Sibel K. Türker: İnsanoğlu eyler ama son söz kaderindir. O sahneye çıktığında esip gürler, yakar yıkar ve insanın hükmü kalmaz. Demek ki insan değiştirmeye çalışır ama kader yumruğunu indirir...
19 Kasım 2015 13:20
Edebiyat hayatı pek çok ödülle taçlandırılmış yazar Sibel K. Türker’in yeni romanı Mecnun Kelebekler, alışkın olduğumuz gibi, bir olay örgüsüne dayanmıyor. Bakış açısına göre olağanüstü veya sıradan sayılabilecek hayatlarıyla meşgul olan karakterler, kendi öykülerini anlatmaya ilk kez fırsat bulmuşcasına, coşkuyla konuşuyorlar. Bazen sorguluyor, bazen kabulleniyor ama her ikisini de kendilerine has bir teknik ve dille yapıyorlar. Sibel K. Türker’le hem Mecnun Kelebekler hem de Ankara’da yaşamak üzerine konuştuk.
Sibel Hanım, belki Türkiye’nin hemen her şehrine pay edilmiş acıdan söz etmek gerek önce. Fakat romanınız ve 2015 Ekim ayında olanları yan yana koyup en çok sizi merak ediyorum. Ankara’da yaşayan bir kadın yazar olmanın sözlük anlamı an itibariyle nedir sizin için?
Ankara’nın tam da göbeğinde bir ölüm çukuru açıldı. Ne yapsak ne etsek de bu çukuru kapatamayacağız artık. Utanç da ölümle kol kola girdi, o korkunç çukurdan pis kokusunu salıyor. Gündelik hayat unutturmak üzerine kurulu olduğu için her türlü oyununu, şaklabanlığını yapıyor, ama hisseden yürek unutmaz. Hız kazandırıyor kapitalist iktidarlar, hız kazanınca algımız bozulacak ve gerçeği ıskalayacağız güya. Bunu umuyorlar.
Çocukluğumun en sevdiğim yerlerinden birinde, Lunapark’ın tam karşısında oldu her şey. O yaşlı, yorgun dönme dolap şaşkınlıkla havada bir süre asılı kaldı, sallandı. Yukarıda olanlar biraz daha kaldılar orada; sonra yavaşça süzüldüler yere. Aşağıdakiler de yukarı çıktı. Hayat bitti, oyun devam ediyor.
Mecnun Kelebekler’de de gördüğümüz gibi, gündelik hayata, onun yaratıcı ve oyuncularına bu kadar kıymet verirken Ankara’nın gri duvarlarına bakmak... Araf buna mı benzer?
Öncelikle şu Ankara’ya yapıştırılan “gri” etiketini çok gri bulduğumu söylemeliyim. Kusura bakmazsanız tam bir klişe. Hemen hemen her İstanbulludan duyduğum için bıkkınlık hissediyorum doğrusu. Demin Türkiye’nin her şehrine pay edilmiş acıdan dem vurdunuz. Ancak belki de İstanbul o kadar kendi rengine dalmış, o denli kendine vurgun, o kadar ışığın göbeğinde kör kalmış ki kendi dışındaki her şehri karamış, karanlık görebiliyor. Bu bir göz ve algı yanılması. Hani ışığın merkezine sürekli bakınca olur ya.
İnsanın olduğu her yer çok renklidir bir edebiyatçı için. Hangi kent olduğu çok da fark etmez. Kanımca Ankara’ya ille de bir renk vereceksek sisli eflatun rengidir. Her Ankaralı bu sisin içinde yüzer. Zaten melankoli de bu sisten, bu oturmamış, bu dalgalı renkten doğar.
Gözleri görmeyen Ferhat, ağabeyinin anlattığı veya yarattığı aşk sahneleriyle avunuyor romanda. Günü annesine nasıl anlatacağını özetlerken de “Bir cinayet gördük, daha doğrusu abim gördü, bana anlattı, eh ben de görmüş kadar oldum ama hiç âşık bir çifte rastlamadık diyelim” diye düşünüyor. Çok haklısınız; sizce neden cinayete aşk kadar şaşırmaz olduk?
