Edebiyatımız bu çeşit bir boyun eğmiş yazarlar mezarlığıdır; o nedenle geçmişe baktığımızda yeniden okuma gereği duyduğumuz birkaç isimden fazlası çıkmaz
10 Ekim 2019 10:30
Kültürümüzün bir türlü iyileşmeyen bir yarası var: Açık olma kaygısı ya da açık olma korkusu. Nereden başlayacağıma emin olamadığım için yazının devamı açısından aykırı sayılabilecek bir örnekten yola çıkacağım. 1831'de İstanbul'u ziyaret eden ABD'li seyyah James Ellsworth De Kay, Türk diplomasisini anlattığı sayfaları ilginç bir yorumla tamamlıyor:
Bir yabancı için Türklerin en acil meseleleri nasıl hallettiğini, daha doğrusu nasıl tartıştığını görmekten daha eğlenceli bir şey olamaz. Konu zeki bir şekilde bütün yönleriyle incelenir ve düşünülür, fakat iki tarafın da "Maşallah" yani "Allah büyüktür" demeleri dışında kesin bir karar alınamaz. Bir sonraki görüşmede konu, tekrar müzakere edildikten sonra "İnşallah" yani "Allah isterse"yle kapatılır. Bir sonraki görüşme de "Allah kerim" yani "Allah merhametlidir"le sonuçlanır; ancak hala karara bağlanan bir şey yoktur. Eğer önemli bir mesele varsa toplantı önemli bir sözle, "Bakalım"la biter ve konu bu şekilde durum hızlı ve genelde de hatalı bir karara varmalarını gerekli kılana kadar haftalarca hatta aylarca uzar. İş görmedeki bu yavaşlık yetenek eksikliğinden ya da kararsızlıktan değil, bir konuda hemen karar vermenin yakışıksız olduğunu düşünmelerinden kaynaklanır. (De Kay, s.320)
De Kay, itidalli bir yazar olarak gözlemini hoşgörülü bir gerekçelendirmeyle bitirmiş. Sonucu, "Hemen karar vermenin yakışıksız olduğunu düşünmelerinden" kaynaklanan yerleşik bir ahlak anlayışına bağlamış. Oysa, özellikle Osmanlı'da yönetici konumunda olan kişilerin incir çekirdeğini doldurmayacak meseleler ya da basit dedikodular yüzünden kelleyi kaybedebildiğini anlamamış olamazdı; dolayısıyla biz bugünden baktığımızda, De Kay'in eğlenceli biçimde tarif ettiği "karar alamama" hâlinin aslında sonuçları ağır olabilecek bir sorumluluktan kaçma olduğunu görebiliyoruz. Tarihin akışı içinde bu karar kısırlığı imparatorluğu kaçınılmaz çöküşüne sürükledi. Muhtemelen bu "İnşallah" ya da "Maşallah" sözleri ihaleyi üstüne almama çabasının dışavurumuydu.
Geçmişin derin kaygıları bugünün insanında travmatik alışkanlık yaratabiliyor. Bir zamanlar konuşmakla kelleyi kaybetmek arasında ince bir çizgi vardı; şimdi bu kaygı kolektif bilinçaltında büzüşüp içeriğini yitirerek yerini belki de entelektüelin küçük düşme korkusuna bıraktı. Doğru bulduğunu dile getirmek ya da açık bir haksızlığa uğramak dışında suçu olmayan bu kişilerin aldıkları riskleri elbette göz ardı edemeyiz. Bu tür siyasî riskleri, ayrı bir kapsamda görüyorum. Öte yandan, entelektüel sadece aktivist değildir; hatta aktivizm, entelektüel olmanın herhangi bir parçasıdır, düşüncenin devreye sokulmasıyla ilgilidir ve entelektüele asıl uğraşından -müzik, akademi, edebiyat her neyse- ayrı bir alana taşma hatta o alanda temsil bulma ânı yaratır. Ülkemizde özgürlüklerin sorunlu durumu pek çok entelektüeli kuşkusuz saygıyı hak eden böyle bir atılıma yönlendiriyor. Diğer yandan, aktivizim ya da özünde risk içermemesine karşın aktivizmi taklit eden tutumlar, entelektüel için çabuk yoldan kendini doğrulama anlamına gelebiliyor.
