Haluk Oral: Nâzım Hikmet, bir aile yaşantısı kurmaya çalışan ama ideolojisinden dolayı kanunların da pek izin vermediği bir hasretin peşinde koşan bir adam. Bütün ömrü boyunca da bu şefkati aradı...
11 Temmuz 2019 10:00
Haluk Oral, yeni kitabı Nâzım Hikmet’in Yolculuğu ve küratörlüğünü yaptığı Nâzım’a Yolculuk sergisiyle, ailesinden başlayarak şairin yaşamından izler taşıyan birçok belgeyi gün ışığına çıkardı. Kitapta ve sergideki birbirinden eşsiz belge ve fotoğrafla Nâzım Hikmet’in bilinmeyen yönlerini ortaya koyarken büyük şairi bir kez daha gündemimize getirdi. Kitapla ilgili yazılar, söyleşiler peş peşe geliyor. Haluk Oral’ın yazma sürecine, çalışkanlığına ve heyecanına tanık şanslı biri olarak söyleşiyi yalnızca bu kitapla sınırlamak istemiyorum. Cemal Süreya’dan esinle yazarın hayatı da röportaja dâhil olsun diyerek daldan dala, kitaptan kitaba konuşmayı seçtik.
Saymakla bitmeyecek özelliklerin var. Matematik profesörü Haluk Oral, Çanakkale Savaşı uzmanı Haluk Oral, edebiyat araştırmacısı, koleksiyoncu, yazar Haluk Oral, baba, evlat, arkadaş Haluk Oral… Öyle çok yönlüsün ki söyleşiyi nasıl açacağımı bilemedim. Yetişkinler küçük çocuklarla iletişim kurmaya çalışırken “Büyüyünce ne olmak istiyorsun” diye sorarlar ya, oradan başlayalım. Çocuk Haluk’un yaşam planı neydi?
Okumak. Üniversite okumak yani. İlkokulda, ortaokuldaki planım oydu ama meslek konusunda bir tercihim yoktu açıkçası. Lisede matematikçi olayım diye karar verdim.
Edebiyata ilgin var mıydı lisede? Ezbere epey şiir biliyorsun.
Her zaman vardı, edebiyatım da her zaman çok iyiydi. Hatta lisedeki edebiyat öğretmenim Numan Külekçi üniversitede matematiği seçtiğim için bana darılmıştı biraz. Edebiyatçı olmamı istiyordu. Öğretmenim bir şairi anlatırken onun bir şiirini ezbere okurdu. Ondan çok etkilenirdim ve ben de okuyayım isterdim. Bir şairi öğrenirken onun en az bir şiirini ezberleyeceğim demiştim lisede ve bunu yaptım.
Kanada’da matematik doktorası ve öğretim üyeliği yaptığını, “Kodlar Teorisi ve Kombinatorik” alanında çalıştığını biliyoruz. Türkiye’ye dönünce emekli olana kadar Boğaziçi Üniversitesi’nde çalıştın. Bütün bu yoğunluk arasında edebiyat arşivciliği nasıl başladı?
Türkiye’ye döndükten sonra başladı, yani 90’da falan imzalı kitap toplamaya başladım. Tabii sırf imzalı kitapla kalamıyorsun, diyelim ki Cahit Sıtkı’nın bir imzalı kitabını buldun, sonra başka bir sahafta Cahit Sıtkı’nın yazdığı bir mektubu buluyorsun… Sahaflarda onları bulmak da o zaman, bugünle kıyaslarsan, çok çok kolaydı… Buldukça aldım, kenara koydum. Benim hiç yazmak falan gibi niyetim yoktu ama belgeleri buldukça epey ilginç bilgilere ulaştım. Sonra onlarla ilgili yazı yazmam istendi, ben de yazmaya başladım.
