"Futbol topu gibi dönüyor" dediği dünyanın pek çok kirli yönüne dokunan Eduardo Galeano, Latin Amerika'nın kahvehanelerinden öğrendiği tertemiz hikâyelerle büyüyüp, onları kendi üslubuyla dünyaya anlatmıştı
16 Nisan 2015 14:00
Bilgeleri dinleyip anlamaktan vazgeçtiğimiz günden beri dünya berbat bir yer haline geldi. Hayır, eski çağlardakilerden bahsetmiyorum; hemen yanıbaşımızdakileri kastediyorum. Yalan soslu dünyanın albenisi içinde, birbirimize temas etmeden yaşadığımız bugünlerde, o bilgelerin sözüne çok daha fazla ihtiyacımız var ama sayıları da her geçen gün azalıyor.
Onlardan biri olan Eduardo Galeano, 13 Nisan'da "benden bu kadar" diyerek sahayı terk etti. "Futbol topu gibi dönüyor" dediği dünyanın pek çok kirli yönüne yıllardır bıkmadan usanmadan dokunan bu büyük bilge, Latin Amerika'nın kahvehanelerinden öğrendiği tertemiz hikâyelerle büyüyüp onları kendi üslubuyla dünyaya anlatmıştı. Her Uruguaylı gibi futbolcu olmak isteyen, ne güzel ki bunu başaramayıp kaleme sarılan Galeano, atlattığı onca badireye rağmen; kendi yurdunda sürgün ve yurtsuzluk gibi deneyimleri yaşamasına karşın, karamsarlıktan umut doğurabilen ender insanlardandı. Yazarlığın sorumluluğuna ve onuruna bir kez bile ihanet etmeyen Galeano, yazılan ve yazılmayan tarihi hem Latin Amerika özelinde hem de dünya bağlamında yorumlayıp aktarabilmişti. Öte yandan gazeteciliğin kazandırdığı laf kalabalığından kaçınma refleksi, onun anlatımının dolululuğunu ve sadeliğini pekiştirdi.
Sürgün edildi, oradaki hüzünden umudun zaferini çıkardı. İşkencecileri, diktatörleri, dünyayı yaşanmaz kılan devlet memurlarını sürekli ifşa etti. Matadorun değil, boğanın tarafını tutmanın huzurunu yaşadı.
Koca bir yalan içinde yaşamaya uğraşan (ya da ona mahkûm edilen) ve bundan mutluluk duyan, birbiriyle konuşmaktan ve göz göze gelmekten korkan insanların varlığının günden güne kemikleştiği bir ortamda Galeano ısrarla konuşur gibi yazdı. Üstelik sesi uzaktan gelmedi; hep yanımızdaydı. Tavrı çok açıktı: Belleğini ve masumiyetini kaybetmeyi göze almayanlarla omuz omuza olmaya çabalamak. Bütün kitaplarını, bu onurlu insanlara ve bir de sevgili eşi, dostu Helena'ya ithaf etti.
Ezen ve silikleştiren sistemden dert yandı ama bunu kesif bir kederle değil, sağlam bir eleştiriyle yaptı. Bütün eleştirilerinin düşünsel zeminini de yürümekten çok keyif aldığı, "tarihim" dediği Montevideo sokaklarında arasına karıştığı insanlarla birlikte oluşturdu. Dolayısıyla yazdıkları ve yaptıklarından coşku, hüzün ve korku hiç eksik olmadı. Sansürlenen yaşamları itinayla inceledi ve sonra birden bire gün ışığına çıkardı. Meslekten tarihçi değildi, tarihin damarlarında gezindi. Çok kötü bir futbolcuydu ama bu oyuna âşıktı ve harika futbol yazıları yazdı. Sürgün edildi, oradaki hüzünden umudun zaferini çıkardı. İşkencecileri, diktatörleri, dünyayı yaşanmaz kılan devlet memurlarını sürekli ifşa etti. Matadorun değil, boğanın tarafını tutmanın huzurunu yaşadı; öldüğünde, dünyanın dört bir yanından gelen saygı sözcüklerinin kaynağında bu yer alıyordu.
