İnsan, göç eden bir canlı. Çoğumuzun ailesinde şu ya da bu nedenle ve şu ya da bu biçimde göç etmiş, etmek durumunda kalmış birileri var
13 Haziran 2019 08:00
“Silah zoruyla olmadığı zamanlar göç, umut olduğu kadar umutsuzluktan da alabilir hızını,” diye yazmıştı John Berger 1980’lerde. “Örneğin, bir köy delikanlısına babasının gelenekçi, otoriter baskısı her türlü kaostan daha saçma görünebilir. Köydeki yoksulluk şehirdeki cinayetlerden daha anlamsız görünebilir. Yabancılar arasında yaşayıp ölmek, kendi vatandaşlarından baskı görüp eziyet edilmekten daha az saçma olabilir. Bunların hepsi olabilir. Ama göç etmek her zaman dünyanın merkezini değiştirip düzenden yoksun, yitik, bölük pörçük parçacıklardan oluşan bir dünyaya yola çıkmak demektir” diye de devam etmişti, gayet karamsar bir bakışla. (2012, s. 62) Birkaç yıl öncesinde ise fotoğrafçı Jean Mohr ile Avrupa’da Bir Göçmen İşçinin Hikâyesi alt başlığını taşıyan Yedinci Adam kitabını yazmış bulunuyordu.
2019 başlarında Almanya’da Eure Heimat ist unser Albtraum (Sizin Ülkeniz Bizim Kâbusumuz) isimli bir kitap çıktı. On dört Alman kökenli “olmayan” yazarın denemelerinden oluşan kitap, “Heimat”a karşı bir manifesto niteliğinde. “Heimat” kelimesi Türkçeye “ülke” olarak da çevirilebilir, “vatan”, “yurt” ya da duruma göre “ev” olarak da... Almanya’da ise bu kelimenin soyut bir anlamı var ve daha çok sağcılardan rağbet görüyor. Kitabın yazarları gündelik hayat deneyimlerinden yola çıkarak, kendini başarılı bir demokrasi modeli olarak gören bu ülkeye ayna tutuyor ve bunun herkes için geçerli olmadığının altını çiziyorlar. Sizin Ülkeniz Bizim Kâbusumuz kitabını Hengameh Yaghoobifarah ile birlikte hazırlayan Karlsruhe doğumlu yazar Fatma Aydemir, 2017 yılında yayımlanan ilk romanı Ellbogen (Dirsek) nedeniyle Almanya’da, hatta Avrupa’da çok ilgi görmüş ve beğenilmişti. Roman, Türkiye’den göç etmiş Berlinli bir ailenin kızı olan Hazal üzerine odaklanıyor; olumlu dönüş alamadığı iş başvuruları yapan Hazal’ın 18. doğum gününü dilediğince kutlamak istemesiyle ivme kazanıyor. Arkadaşlarıyla şehrin en ünlü dans kulübüne girmek isteyen ama giremeyen Hazal, öfkesini metrodaki bir gençten çıkarıyor ama sebep olduğu kaza, bu gencin ölümüne yol açıyor. Bunun üzerine Hazal, daha önce hiç gitmediği İstanbul’a kaçıyor ve ancak “Skype” üzerinden görüşebildiği erkek arkadaşı Mehmet’i buluyor. Belirsizlikler içinde kaybolan Hazal’ın yaşadıklarıyla romanın tansiyonu giderek artarken, “darbe girişimi”nin olduğu 15 Temmuz 2016 tarihi gelip çatıyor. Fatma Aydemir’in Ellbogen romanı, eline geçen her yeni kitabı Türkçeye çevirten yayın dünyamızda ilgi görmedi her nedense.