Devlet-entelektüel ilişkisinden tamamıyla bağımsız olarak, aslında entelektüellerin kendi aralarında sürüp giden ve derinleşen bir açıklık sorunu var. Belki de devlet karşısında ezilmiş ya da muhalif enerjisini -yaşadığı çağın zorunlulukları nedeniyle- tamamıyla güncel siyasî çöküşe yanıt vermeye ayırmış olmanın getirdiği bir tıkanma var. Aktivizm, entelektüeli hayatî bir risk altına sokarken sanki bir yandan da düşünce sorumluluğunu azaltıyor ya da düşünce etkinliğinin, anlama, paylaşma ve tartışmaya açma çalışmasının değerini düşürüyor. Güncel siyasî bir konuda anlık reaksiyon vermek bilişsel arka planda "cephede kurşunlara göğsünü germek" anlamına geliyor. Aktivistin cesareti karşısında reaksiyonunun düşünsel derinliğini sorgulamayı ayıp sayıyoruz. Aktivizm, kolaylıkla destek buluyor; ne de olsa, sosyal medyada ya da yazılı basında "sesini yükselterek" işini, servetini, özgürlüğünü hatta varlığını risk altına almak entelektüeli bir bakıma sorumlulukların en üstününü yerine getirmiş kılıyor. Bu durumda, şunu söylemekten kaçınma eğiliminde oluyoruz: Aktivizm, malesef çoğunlukla enine boyuna düşünülmüş, tartışmaya açılmış kapsamlı bir eleştiriye karşılık gelmiyor; entelektüel, tabiri maruz görün, bir çeşit "gerilla" gibi davranma eğiliminde oluyor. Haklı bir gerekçeye tutunuyor, duygusal tonu yüksek, retorik bir reaksiyon yaratıyor. Öte yandan, bireylerce ödenen bedelin büyüklüğü eleştirel düşünce susuzluğunu gidermiyor. Şöyle bir benzetmeye gidilebilir: Bir çocuğun hayatını kurtarmak için ölümü göze almak elbette değerlidir; ancak yetmez, o çocuğun özgür bir birey olarak yetiştirilmesi için göze alınacak, yıllar sürecek emeğin yerine geçmez.
Ancak bu yazıda aktivizmi sorunlaştırıp tartışmaya açmak niyetinde değilim. Entelektüelin aktivizm dışında kalan eleştirel uğraşıyla ilgili başka bir soruna odaklanmayı önereceğim, bunu da belki şöyle tarif edebiliriz: Günümüzün entelektüeli, düşüncesini olgunlaştırma, paylaşma ve tartışmaya açma söz konusu olduğunda, son derece tutuk davranıyor. Bilinçli hatta çalışılmış bir tutukluk bu. Bir çeşit beceri hâline gelmiş, hatta entelektüel saygınlığın bir yönü olarak kabul edilmiş. Belli bir konuda görüşü oluşmaya başladığında, öncelikle etraflıca tartıp örnekler üstünde durmaya, düşüncesinin gerekçelerini döküp yorumlarını gerçek verilere dayandırmaya gönül indirmiyor. Odaklandığı nesneyi, olumlu/olumsuz görüşünü üstüne kurduğu nesneyi, belki de "görmeye değer" bulmadığı için -ya da bu "görmeye değer bulmama" oyununu entelektüel olarak konumunu sarsmayacak, hatta belki sağlamlaştıracak bir strateji olarak kullandığı için- yüzeysel olarak tanımlamakla yetiniyor. Açıklamaya yanaşmıyor. Tartışmaya açılabilecek kavramlar üstünden düşünmeye çabalamıyor. Yaşadığı tutukluğun sonucu