Koleksiyonunun senin için önemli olan ilk parçası Nâzım Hikmet’le ilgili. Kitabının son bölümünde bunu anlatıyorsun, çok hoş bir öykü okuyormuşum duygusuna kapıldım. Burada da kısaca anlatmanı rica etsem.
Kanada’da Stanley Morisse adlı Antalyalı bir Rumla tanıştım, epeyce ahbaplık ettik. Bana hediye ettiği kitaplar arasında Nâzım Hikmet’in ona imzalayıp verdiği bir kitap vardı.
Ama o güne kadar sen imzalı kitap biriktirmiyorsun.
Biriktirmiyorum, aslında şöyle, Hasan İzzettin Dinamo’yla tanışıyorduk. Kutsal İsyan ve Kutsal Barış’ı okurken, o kendisine imzalanmış birkaç kitabı vermişti bana. Rıfat Ilgaz’ın imzaladığı Hababam Sınıfı falan. Çok hoşuma gitmişti ama o imzalar beni çok heyecanlandırmamıştı açıkçası. Stanley Amca’nın verdiği kitapta, Nâzım Hikmet’in imzasını gördüğümde bir imzanın ne kadar heyecan verici olabileceğini fark ettim. Türkiye’ye döndükten sonra da kimin imzasını bulursam topladım. Böylece bildiğin o koleksiyon çıktı.
Peki, baştan beri bir sistem var mıydı aklında?
Hayır, ne bulursam aldım, çünkü o zamanlar imzalı kitap toplayan hiç kimse yoktu, sahaflar imzalı kitapları ayrı yerlerde tutmuyor, yüksek fiyatlara satmıyorlardı. İmzasız bir kitapla imzalı bir kitap neredeyse aynı fiyataydı. E, o zaman niye imzalısını almayayım? Ondan sonra bir sürü imzalı kitabım oldu. Sahaflar da çok destek oldu. “Bir abi var, bunları topluyor” diyerek imzalı kitapları bana ayırıyorlardı. İlk birkaç senede binlerce kitap topladım o şekilde.
Peki, Osmanlıca okumayı bu belgelere ulaşmaya başladıktan sonra mı öğrendin?
Yok, aslında ben çok eskiden beri para koleksiyonu da yaparım, artık çok yapmıyorum ama…
İmzalı kitap toplamaya başlamadan önce mi?
Kitaptan önce. Osmanlı paraları topladım uzun müddet, hâlâ durur evin kenarında köşesinde. O Osmanlı paralarını okuyabilmek için –babam eski paraları alır eline okurdu, hayran kalırdım ben niye bunu yapamıyorum diye– eski paraların üstündeki yazıları okuyacak kadar öğreneyim diye başladım eski yazıya, sonra kitap da okumaya çalışayım dedim. Bir iki hafta içinde de kitap yazısını sökecek hâle gelince devam ettim. Tabii bunun çok faydasını gördüm belge toplarken, çünkü bundan 30 sene önceyi düşün, eski yazılı kâğıtları sahaflar kapının önüne koyardı, ne alırsan 1 lira gibi. O kadar çok çıkardı ki. Sonra bunlardan okumaya ve almaya başladım. Çok enteresan, böyle “ne alırsan 1 lira”ların içinde Enver Paşa imzalı mektuplar bile buldum birkaç tane. Eski yazıyı daha iyi okumak için teşvik etti bunlar beni, şimdi fena değil, yani el yazısı da okuyabiliyorum. Orhan Veli konusunda çok faydasını gördüm bunun, çünkü Orhan Veli bütün mektuplarını eski harflerle yazıyor. 1914 doğumlu, yani harf devrimi olduğunda 14 yaşında. O zamana kadar zaten eski harflerle yazmaya alışmış, hemen hemen bütün mektupları eski yazıylaydı.
Çalışmalarında işine yarayacağını düşündüğün başka bir dil daha bilmek ister miydin?