Sizin Ülkeniz Bizim Kâbusumuz kitabına dönersek, deneme başlıklarının tek sözcükten oluştuğu bu kitapta Fatma Aydemir’in yazısının başlığı “İş.” “Almanların tipik bir özelliği var mıdır bilmiyorum ama ülke dışına çıktığımda ‘Almanların işten başka bir şey düşünmediğini’ duyduğum çok olmuştur. Olabilir; emeklilik yaşı diğer ülkelerden yüksek olan ve çalışkanlığın hâlâ bir Prusya karakteristiği olarak önem taşıdığı bu ihracat şampiyonu ülkede doğru olabilir. Ama ben etrafıma baktığımda, göçmenler kadar çok çalışan kimseyi göremiyorum. Kimseyi. Ama tükenmişlik (burn-out) sendromundan şikâyet edenler hep Almanlar. Komik.” (s. 28)[*] John Berger da şöyle yazmıştı Yedinci Adam’da: “Bir göçmen işçinin içinde yaşadığı tek gerçeklik, yaptığı iş ve işten sonra duyduğu yorgunluktur. Böyle bir işçi boş zamanlarını yadırgamaya başlar çünkü bu saatler ona hâlâ gerçek hayatının bir parçası olduğuna inandığı her şeyden ne kadar uzakta olduğunu hatırlatır.” (s. 177)
Kitabın açılışını yapan, tanınmış tiyatrocu ve küratör Sasha Maria Salzmann’ın “Görünür” başlıklı yazısı şu cümleyle başlıyor: “Görünmez olmanın ne anlama geldiğini asla bilemeyeceğim. Parkta öpüşürken ya da oynaşırken umursamaz olmanın ne anlama geldiğini asla bilemeyeceğim.” Lezbiyen bir Yahudi olan Salzmann, bir gün sevgilisiyle kendisine sokakta küfür edilince, her zamanki sessizliğini koruyamayarak cevap veriyor. Lafı atan kişi üzerine yürümeye kalkınca ise yoldan geçen ve “görünüm olarak Müslümana benzeyen” iki yabancı araya girip onları koruyorlar. “Olay sonrasında bize sigara ikram ettiklerinde” diyor Salzmann, “bu yaralanmışlık hissini onların da iyi tanıdığını biliyordum.” (s. 26)
Geçen yıl Savrulanlar isimli romanı Türkçeye de çevrilen Deniz Utlu’nun “Güvenmek” başlıklı yazısı, Alman devletinin göçmenlere duyduğu güvensizliğe ve ırkçılığa maruz kalan yabancı kökenlilerin devlete güvenmek konusundaki haklı zorluğuna odaklanıyor. Bu konuda, göz önünde olan, hatta yıllardır konuşulan ama görmezden gelinmesi tercih edilen örneklere yer veriyor Utlu. Örneğin, NSU Cinayetleri... Almanya’da dokuz göçmen ile bir Alman polisin ölümünden sorumlu tutulan ve 4 Kasım 2011’de varlığı tesadüf eseri ortaya çıkan Nasyonal Sosyalist Yeraltı Örgütü (NSU), Alman devletinin aşırı sağ ile verdiği sınavın en büyük ölçütlerinden biri olarak önemini koruyor. Bu cinayetler medyada Boğaziçi Seri Cinayetleri veya Döner Cinayetleri adıyla da anılmıştı. (s. 49)
Gazeteci/yazar Enrico Ippolito “Hakaret” başlıklı yazısına İş Bulma Merkezi’nde en çok duyduğu sözlerle başlıyor. “Burası İtalya değil”, “Size uymuyorsa eğer, ülkenize geri dönün...” Almanya’da doğup büyüyen, ama soyadı Müller ya da Schmidt olmayan birinin nereye geri döneceğini bilmediğini söylüyor yazar. “Ama bu toplumda öfkeye yer yok. Öfke ayrıştırıcı bir şey olarak görülüyor. Sakinlik ve sağduyu önemli. Çünkü sağcılara karşı ancak böyle mücadele verilebileceği düşünülüyor” diyor Ippolito. “Gerçi yapısal ırkçılığı yok etmek için son 30 yılda bunun işe yaradığını söylemek imkânsız. Ama öfkelenince de şu klişeyle karşılaşılıyor: Saldırgan yabancı.” (s. 97) Ippolito’nun yazısı, yabancı kökenlilerin gördüğü (bazen farkında bile olmadan yapılan) hakaretlere odaklanıyor.
Sosyolog Nadia Shehadeh, aynı zamanda ünlü bir blog yazarı. Özellikle feminist blogu maedchenmannschaft.net oldukça ilgi görüyor. Shehadeh’nin yazısının başlığı “Tehlikeli.” 1977’de bir uçak kaçırma olayına karışan Lübnanlı teröristle isim benzerliği, bir dönem hayatını zorlaştırmış Shehadeh’nin. “Ama” diyor yazar, özet olarak, “ırkçılığa karşı tepkim uzun zamandır öfke değil, politik bir tavrın ifadesi biçiminde. Ve bunu –her ne kadar çok alışmış olsam da- ırkçı davranışları normal ve doğal olarak kabullenmememiz gerektiğini hatırlamak için korumak istiyorum.” (s. 129)
Azeri asıllı Olga Grjasnowa’nın ödüllü üç romanı var ve bunlardan ikisi filme de çekilmiş. Grjasnowa’nın “Öncelikler” başlıklı yazısında benim özellikle dikkatimi çeken, yazarın “göçmen edebiyatı” kavramını ırkçı ve “paternalist” bulması ve “dünya müziği” kavramıyla benzerlik içerdiğini düşünmesi. (s. 136) Dünya müziği hep “ötekinin müziği” olarak görülüyor ama nedenini kimse bilmiyor. Türk müziği ve Arap müziği örneğin, hep “dünya müziği” olarak etiketleniyor ama caz ve blues öyle değiller -onlar evrensel. (Benim de aklımda bu “dünya müziği” etiketini ilk olarak Genesis grubunun solisti Peter Gabriel uydurmuştu, diye kalmış ama emin değilim.)