Aşk ve cinayet bir gerçeğin iki yüzü gibi. Aşkla kutsanan insan cinayetle kirleniyor. Tarihin ilk cinayeti –Kabil Habil- var da tarihin ilk aşkı neden anılmaz hiç? Adem’le Havva da değildir üstelik. Onlara âşık gözüyle de bakamayız. Fazla korkaklar. Ancak bedel ödetiliyor yine de, ta ezelde. Aşkı fazla göremiyoruz, kalplerde yaşandığına dair umudumuz var. Aşk diye gösterilen kötü filmlere de inanmıyoruz.
Ancak cinayet her yerde. Belki polisiyelerde okuduğumuz incelikli cinayetler değil ama kaba saba öldürmeler, cana kıymalar, kesmeler, doğramalar, patlatmalar her gün duyduğumuz, gördüğümüz ve en korkuncu da alıştığımız şeyler. Bir de manen öldürmeler var ki ne faili bulunur, ne cezası verilebilir bunun. Tazminat dahi istenemez. Sanıyorum insanı sevmek öldürmekten zor. Çünkü etten duvarı kolaylıkla yıkıp geçer bir kurşun, bir bıçak. İnsanın tüm zafiyeti bu güçsüz ettedir. O zaman nadir olana, yani aşka, yani en derinde durana cevher pırıltısını geri vermeliyiz.
Peki, romanın filozof büfecisi İsmet’in sorduğu bir soruyu yanıtlamanızı rica etsem... “Yoksa kader denilen şey bir karşıdevrim miydi?”
Elbette. Tragedyaların da temel sorusu bu değil midir?
İnsanoğlu eyler ama son söz kaderindir. O sahneye çıktığında esip gürler, yakar yıkar ve insanın hükmü kalmaz. Demek ki insan değiştirmeye çalışır ama kader yumruğunu indirir. O zaman İsmet’in meseleye bakışı oldukça doğru.
Filiz’in vakasındaysa âşkın bitişi kiri-pasağı seven cinlere bağlanıyor bir âkil komşu tarafından, “cinayet işlendi” sözünün önemi de çalınan 20 liraya kurban gidiyor. Ne yaşarsak yaşayalım; hurafelere, önyargılara, bireysel önceliklere mi takılıyor “akl-ı selim”in ayağı?
Akl-ı selime inanmıyorum ben. Hele edebiyatta hiç inanmıyorum. Edebiyat çılgın, deli bir şeydir. Abdülhak Şinasi Hisar Çamlıca’daki Eniştemiz kitabının girişinde harika bir bölüm sunar okuyucuya. Bir tür deliliğe övgüdür de. Kendini akıllı sanan insanın deliliğine dair çok şey söyler. Kaldı ki edebiyat bir toplumun batılını, hurafesini, önyargısını da yazmak zorundadır. Demin bahsettiğimiz renk meselesidir hem, hem de edebiyatın damarında zerre kadar akıl olmamasından kaynaklanır bu durum. Edebiyatı karanlık noktalarda aramalıyız.
Çok özgür, çok özgün bir dille karşı karşıyayız Mecnun Kelebekler’de. Önceki eserlerde görmeye alışkın olmadığımız bir yaratıcıyla baş başayız. Sizce de böyle mi, tanıtım metninde de yazıldığı gibi “Mecnun Kelebekler, Sibel K. Türker’in bugüne dek yazdığı romanlara da benzemiyor” mu?