Galeano pek çok kaynaktan beslendi, en fazla da kendi coğrafyasından: Saygıda kusur etmediği iki isim Juan Carlos Onetti ve Juan Rulfo'ydu. Onlar, Galeano'nun yazarlığının kilometre taşıydı. Diktatörlük sona erdiğinde küfretmekten vazgeçmeyen, az konuşan ve yatağının dibindeki mekanizmadan hortumla şarap içip Uruguay'a dönmeyi reddeden Onetti'yle büyük romancı Rulfo, onun yolunu açan isimlerdi. Topraklarının hikâye anlatıcılığını Onetti ve Rulfo'ya borçlu olduğunu söyleyen Galeano'ya, John Berger'ın "dünyanın vicdanı" demesi kuşkusuz büyük bir incelikti. Galeano, bunu kendisine hatırlatanlara her seferinde, "Berger nezaketi nedeniyle böyle bir şey söylemiş" diyecekti. Fakat kronik hastalığımız unutmaya karşı giriştiği mücadele, Berger'ın yakıştırdığı sıfatı nasıl da hak ettiğini hep gösterdi. Tepetaklak olmuş (ya da edilmiş) dünyada Galeano'nun yapmak istediği yegâne şey hafızayı harekete geçirmekti. Hatta bunun için oturdu bir takvim bile hazırladı; tarihin kenarında köşesinde kalmış bir sürü olayı ve gerçeği arka arkaya sıraladı. Kahramanlara ve anti kahramanlara; dünyada iz bırakmış ve kendisi gibi söyleyecek sözü olan, bunu da dillendiren herkese selam gönderdi. Tarihi masal gibi görenlere karşı lafını da hiç esirgemedi.
Ve Günler Yürümeye Başladı başlığını attığı kitabıyla, adım adım gezdiği Montevideo'da tarihin nasıl yazıldığını düşündüğünü ve aslında bunun da kitabının ismiyle benzeştiğini ima etti. Bu anlamda beynini böylesi işlere yorduğundan kendisi için "hayli günahkâr bir insan evladıyım" demeyi uygun gördü. Aynı "günahkârlık", onu haber peşinde koşmaya ve yazmaya sürükledi, karikatürler çizdirdi. Eline kalemi, önüne kâğıdı aldığında panikledi, sonra yavaş yavaş bunun keyfine vardı. Beceriksiz olmadığı en önemli alanın yazı olduğunu açık yüreklilikle söylerken esprili bir dille kendini eleştirmekten veya kendisiyle dalga geçmekten de geri durmadı.
Galeano, bir ritmi, armonisi ve tınısı bulunduğunu söylediği yazının müzikle benzerliğini de açıklıyordu. İçinden gelmeyen hiçbir şeyi kaleme almadı, yazmaya koyulduğunda ise derdini daha iyi anlatmanın yollarını aradı. Bunu başardığında insanı kör eden ve karşısındakini ötekileştiren ırkçılıktan, milliyetçilikten, militarizm ve elitizmden yana hiç zar atmadı. Aksine, Latin Amerika örneğinden yola çıkıp bunların ne gibi sakat bakış açıları ve sonuçlarına gebe olduğunu haykırdı.
“Biz düşünülenleriz ama düşünenler olamayız. Yankıya hakkımız var ama sese yok, yönetenler bizim papağanlık yeteneğimizi över. Biz hayır diyoruz: Bu pespayeliği kader olarak kabul etmiyoruz.”
Galeano, hep "güzel oyun" vurgusu yaptı. "Güzel bir oyun gördüğümde bunu hangi takımın ya da ülkenin sağladığına bakmaksızın o mucize için şükranlarımı sunuyorum" dedi. Bu güzel oyunu bozan her kim olursa olsun, Galeano'nun sakin ve güçlü sesini karşısında buldu. Çünkü o, 1988'de Şili'nin başkenti Santiago'da yaptığı konuşmada olduğu gibi nerede ve ne zaman hayır diyeceğini biliyordu: "Horgörü tarihe ihanet eder ve dünyayı parçalar. Güçlü düşünce imalatçıları bize sanki yokmuşuz gibi davranır ya da sanki aptal gölgelermişiz gibi. Sömürgeci miras, üçüncü sınıf insanlar tarafından mesken tutulan Üçüncü Dünya denileni, galiplerinin belleğini kendi belleğiymiş gibi kabul etmeye ve kendisine uzak bir yalanı kendi gerçeğiymiş gibi kullanmak üzere satın almaya zorlar. İtaatimizi ödüllendirirler, zekâmızı cezalandırırlar ve yaratıcı enerjimizin soluğunu keserler. Biz düşünülenleriz ama düşünenler olamayız. Yankıya hakkımız var ama sese yok, yönetenler bizim papağanlık yeteneğimizi över. Biz hayır diyoruz: Bu pespayeliği kader olarak kabul etmiyoruz."