Çanakkale Savaşları’yla ilgili araştırmalarımda eski yazının yanı sıra İngilizcenin çok faydasını gördüm, çünkü Avustralya ve İngiliz kaynaklarını da kullandım. Daha sonra bir Avustralyalı ve bir İngilizle ortak bir Çanakkale kitabı daha yazdım. Nâzım Hikmet kitabını yazarken Rusça bilsem ne güzel olurdu dedim, çünkü Nâzım Hikmet’in yurt dışındaki hayatını araştırmak için bence Rusça bilmek gerekir. Eski metinleri okurken özellikle şiirlerin çoğunda Farsça ve Arapça var, dil olarak Farsçayı çok seviyorum, şiirsel geliyor bana. Farsça bilmiş olmayı isterdim.
Hegel’in bir sözünü anımsıyorum, “Bilindik olan kesinlikle doğru bilinmez,” ya da “Çok bilinen aslında az bilinendir,” gibi çeviriyorlar. Senin çalışmaların insanların en çok bildiklerini sandıkları alanlarda aslında pek çok bilinmeyen olduğunu gösteriyor. Neredeyse yeni bir kitap yazılamaz diyeceğimiz bir durumda sen yepyeni belgelerle ortaya çıkıyorsun. Peki, yaşam öykülerine yaptığın bu katkılar sanatçıların şiirlerini inceleyenler için yeni bir bakış açısı getiriyor mu sence? Yapıtlarının anlaşılmasına, eleştirilmesine dönük katkısı oluyor mu?
Tabii ki. Mesela Orhan Veli askerlikte arkadaşlarına yazdığı mektupların bazı satırlarını şiirinde kullanmış. Öğretmen bir arkadaşına yazdığı romanla ilgili açıklamalar yaparken verdiği bir örnek daha sonra bir şiirinin dizeleri olmuş. Yine bir arkadaşına Saros Körfezi’nde deniz kıyısında kurduğu hayali anlatıyor, o daha sonra Destan Gibi kitabının önemli bir bölümünü oluşturmuş.
Nâzım Hikmet için de böyle örneklerin var kitabında. Münevver’in yazdığı mektup örneğin…
“Karımın İstanbul’dan Yazdığı Mektup” adlı şiiri, Münevver’in yazdığı bir mektuptur aslında. Nâzım Hikmet’in o kadar hoşuna gidiyor ki bu mektup, onu şiir hâline getiriyor. Mektubu yazan Münevver ama Nâzım Hikmet bundaki şiirselliği görebiliyor. Münevver çok aydınlık bir kadın, kendini çok iyi ifade ediyor, anlatımı çok iyi. Hissettiklerini mektuba dökmüş. Nâzım Hikmet de o mektubun içindeki şiiri seziyor, çıkarıyor; hani sanatçının mermerin içinden heykeli çıkarması gibi. Birkaç kelimenin yerini değiştirerek şahane bir şiir hâline getiriyor.
Söz Münevver’den açılmışken, biraz magazinel bir soru geldi aklıma. Nâzım ve kadınlar… Piraye, Münevver, Vera…
Ben Nâzım Hikmet’in kadınlara hep bir şefkat arayışıyla yaklaştığını düşünüyorum. İlk iki evliliği de dâhil ama o zamanlar çok gençti. Tabii biliyorsun, ilk evliliğini Nüzhet’le yaptığında 20 yaşında falandı. Bu evlilik dört sene sürdü sürmedi, zaten bu sürenin çoğunu birbirlerinden ayrı geçirdiler. İkinci evliliğini Lena’yla yaptı, bir doktordu, onunla da çok uzun süre beraber olamadılar, Nâzım Hikmet 1928’de Türkiye’ye döndü, Lena vize alamadığı için gelemedi ve genç yaşta öldü. Ondan sonra sevdiği bütün kadınlar, Piraye, Münevver, Vera, bunlar hep daha evvel anne olmuş kadınlar. Dikkat edersen, Nâzım Hikmet kaçamak yapmaktan çok evliliği seçiyor. Anneliği tatmış kadınlarda belki şefkati daha kolay bulacağını düşünmüş olabilir bilinçaltında. Hani bizim anladığımız anlamda çapkın bir adam falan değil Nâzım Hikmet, bir aile yaşantısı kurmaya çalışan ama ideolojisinden dolayı kanunların da pek izin vermediği bir hasretin peşinde koşan bir adam. Bütün ömrü boyunca da bu şefkati aradı bence.
