diplomalarını aldıktan sonra kariyerinin ilk kısmının tümünü bu kurumda geçirmiş, akademik ünvanlarının hepsini aynı çatı altında almıştı. Araştırma için dahi yurtdışına hayli geç bir tarihte çıkmıştı Halil Hoca, Chicago yılları ise Türkiye’den emekli olduktan sonra, neredeyse altmış yaşına yakınken başlamıştı.19 İngilizceyi de ileri yaşta öğrenmişti bildiğim kadarıyla (ama, geçen yüzyılın başlarında daha itibarlı olan Fransızcası vardı), örneğin The Classical Age’i doğrudan İngilizce olarak kaleme almamış, kitap sonraları kendileri de çok önemli tarihçiler olacak olan Norman Itzkowitz ve Colin Imber tarafından tercüme edilmişti. Bu son nokta vurgulanmalı, altı önemle çizilmeli kanımca: bilginin dominant bir dilinin olmadığının, aslolanın bilgiyi kazanmak olduğunun mükemmel bir örneğidir Halil İnalcık; bu bilgi edinildikten sonra onun İngilizceye, Fransızcaya, Rusçaya, Çinceye çevrilmesi sadece ayrıntı, bir zaman meselesidir. Dolayısıyla manasız aşağılık komplekslerine kapılmamakta, akademik yükseltmeleri baskın olarak İngilizcenin hüküm sürdüğü birtakım indekslere, bu indekslerin içinde yer verilen çok çok farklı kalitedeki yayınlara bağlamamakta fayda vardır. 20 Böyle tuhaf kriterlerle değerlendirildiğinde bugün İnalcık’a doçentlik verilir miydi acaba, şüpheli doğrusu...
Yaş grubunun çoğunda gözlemleneceği üzere Cumhuriyet’e kişisel, duygusal bir bağı da vardı Halil Bey’in. Bir söyleşisinde çocukluğunda, gençliğinde Ankara’da bulunma hasebiyle kendisini Atatürk’ün evinde oturuyor hissettiğini naklediyordu mesela. Bilkent’teki bir 10 Kasım anmasında kürsüde konuşmaya başlamış, öğrenciyken Atatürk’le karşılaşmasını anlatmaya niyetlenmiş, ama biraz sonra o günlerde herhalde 65- 70 yıl geride kalan bu anı yüzünden hüzünlenip “Kusura bakmayın, babam gibi severdim, biraz ara vereyim” diyerek hazır bulunanlardan müsaade istemişti. Doğal olarak, salonda çok farklı ardalanlardan, bambaşka görüşlerden kimseler bulunuyordu, lakin herkes bir tuhaf olmuştu sanki o gün.
Erken Cumhuriyet’in kurumlarına da sempatisi vardı, müthiş bir yıkımdan sonra iyi, ümidvar bir başlangıcın yapıldığına, o ilk heyecanın arkası getirilebilse pek çok şeyin farklı olabileceğine inanırdı sanırım. Sert, hatta bazen kırıcı olabildiğine değinmiştim, fakat konuşurken hep nazikti, söylediklerinde itinalıydı Hoca. İstisnasına bir kez şahit olmuştum: biraz alakasız bir ortamdı, benim doktoraya alınma jürimdi aslında, ancak bir noktada durulmuş, sohbete geçilmişti. DTCF’deki kendi gençlik zamanlarını, akademik kariyerinin ilk yıllarını anlatıyordu İnalcık. Almanya’dan davet edilen çoğu Yahudi, sol eğilimli muhalif akademisyenlerin, aynı zamanda o yılların güç koşullarında yurt dışında devlet bursuyla okuyup dönen genç kuşağın katkılarından, üniversitedeki atmosferi nasıl bir anda değiştirdiğinden bahsediyordu, sonra biraz duraladı, bu değişimden rahatsız olanların olduğunu, hatta aşırı milliyetçi olarak tanınan bunlardan birinin merdivenlerde Alman bir profesörün ardından, onun da duyacağı şekilde “Attıracağım seni buradan” diye haykırdığını söyledi. Onca yıl sonra, dişlerinin arasından hınçla “Hayvan herif” dedi sonra (Hoca düşünüldüğünde galizdi bu ifade), “Gönderdiler adamcağızları, anında kaptı Amerika, İngiltere. Onlar kalsaydı, Boratav, Berkes, Boran gibilere kıymasalardı, bambaşka bir yer olurdu Dil Tarih”.21 Belirtmeli, Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes ya da Behice Boran’la ideolojik bir yakınlığı yoktu İnalcık’ın, hatta birçok konuda ters düşmeleri mukadderdi, ama değerli olduklarını, akademik birikimlerini takdir edebiliyordu, bu potansiyelleriyle geleceğe ilişkin bir ümidi temsil ettiklerini görebiliyordu.