çoğunlukla sessizlik oluyor, ki bu tutumuyla hiç kimseye bir şey kazandırmamış olsa bile, kültürümüzün sessizliği olgunlukla karıştıran bulanık anlayışı içinde bir yer tutmayı başarıyor, başardığını varsayıyor. Açıklamaktan kaçınamayacak kadar dolduğunu düşündüğündeyse, yüzeysel bir dizi yargıdan ileri gitmiyor; çünkü yüzeyselliği aşmasını sağlayacak eleştirel emeği ortaya koymak, yani konu aldığı nesneden (kişi, kitap, dergi, yazı, olay) derinlemesine söz etmek bir dizi riski beraberinde getiriyor. Öncelikle, bir kişiyi ya da eleştirdiği anlayışı taşıyan kişileri karşısına alma riski var. Maalesef yüzleşme en zayıf olduğumuz konulardan biri; acaba başka edebiyatlarda, hiçbir isim vermeden, hiçbir metne doğrudan dokunmadan yazılmış eleştiri yazıları oranca bizdeki kadar çok mudur? Gerçi bu alışkanlığın tarihi 1980'dan öncesine kadar gitmez diye düşünüyorum; geriye dönüp bakıldığında, 50'lerde, 60'larda hatta 70'lerin sonuna kadar görece canlı bir tartışma, polemik ortamı olduğunu görebiliyoruz.
Kişileri karşısına almak, günümüzün tutuk entelektüeli açısından yeterince büyük bir risk- sanırım, günümüz entelektüellerinin kaygı duydukları bir konu da ortaya koyacakları eleştirel emeğin boşa çıkma hatta aleyhlerine işleme ihtimali. Aleyhe işleme iki biçimde olabilir: Birincisi, işini eleştirdiğiniz kişinin kendisi ya da destekçileri tarafından suikasta uğrama korkusu olabilir; kendi adıma, pek çok entelektüelin, en azından ciddiye alabileceğimiz entelektüellerin, bundan pek çekindiğini sanmıyorum. Bence asıl korkulan ikincisi: Sessizlikle karşılanmak. Yaratıcı bir entelektüel ortamda, kapsamlı bir eleştiri yazısı muhatapsız kalmaz; ancak bizimkisi gibi donuk ve ancak dışarıdan müdahalelerle -o da kısa sürelerle- harekete geçebilen kof bir kültür dünyası içinde uzun bir uğraştan sonra ortaya konmuş düşüncenin, tartışma çabasının boşlukta asılı kalması imkânsız mı? Daha yalın söylemek gerekirse: Kimse aptal durumuna düşmek istemiyor. Entelektüel sarkazmın en aşağı formunda karar kılıyor bu durumda: Kibir. İki aptallık arasında kendine göre daha az zararlı olanı tercih etmiş oluyor. Bir çeşit görüntüyü kurtarma çabası bu. Çünkü "Sorunu Görmek"; sorundan söz etmek, sorunun kaynağını kendi ilgisine değer görmek anlamına geliyor. Örneğin yazar, niteliği açısından kuşku duymasına karşın çok beğenilen bir çok satarı eleştirmek söz konusu olduğunda, geri durabiliyor; çünkü eleştirdiğinde, her şeyden önce o çok satarı kıskanmakla suçlanacağından çekiniyor, ikincisi eleştirmeye (hatta okumaya!) gönül indirmiş görünmek istemiyor (ki bu bizim kültürümüzün tipik kendini sakınma refleksinin bir yansıması olarak değerlendirilebilir), üçüncüsü eleştirmeye kalktığında belki de kendi işleriyle ilgili benzer bir karşılık almaktan çekiniyor.