Bir süredir nehir söyleşiler ve yaşam öyküsü tür olarak ön plana çıktı. Senin kitaplarının da bu konuda yol açıcı olduğunu düşünüyorum. Günümüzde “sıradan kişiler” bile sosyal medya aracılığıyla özel yaşamlarını sergileme gereksinimi duyuyorlar. Yaşam öyküsünün çok okunur bir türe dönüşmesinde bunun da etkisi var mıdır sence?
Onu bilemiyorum ama ben kendi açımdan şöyle söyleyebilirim: Mesela Orhan Veli’yi araştırmak için mutlaka özel hayatına, mektuplarına bakmak lazım diye düşündüm. Çünkü ben şiiri son ürün olarak görüyorum. Şair o şiiri yazarken pek çok şeyi bir araya getiriyor. Bir kere kendisi korkunç bir çalışma içine giriyor, hayatındaki bazı şeyler o şiirin dizelerine yansıyor. O şiiri yazarken şairin düşündükleri ve çektiklerini bilmek benim gözümde o esere bir şey katıyor. Ve ben de yeni bir şey keşfetmiş gibi hissediyorum kendimi.
Hiçbir zaman “Bu okuyucunun ilgisini çok çeker, ben de buna göre böyle bir kitap yazayım” diye düşünmedim. Bir şairin el yazısı bir şiirini buldum diyelim; bu şiiri ne zaman yazmış, kime yazmış derken, onunla ilgili bilgiler yıllar içinde yavaş yavaş sağdan soldan gelip damladığı zaman onları bir araya getirmek bana büyük bir zevk veriyor. Aldığım notlarla Şiir Hikâyeleri ortaya çıktı. Okura duyduğum saygıdan biraz daha eli yüzü düzgün anlatayım bu notları diye düşündüm. Aynı şekilde Orhan Veli ve Nâzım Hikmet kitaplarına çalıştım.
Nâzım’dan sonra yazmayı istediğin biri var mı? Keşke elimde belgeleri olsaydı, dediğin biri?
Yok, mesela Yahya Kemal benim için her zaman çok ilginç bir insandır ama Beşir Ayvazoğlu Yahya Kemal’le ilgili o kadar güzel, kapsamlı kitaplar yazdı ki ben onların üstüne bir şey koyamam, yani mümkün değil. Bir de şöyle bir şeyi açık ve net söyleyeyim, yıllar evvel atılmamış bir tohum bundan sonra bende yeşermez. Yani Orhan Veli olsun, Nâzım Hikmet olsun, Çanakkale Savaşları olsun, bunlar yıllarca evvel atılmış tohumlardan yeşeren ürünler.
Koleksiyonundaki belgelerden hayatını merak ettiğin ve anlatmak istediğin biri?
Ya, evet, aslında elime kimin bir belgesi geçerse geçsin hayatını mutlaka merak ederim ama bu onunla ilgili bir kitap yazmaya kadar gitmez, bir iki makale olur belki ancak. Şefik Bey var mesela. Miralay Şefik, (Albay Şefik Aker), Çanakkale Savaşı’nın ünlü 27. Alay kumandanı, daha sonra Kurtuluş Savaşı’na da katıldı. Onunla ilgili elimde belgeler var zaten, yıllardır da onunla ilgili epey bir şey arıyorum ama Şefik Bey, Türk kamuoyunda ne Orhan Veli ne de Nâzım Hikmet kadar tanınan biri. Onunla ilgili bir kitap yazabilirim ama o sadece Çanakkale meraklısı insanların çok çok iyi tanıdığı, bildiği bir adam olacak, tabii edebiyat kitabı değil de bir tarih kitabı olacak ama sordun diye söyledim, yani şu adamın bütün her şeyi elime geçsin de hakkında bir kitap yazayım diyeceğim başka biri yok.