Bu söylediklerimin ışığında, Halil İnalcık’ın belli bir tür milliyetçiliği olduğu, sağ Kemalizm şemsiyesi altında nitelendirilebilecek bir milliyetçiliği olduğu da belirtilmelidir. Cumhuriyet’in kazanımlarını önemseyen, esasen çok önemseyen, ama yetiştiği dönemlerde etkili olan Türk Tarih Tezi veya Güneş-Dil Teorisi gibi baskın eğilimlere rağmen Osmanlı, Selçuklu geçmişini, İslam uygarlığı çerçevesini reddetmeyen (bu noktada erken Cumhuriyet yönetiminin Köprülü’ye tanıdığı görece özerkliğin payı görülebilir), fakat bu geçmişe dönmenin imkân dâhilinde olmadığını, böyle bir özleme gerek de olmadığını, iktisadî, siyasî, sosyal, kültürel anlamda o devrin kapandığını net olarak gören bir okumadır bu. Yazdıklarının belgeye dayalı niteliğinden naşi Batı dünyasının yanında eski Osmanlı coğrafyasında, örneğin bugünün Balkan ülkeleri ya da Arap ulusları nezdinde ilgiyle karşılandığı düşünüldüğünde, Hoca’nın buralardaki saygınlığı göz önüne alındığında fazla aşırı sayılamaz belki bu tavrı. Yine de, kafasında araya büyük fark koymaksızın Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet’i “Türk” ortak paydasında buluşturmasından dolayı, bir yandan yüzyıllardır kapanmayan bazı eski hesapların bugün de ısrarla izinin sürüldüğü kanısındadır (Avrupa Birliği’ne yönelik kuşkucu, yıllar içinde zaman zaman düşmanca yaklaşımı bununla alakalıdır); diğer yandan sözünü ettiğim Türk’ü dünya tarihine, modern dünyanın oluşumuna en etkin biçimde katmaya çalışmaktadır.
Şu son söylediğimi netleştirmek babında yıllardır kafamın bir kenarında kalmış olan, hâlâ da zihnimi kurcalayan bir örneği paylaşayım. İnalcık Osmanlı devleti’nin Avrupa ile Doğu dünyası arasındaki ticaret yollarını kestiğini, bunun sonucunda Avrupa’nın İspanya, Portekiz öncülüğünde, devamında İngiltere, Fransa, Hollanda’nın katılımıyla coğrafi keşiflere mecbur kaldığını, Osmanlı olmasa bugün anladığımız anlamıyla –Avrupası, Amerikası ile- Batı’nın varolamayacağını, yükselemeyeceğini savlar. Tarihsel olarak ele alındığında haklılık payı yüksek bir iddiadır bu, gelgelelim Hoca bütün birikimiyle bahsettiği faktörün niteliksel açıdan Batı’nın gelişim çizgisine sözgelimi İtalyan Rönesansı, Sanayi devrimi, Alman felsefesi, İskoç Aydınlanması, Fransız devrimi gibi bir “katkı” olmadığının, tam tersine bir öteki, hem de düşman bir öteki yaratmanın taşlarını döşediğinin farkında mı değildir, yoksa bunu görmeyi mi reddetmektedir?