Galeano, unutuşun elinden kurtarmaya çalıştığı bellekle ilgili yazıp durdu. Belki de tam bu yüzden, "hatırlama takıntısı olan biriyim" diye tarihe not düştü, olan bitene tanıklık etme iradesini insanlığa miras bıraktı.
O halde vakti zamanında söylenen "Sartre Fransa'dır" sözünü Galeano'ya uyarlamanın tam sırası: Galeano Uruguay'dır. Yetmez, Galeano Latin Amerika'dır. O da kesmez, Galeano bir dünya vatandaşı ve dünya yazarıdır...
“Top döndükçe dünya da dönüyor. Güneş, ateşten bir toptur, gündüzleri mesai yaparken geceleri de zıplayarak gökteki yatağına çıkar ve görevini aya devreder. Bilim insanları kuşkusuz bu düşünceyi hemen reddedecektir. Her şeye rağmen kesin olan bir şey var: Tüm dünya dönen bir topun etrafında dört döner (...) Yıllardan beri futbolla ilgili gerçeklere yakından ilgi duyuyordum; herkesin farklı lisanlarla düşüncelerini ifade ettiği ama aynı tutkuları paylaştığı bu büyük dünya topluluğunun şanına yaraşır bir eser yazmayı çok uzun zamandan beri düşünüyordum; bu şekilde ayaklarımla başaramadığım şeyi ellerimle gerçekleştirmiş olacaktım çünkü sahaların yüz karası bir beceriksizdim; o halde topun benden esirgediğini hiç olmazsa kalemimle elde etmeliydim. İşte futbola olan ilgimden ve eksikliğimi telafi etme arzusundan, futbolun güneşli yönünü takdir eden ve gölgeli yönünü de açığa çıkarıp yeren bu kitap doğmuş oldu.”
(“Maçın Sonu”, Gölgede ve Güneşte Futbol, Çeviren: Ertuğrul Önalp-M. Necati Kutlu, Can Yayınları, 1998, İkinci Basım)
“Tarihi bir yarışma olarak kabul edenlerin gözünde Latin Amerika’nın gecikmişliği ve yoksulluğu, başarısızlığının sonucudur: Biz kaybetmişizdir, başkaları kazanmıştır. Ne var ki başkaları sırf biz kaybettiğimiz için kazanmış durumdadır: Latin Amerika’nın azgelişmişliğinin tarihi, belirtildiği gibi evrensel kapitalizmin gelişiminin tarihine bağlıdır. Bizim yenilgimiz daima yabancıların zımni koşulu olagelmiştir. Zenginliğimiz de daima yoksulluğumuzu doğuragelmiştir; dış imparatorlukların ve onların içerdeki yerli bekçilerinin refahını arttırmak üzere. Sömürgeciliğin ve yeni sömürgeciliğin simyasında altın tenekeye, besinler zehre dönüşür.”
(Latin Amerika’nın Kesik Damarları, Çeviren: Atillâ Tokatlı-Roza Hakmen, Aralık 2014 Sel Yayıncılık)
“Franco, ölüm cezası kararlarını her sabah kahvaltı ederken imzalardı. Kurşuna dizilmeyenler cezaevlerine kapatıldı. Kurşuna dizilenler kendi mezarlarını kazıyor, mahkûmlar ise kendi hapishanesini inşa ediyordu. İşçilik maliyeti hiç olmadı. Madrid’de meşhur Carabanchel Hapishanesi’ni ve tüm İspanya’da daha birçoğunu inşa eden cumhuriyetçi mahkûmlar, on iki saatten az olmamak üzer, neredeyse tamamı görünmez, bir avuç bozuk para karşılığında çalışıyordu. Ayrıca başka şeyler de elde ediyorlardı: Kendi politik yenilenmelerine katkıda bulunmanın zevki ve yaşama cezasında indirim (zira tüberküloz onları erken yaşta götürüyordu). Askeri darbeye direnmekten ötürü ceza almış binlerce suçlu, yıllar boyunca sadece cezaevi inşa etmedi. Ayrıca yerle bir olmuş köyleri yeniden kurmaya ve göletler, sulama kanalları, limanlar, havaalanları, stadyumlar, parklar, köprüler, yollar yapmaya zorlandı; yeni demiryolları döşedi ve ciğerlerini kömür, civa, amyant ve kalay madenlerinde bıraktı. Anıtsal bir yapı olan Şehitler Vadisi’ni cellatlarının anısına süngülerle dütrüle dürtüle inşa ettiler.”