Nâzım’la ilgili ulaştığın belgelerden seni en çok şaşırtan ya da edebiyat tarihi açısından önemli bulduğun hangisi oldu?
Vâlâ Nureddin’le birlikte yazdıkları “Abaş Baba Türbesi” adlı şiiri. On dokuz yaşında iki genç çocuk İnebolu’da bir tepedeki türbede oturup bu şiiri yazıyorlar. Biraz araştırdım, tam türbe olup olmadığı bile belli değil, yani Romalılardan kalma eski bir şey de olabilir, bir kale kalıntısı belki. Bölge halkı orayı bir türbe, yatır olarak görüyor. Onlar da oraya gidiyorlar; oradaki insanlar gibi çaput bağlıyorlar oradaki ağaç dallarına. Nâzım Hikmet’in Bütün Eserleri’nde yer almayan bir şiir bu.
Şiirin bir bölümündeki
"Ziyaretine gittik onun bu Cuma günü
Öyle azametli ki Abaş Baba Türbesi
Üstünde bir çatı yok gökler onun kubbesi
Mehtap onun kandili, yıldızlar onun mumu"
dizeleri beni çok şaşırttı. Mehmet Âkif’in Çanakkale şehitleri için yazdığı dizeler geldi aklıma:
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;
Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına…
Hangisi önce?
Nâzım Hikmet’in şiiri daha önce yayımlanıyor. Bir de Gündüz Vassaf’ın sergi için verdiği ve kitabımda kullandığım bir afiş var, 1974’te Fransa’da Nâzım Hikmet’in şiirlerinden bir tiyatro gösterisi yapılıyor, desenlerini oğlu Mehmet Hikmet çiziyor. Mehmet Hikmet babasıyla ilgili pek konuşmadı ya, bir kere yıllar evvel çocukken verdiği bir röportajdan hareketle babasını sevmezdi falan filan diye hep söylenir, ama Mehmet 24 yaşında genç bir ressamken babasının şiirlerinden yapılmış bir tiyatro gösterisinin desenlerini çizmiş. Bunu görmek çok hoşuma gitti.
Bütün bunlar ve Nâzım Hikmet’le ilgili başka belgeler, resimler, İş Kuleleri’ndeki Kibele Galerisi’nde Nâzım’a Yolculuk adıyla sergileniyor. Epey ilgi gördü ve süresi 14 Temmuz’a uzatıldı. Sergide kullanılan senin arşivin dışındaki kaynakları ve katkıları da analım.
Piraye koleksiyonundan çok malzeme aldık. Kenan Bengü ve Yeşim Bilge, koruyorlar şimdi Piraye koleksiyonunu. Güllü Aybar’dan çok malzeme aldık. Osmantan Erkır kendi koleksiyonundan Nâzım Hikmet’in Kemal Tahir’e yazdığı mektupları ve müsvedde defterinden bir sayfayı verdi. Seçkin Çekirdekçi kardeşim çok güzel bir Celile Hanım fotoğrafı verdi. Ömer Durmaz da kitabın kapağına koyduğumuz fotoğrafı verdi. Gündüz Vassaf’ın katkısı tabii ki inanılmaz: Hem kendisiyle sohbet ettik, önsöz gibi kitabın başına koyduk, hem de Urallar’a gidip Galina’nın evinden Galina öldükten sonra Nâzım’dan kalanları getirdiği o bavulun içindekileri aldık sergilemek üzere. Tasarımlar Emre Senan’ın. Portre resimlerini Eda Çağıl Çağlarırmak yaptı. Kitabın editörü Rûken Kızıler’di ve sergiyle koordinasyonu sağladı.