Evet çok renkli oluşu bu algıyı yaratıyor olabilir. Ancak ben hep çok renkli yazdım. Şair Öldü’de, Meryem’in Biricik Hayatı’nda, Hayatı Sevme Hastalığı’nda da renkli karakterler kaleme aldım. Bu kitabın anlatıcı farkı var. Diğerlerinde “ben anlatıcı” dilini kullandığım için durum fark edilmedi sanırım. Bu da edebiyat okumalarımızın hâlâ kısır ve yanılsamayla dolu olduğu sonucuna götürüyor beni. Mecnun Kelebekler’de her karakteri derinlemesine vermeye çalıştım. Biraz da fazla geveze bir roman olduğu için farklı bulundu.
Romanınız çok geniş ve derinlemesine, titizlikle işlenmiş, kalabalık bir karakter kadrosuna sahip. Hazırlık sürecinden, özellikle gözlem biriktirme aşamasından söz edebilir misiniz? O parktan kaç kez geçtiniz örneğin, kaç saat oturup etrafınızda olanları izlediniz?
Ben bütün ömrümce o parklardan geçtim, o parklarda oturdum, sigara içtim, çocukları, kuşları, ağaçları, âşıkları gözetledim.
Ben romanlarım için özellikle çalışma yapmam. Kafamda oluşturur ve yazarım. Tamamen hayal gücüme güvenirim yazarken. Demek ki ömrümce biriktirdiğim her şeyi, her duyguyu, düşünceyi, gözlemi kitaplarıma pay etmekteyim. Sanırım yüklü bir hazineye sahibim.
Yanında öylece geçip gittiğimiz onca küçük an, Mecnun Kelebekler tarafından kutsanmış durumda. Bu roman Sibel K. Türker’in yazarlık öyküsünde nasıl bir yere sahip?
Evet haklısınız. Özellikle Arzu prensesin yatak odasındaki o tatlı sabah tam bir “an kutsaması”. An gerçekten de kırılgan bir zaman birimi. Kelebekler kadar kırılgan, kısa ömürlü. Bir sonraki anın geleceğinden emin olamazsınız, bu da her şeyi nahif yapar, flulaştırır… Aslında her şeyi değiştirir de bir bakıma. Sonsuza dek kaçırırız an’ı. Ölür ve ardı sıra gelen an ölen değildir.
Romanım benim için önemli bir yere sahip elbette. Yazarının olgunluğu, pişmişliği var. Edebiyatın ve özelde romanın da yazarını yazması hali var. Hani biz yazarlar yazdığımızı sanırız da büyükleniriz ya. Ayrıca edebiyatın da ele geçmez bir kale oluşuna iyice inandım bu romanda. Hep elden kaçırmaya dairdir edebiyat. Anlar gibi.
Mecnun Kelebekler’i, gerçeklere, olan bitene inat, hayatın her seferinde devam edişine bir protesto olarak görebilir miyiz? Yoksa hatırlamamız gereken tam da bu mu?
Hayat devam eder, ölümlü olan bizleriz. Bu temel ilkeyi anlayıp bağışladığımızda –bağışlamak diyorum çünkü canımızı acıtabilir de- pek çok şeyi çözmüş oluruz zaten. Bence Tanrı “ol” dediğinde devamlılığı kastediyordu. Çünkü bir kere olunca hep olur. Hep olanın ve olacak olanın yanında zamanın da hükmü bulunmaz.
Bana, bize, hepimize, devam edemeyeceğimizi hissettiğimiz anlar için bir öğüdünüz olur mu acaba?
Oyundan çekilme hakkımız her zaman var. Ancak hem bunu yapmıyor hem de “devam edemeyeceğim” diyorsak sorun bizde ve bakış açımızda bence. Bunu bize hislerimiz söylüyorsa daha derinde bir yerlerde bir ikaz vardır. Devam ederiz, korkmayalım. Sisifos bile o korkunç yazgısına boyun eğip devam etti, biz biraz ürküp de kaçmayız. Zaten çabuk kanarız yaşamın devinisine. Sadece taşların yerine oturmasını beklemeliyiz. Tarih her zaman insana karşı gelişir. Çünkü akılsız bir devdir. Bunu düşünürsek anlayabiliriz çok şeyi.