(“Dünyanın En Ucuz Hapishaneleri”, Aynalar, Çeviren: Süleyman Doğru, Sel Yayıncılık, 2009)
“...Adli suçluluk denen şey evrensel bir obsesyon. Suç demokratikleşti ve artık herkesin ulaşabileceği bir yerde: Pek çok kişi suç işliyor ve herkes suça maruz kalıyor. Tehlikenin boyutu, var güçleriyle sıkı baskı ve ölüm cezası isteyen politikacı ve gazeteciler için en verimli esin kaynağını oluşturuyor ve bazı askeri şeflerin sivil alandaki başarılarına yardım ediyor. Demokrasiyi kargaşa ve güvensizlikle özdeşleştiren kolektif panik, bazı Latin Amerikalı generallerin politik kampanyalarının başarısını açıklayan olası nedenlerden biri. Kısa bir süre öncesine kadar bu askerler, kanlı diktatörlükler kurmuş ya da bu diktatörlüklerde önemli roller oynamıştı ama sonra hepsi şaşırtıcı bir popüler yankıyla siyasete atıldı.”
(“Korku Eğitimi”, Tepetaklak, Çeviren: Bülent Kale, Çitlembik Yayınları, 2006, İkinci Basım)
"İnsanlara karşı suçlar, doğaya karşı suçlar: Savaşın efendilerinin keyfini sürdüğü dokunulmazlık, yeryüzünde doğayı, gökyüzünde ozon tabakasını çiğnemeden yutan açgözlü efendilerin dokunulmazlığıyla ikiz kardeş. Dünyadaki en başarılı şirketler, dünyayı en çok öldürenler; gezegenin kaderine karar veren ülkeler aynı zamanda onu yok etmede en becerikli olanlar.”
(“Gezegen Yok Edicilerinin Dokunulmazlığı”, Tepetaklak, Çeviren: Bülent Kale, Çitlembik Yayınları, 2006, İkinci Basım)
“Çok yakında gidecek olan yıla elveda derken içkiyi biraz fazla kaçırmıştım ve Cádiz sokaklarında nereye gittiğimi bilmeden yürüyordum. Pazar yerine nasıl gidildiğini sordum. Bir ihtiyar, sırtını yasladığı duvardan kurtardı ve çok isteksiz bir biçimde, hiçbir tarafı işaret etmeden beni yanıtladı:
- ‘Sokağın sana dediğini yap.’
Sokak bana söyledi ve ben de vardım. Nuh, birkaç bin yıl önce pusulasız, yelkensiz ve dümensiz bir yolculuk yapmıştı. Gemi, rüzgârın söylediği yöne doğru kendini bıraktı ve tufandan kurtuldu.”
(“Yol Kaderdir”, Ve Günler Yürümeye Başladı, Çeviren: Süleyman Doğru, Sel Yayıncılık, 2012)
“İnsan kendini bir anda yabancı göklerin altında, başka türlü konuşulan ve başka türlü hissedilen topraklarda bulur; hafızanın bile ne paylaşacak birileri vardır ne de onlara rastlayacak yerleri. Ekmeği ve uykuyu kazanmak için tüm gücünle mücadele etmen gerekir ve onca şeyi eksik olunca insan kendini sakat gibi hisseder. Sızlanmanın cazibesine, nostalji ve ölümün ağdalı hükümranlığına kendini bırakasın gelir ve yüzün geriye dönük olarak yaşama, ölerek yaşama riskiyle karşı karşıya kalırsın ki bu yaşayanları hor gören sisteme hak verme biçimidir. Çocukluğumuzdan beri ve cenaze törenlerinin ikiyüzlülüğünde, bize ölümün insanları daha iyi kılan bir şey olduğunu öğrettiler.”
(“Sokağın Savaşı, Ruhun Savaşı” Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri, Çeviren: Süleyman Doğru, Sel Yayıncılık, 2011)