Nâzım Hikmet’in Millî Mücadele zamanı Anadolu’ya geçtiğinde cepheleri göstermek için evin duvarına çizdiği haritayı anlattığın bölümü çok şiirsel buldum. Hayalleri büyüdükçe duvarda genişleyen bir harita…
Nâzım Hikmet’in, biliyorsun, kalemi çok kuvvetli, yani hem şiir açısından, hem de resim açısından, çok da güzel harita yapıyor. Vâlâ Nureddin’in meşhur Bu Dünyadan Nâzım Geçti kitabında anlattığı harita… Hani Bolu’da beraber bir ev tutuyorlar, duvarlar badana yapılıyor. Nâzım Hikmet tertemiz badanalı duvarın ortasına önce Anadolu’yu çiziyor, cephelerin durumunu çiziyor. Bolu’ya gelmeden evvel İnebolu’da Almanya’dan gelen Spartakistlerle tanışmışlar. Artık lise öğretmeni olmuşlar ama kendileri de lise mezunu gençler, okumak istiyorlar. İlk planları Almanya’ya gitmek, Almanya’ya gitmek için de Bodrum’a kadar yürüyecekler, Bodrum’dan Yunan adalarına geçecekler, İtalya’ya gidecekler, İtalya’dan Almanya’ya geçecekler. Onun için önce o haritanın o kısmını ekliyorlar Almanya’ya doğru. Derken, bir ağır ceza hâkimi var, Ziya Hilmi, o da sosyalist düşünceye sahip bir adam. Rusya’ya gidin diyor, orada bir devrim yaratılıyor şimdi, tarih yazılıyor diyor. Bu sefer haritaya Rusya’yı da ekliyorlar, o tarafa nasıl gidecekler, oraları da çiziyorlar. Böylece harita günden güne büyüyor. Keşke o harita kalmış olsaydı, düşünsene, ne kadar güzel bir şey olurdu.
Orhan Veli ve Nâzım Hikmet için şunu sormak istiyorum: Araştırmalarından ve yazdığın kitaplardan sonra aklında en çok hangi yönleriyle kaldılar? Sende kalan duyguyu soruyorum.
Orhan Veli hakikaten “Bir Garip Orhan Veli” olarak kaldı. Bence Orhan Veli çok büyük bir kapasitenin adamı, şiirlerinde bunu görebiliyorum, düzyazılarında daha da çok görüyorum. Bir roman yazmaya başlıyor ama bitiremiyor. Eğer o romanı yazabilseydi… Tabii bunun için epey bir maddi gücünün olması lazımdı, posta pulu parası bile bulamayan bir adamdan bahsediyoruz. Orhan Veli biraz daha ömrü olsaydı Türk edebiyatına katkısının, ki korkunç büyük bir katkıdır, çok çok üstünde bir yere ulaşırdı. Ben Orhan Veli’yi Türk şiirinin bir talihi olarak, erken ölmesini de Türk edebiyatı için büyük bir talihsizlik olarak görüyorum.
Şiirde yaptığı çarpıcı yenilik gibi bir şey mi yaşanırdı romanda sence?
Düzyazısı şiiri gibi olmazdı, bambaşka bir şey olurdu. Oğuz Atay gibi olurdu, bambaşka bir düzyazı kurardı. Oğuz Atay’dan biraz daha kolay anlaşılır yazardı diye düşünüyorum.
Nâzım Hikmet?
Nâzım Hikmet benim tanıdığım en vatansever insanlardan biri. Kendisi kabul etmese bile büyük bir idealist. Romantik Komünist diye hayatını anlatan bir kitap var ya, gerçekten de Nâzım Hikmet romantik bir komünist. Ve Nâzım Hikmet deyince de benim aklıma hep hasret, vatan sevgisi ve şiir geliyor.