Vina Yun kitabın en yaşlı yazarı. Avusturya’daki ikinci kuşak Koreli göçmenlerin en büyük çocuklarından olan Yun’un yazısı “Yemek” hakkında. Kore mutfağının giderek artan popülaritesi üzerinden konuya giren yazar, “İnsan, sofrasında kendi yemeğini yiyebildiği sürece dünyada her şeyin yolunda olduğunu düşünebiliyor” diyor. “Ta çocukluktan kalan tadları alabilmek, bize güven hissi veriyor çünkü.” (s. 149) İki yıl önce ülkesinden göç etmiş biri olarak ben de buna katılıyorum: Sevdiğim yemeklerin olduğu bir sofrada, hele dostlarla birlikte oturduğum zamanlar, bu iki yılda kendimi en güvende ve keyifli hissettiğim zamanlardı.
İnsan, göç eden bir canlı. Çoğumuzun ailesinde şu ya da bu nedenle ve şu ya da bu biçimde göç etmiş, etmek durumunda kalmış birileri var. Hele bugünün dünyasında göç, bazılarımız için bir zorunluluk hâlini aldı.
Göç ile sürgün aynı şey değil. Göçün farkı, isteyerek yapılmış da olabilmesi. Ama yerleşik düzene sahip bir insan, kurduğu “yaşama iklimi” yaşanamaz hâle gelirse göç eder ancak. Bu, isteyerek yapılmış bir eylem gibi görünse de aslında kimse anadilinden, kültüründen kopup gitmek istemez. Kalabilmek için dayanır, mücadele eder, bekler. Çünkü gitmek, birçok şeyi geride bırakmak anlamına de gelir. Yalnız dilini ve kültürünü değil, evini, arkadaşlarını, bağlarını, bağımsızlıklarını da... Bu liste uzar gider. Ve çoğu zaman da bu gidiş travmatik oluyor ve uyum çabası, uyum süreci ile tutulması gereken bir yası beraberinde getiriyor.
Yine kitaba, Heimat’a dönersek, yazarlardan Mithu Sanyal’ın vurguladığı gibi, esas soru “Sen nerelisin? Nereden geliyorsun” değil, “Biz nereye gidiyoruz” olmalı. Aktivist/yazar Simone Dede Ayivi ise “Birlikte” başlıklı yazısını şu cümlelerle bitiriyor, ki bunlar aynı zamanda kitabın da son cümleleri: “Ben tek bir ‘Heimat’a inanmıyorum. ‘Heimat’lara inanıyorum. Bunlar kendimizi sonsuza dek bağlı hissettiğimiz özel yerler olabilir. Ne kadar uzak olursak olalım ve ne kadar uzun süredir oraya gitmemiş olsak da bağlı hissettiğimiz yerler... Ama bunlar çoğunlukla insanlar oluyor; bize güvenen ve bizim de onlara güvendiğimiz insanlar.” (s. 194)
Kitaptaki diğer yazıların başlıkları ise şöyle: “Sevgi”, “Bakışlar”, “Evde”, “Dil” ve “Cinsiyet.” Türkçeye mutlaka çevrilmesi gerektiğini düşündüğüm Sizin Ülkeniz Bizim Kâbusumuz kitabının başlığındaki “biz”in nerede bitip “siz”in nerede başladığına yalnızca yazarları değil, okuyucuları da karar verecek.
Kaynaklar
Aydemir Fatma - Yaghoobifarah, Hengameh. Eure Heimat ist unser Albtraum (Sizin Ülkeniz Bizim Kâbusumuz), Berlin: Ullstein Verlag, 2019.
Aydemir, Fatma. Ellbogen (Dirsek), München: Hansen Verlag, 2017.
Berger, John. Ve Yüzlerimiz, Kalbim, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü, İstanbul: Metis Yayınları, 2012.
Berger, John - Mohr, Jean. Yedinci Adam: Avrupa’da Bir Göçmen İşçinin Hikâyesi. İstanbul: Metis Yayınları, 2018.
[*]Kitaptan yapılan çevirilerin tümü bana aittir. (HT)