İnalcık’ı anarken belki ona olan bir gönül borcumu, bunca yılda aramızda bir kere bile konuşmadığımız bir minnettarlığımı kayda düşmenin de zamanıdır. Akademik kariyerimi tamamen bitirmeme sebep olabilecek kritik bir kararın eşiğinde ummadığım bir destek vermiş, aklımdan bile geçmeyen bir şekilde sahip çıkmıştı öğrencisine rahmetli. Benzeri bir desteği yıllar sonra, yine can alıcı bir dönüm noktasında diğer Ustam, eskilerin tabiriyle “Kemiğim kırılsa içinden hakkı çıkacak”, üzerimde çok emeği olan Kemal Karpat verecekti.
Bilkent’te Avrupa tarihi üzerine olan yüksek lisansımı bitirmek üzereydim, kısa bir süre sonra tezimi yazmayı tamamlayıp savunmamı yapacak, sonrasında ise doktora düzeyinde Osmanlı-Türkiye etüdlerine yönelecektim. Bu kararımın arkasında Türkiye’den Avrupa tarihi çalışmanın zorlukları, bu çabanın önündeki yapısal engellerin yanında danışmanımın tavrının da ciddi etkisi vardı. Kulakları çınlasın, herhalde iyi bir insan, lakin olumsuz anlamıyla değişik bir akademisyen, ilginç bir karakterdi kendisi. Adeta bir saplantı biçiminde tarihte teorik yaklaşımların, bununla birlikte ideolojik yaklaşımların yeri olmadığını savunuyor, aslında gayet ideolojik olarak (burada salt büyük harfli ideolojileri düşünmeyin) tarihçilikte ideolojinin kullanımına karşı çıkıyordu. Biraz karışık oldu değil mi, ihtimal bir- iki örnek daha açıklayıcı olur: aynı anda Marx’a da, Weber’e de “çöp” diyordu mesela ya da Perry Anderson, Louis Althusser gibi isimlerin yazdıklarına “okul çocuğu Marksizmi”. “Peki, ne okunmalı, kim model olarak düşünülmeli” dediğinizde de yanıtı kendi danışmanının okunması gerektiğiydi; maalesef, onun da bir kalın kitabı vardı ve tüm iyi niyetimle okumama rağmen pek öyle ufuk açacak, insana çok farklı pencereler sağlayacak gibi görünmüyordu.
Hal bu olunca yüksek lisansın ders aşamasında da sorun yaşamıştık danışmanımla tabii, fakat fazla şiddetlenmemişti çekişmemiz; bölümün tüm hocalarının, kimi başka bölüm hocalarının, her şeyin ötesinde doğrudan Halil İnalcık’ın takdir ettiği, yeteneğine inandığı öğrencinin üzerine açıktan açığa gelemiyordu muhatabım. Ancak, en son anda sert bir vuruş yaptı, ben artık savunmaya hazırlanırken –galiba bir ay kalmışken- dört bölümden oluşan tezimin daha önce onay verdiği üç bölümünün yeniden yazılması gerektiğini, bir uzatma almamın düşünülebileceğini, eldeki şekliyle tezime savunmada olumlu görüş vermeyeceğini söyledi. Tahminen bu tavırda Avrupa tarihinde devam etmememin, zaten az olan öğrenciler arasından kapasiteli bir tanesini kaybetmenin tesiri, belki hırsı da vardı.
Ne kadar dışarı verdim bilmiyorum, sarsılmıştım. Hemen İstanbul’a döndüm ve bana her zaman, her koşulda destek olmuş olan Anneme, rahmetli Babama, can yoldaşıma tezimde bir değişikliğe gitmeyeceğimi, icap ederse, şartlar beni oraya zorlarsa akademik hayatıma nokta koyacağımı söyledim. “Köprüyü geçene kadar” anlayışının hâkim olduğu topraklardı bizim coğrafyamız, ama böyle tavizler vererek (ki böyle başlanırsa arkasının bin beter geleceği, bir çarkın içine girilirse yıllar geçtikçe iyiden iyiye kirlenileceği aşikârdı) alacağım derecelerle, sonrasında unvanlarla ben bilimsel kimliği, bilgi üretme sorumluluğunu, entelektüel cesareti bağdaştıramıyordum.
Ankara’ya döndüm, savunma tarihini beklemeye başladım, tezime güvendiğim için umudum artık jürideki diğer iki üyenin değerlendirmesindeydi (alan itibarıyla, Halil Bey yoktu jüride). Bu arada mevzu duyulmuş, arkadaş olsun öğretim görevlisi olsun beni sevenler –şüphesiz iyi niyetle- bir delilik yapmamam için sıkı bir ikna gayretine girişmişlerdi. Kararım değişmedi ama, artık ne olacaksa olsundu!
Sonra hiç beklenmeyen bir gelişme yaşandı: Halil Bey tez jürimin önüne aniden benim doktoraya alınma sınavımı koydu, yukarıda da bir kısmımı anlattığım insana kendini sınavda hissettirmeyen sıcak, dostane bir ortamda doktora programına kabul edildim. Gerilimden tabii ki haberdardı İnalcık, yine de buna değinmedi dahi. Artık danışmanımın elinde bir şey kalmamıştı, savunmamda tezime dair fikrinin değişmediğini, lakin ne çare Hoca’nın ağırlığını koyduğunu, beni derecemi almamı dahi beklemeden doktoraya kabul ettiğini söyleyerek bir nevi teslim oldu. İnsani açıdan acıklı bir durumdu bu, ama kendi kendini koyduğu ve kararını savunamadığı, gerçekten direnmesi gerekiyorsa direnemediği, karakter göstermesi gerekiyorsa gösteremediği bir durumdu.
Yurt dışına gidene kadar bir buçuk yıl kadar daha kaldım Bilkent’te, ama Halil Bey’le aramızda hiç açılmadı bu konu. Ben de sözünü etmedim, o da. Yine de, bugün anısı önünde eğilirken onu anlamak için gerekliliğine inandığımdan anlatıyorum işte. Tahminim o ki, o zaman ben konuyu açsam da “Yapmadım ben bir şey, müdahale etmedim. Sen de bundan sonra derslerine güzel güzel çalış, hocana saygılı ol” diyecekti. Var olan düzene ciddi anlamda eleştirel bir bakışı yoktu İnalcık’ın, her türlü otoriteye de –devlete de, aileye de, yönetim kademelerine de, bu arada danışmanlara da- saygısı vardı, fakat her şeye rağmen gözünün önünde yaşanan haksızlığa kayıtsız kalmamış, bir ışık gördüğü öğrencisinin kurban edilmesinin önüne set çekmişti.
Ezici bir çoğunluğa nasip olmayacak uzunlukta, üstelik arzu ettiği gibi, çok büyük başarılarla dolu bir ömür yaşadı Halil İnalcık, ama “Âlimin ölümü, âlemin ölümü” denilmiş vaktiyle. Hele de göçüp giden böyle bir alim, böyle muhteşem bir birikim ise... Yanılmıyorsam kendisi de uzun bir ömür yaşayan Orhan Şaik Gökyay son yıllarında söylemişti, “Kafamın içinde muazzam bir bilgisayar var, ne yazık ki ben gittikten sonra kimse giremeyecek”.
Sizinle gerek benim yurtdışı zamanlarım, gerekse ihmalkârlığım dolayısıyla uzun yıllardır görüşemedik Hocam, galiba içten içe ben de çoğumuz gibi sizin hiç ölmeyeceğinizi, her ihtiyaç duyduğumuzda orada olacağınızı sanıyordum. Hakkınızı helal edin! Adettendir, yüz yüze olsaydık siz de bana “Sen de helal et Kaan” derdiniz muhtemelen, benim sizde ne hakkım olabilir ki, Anadolu’da dendiği gibi “Karınca ayağı kadar varsa helal olsun”. Eğer bir “Ötesi” varsa, tabii orada da aynı cenaha düşersek birgün görüşmek umuduyla...