Sosyal medyanın hayatımızda olmadığı yıllarda, eleştiri yazılarının dergilerde ya da gazetelerin kültür eklerinde görünebildiği dönemde, "hiç kimseden söz etmeden geniş yargılara varma" eğilimi bugünden daha az oranda değildi. Bu "hiç kimse" ifadesinden eleştirmenden kişileri karşısına alan bir yaklaşıma saplanmasını beklediğim düşünülmemeli; bu "kimse" pekâlâ bir yapıt ya da yayın da olabilir, adı sanı belli olmak, içeriği örneklenmek kaydıyla. Sosyal medyayla birlikte, belki bu platformun eğlenceye dönük hafif yanının baskın olması nedeniyle, "hiç kimseye seslenmeden birilerine seslenen" eleştirel paylaşımların yaygınlaştıklarını söylemek yanlış olmaz.
Edebiyat çevresi içinde entelektüelin tutukluğunu ortaya koyacak pek çok örnek gösterebilirim; yazının kapsamı açısından birkaçıyla yetinmeye çalışacağım. Pratik nedenlerle edebiyat dışındaki alanlarla ilgili tartışmayı erbabına bırakıyorum. Eleştirinin girebildiği her alanda benzer bir tutukluğun, bir entelektüel suskunluğunun geçerli olduğunu sanıyorum; çünkü kültürün bir bölümünde yakaladığınız açı çoğunlukla başka alanlarını da anlatan ipuçlarını taşır.
Irmak Zileli'nin sosyal medyada görünen bir paylaşımı üstünden ilerleyelim. 24 Temmuz 2019'da Zileli, Twitter'da bir "flood" yaratarak şunları belirtmiş:
Afili Filintalar'ın edebiyatın başına ördüğü şu çoraptan ne zaman nasıl kurtulacağız merak ediyorum. Özellikle son dönemde okuduğum öykü ve romanlarda dikkatimi çeken bir şey var. Ardı arkası kesilmeyen aforizmalarla yapılan bir "felsefe".
Çoğunlukla aralarında neden-sonuç ilişkisi ve bütünlük yok. Cümleyi ilk okuduğunuzda mühim bir şey söylediği ve bunu etkili şekilde söylediği hissi uyandırıyor. Durup anlamını kavramaya çalışırsanız, ne demek istediği belli olmayan süslü bir cümle olduğunu fark ediyorsunuz. Büyülendiğinizi sanıyorsunuz ama burada yaşanan büyü değil, az sonra geçiverecek olan bir şoklama.
Bu cümleleri sarf eden karakterler de oldukça yapay oluyor haliyle. İki insanın gündelik hayatın içinde sürekli olarak böyle cümleler kurması inandırıcı değil.
Elini şakağına dayamış, kısık gözlerle ufuklara dalan, pürüzlü sesiyle bizi etkileyen biraz serkeş, saçı başı dağınık erkek karakterlerin kadın versiyonları da çıktı. Bunlar da çoğunlukla çok tatlı, sempatik, eğlenceli, büyüleyici, lunapark gibi kadınlar. Bir o kadar da "derin"!
Ayrıca mizahi tarafları da pek güçlü. Ve öyle cümleler kuruyorlar ki, sanırsın feleğin çemberinden geçmiş. Fakat cümlelere yakından bakınca yine içi boş. Ne dediği pek anlaşılmıyor. En sıradan duygunun bile en afili şeklini bulabiliyorlar.
Yusuf Atılgan'ların, Oğuz Atay'ların, Sevgi Soysal'ların, Leyla Erbil'lerin topluma uyum sağlayamayan "tuhaf" karakterleri değil bunları. Bunlar tuhaf ve uyumsuz pozu veriyorlar sadece. Karakterler o kadar yaşamıyor ki hikaye akmıyor bir türlü, konuşan kafalar görüyoruz o kadar.
Aforizma bağlamsızdır, bütün gücünü buradan alır, bu eksik bir güçtür ama güçtür. Edebiyat metninin gücü bağlamdadır, her bir cümlenin bağımsızlığını ilan ettiği yerde akıp gitmez ve karakterler oluşmadığı gibi, bütünlüklü bir dünya kurulamaz. Oysa edebiyatın işi dünya kurmaktır.
(Zileli, https://twitter.com/irmakzileli/status/1154100591083347970, Vurgular bana ait-SO)
Zileli, romancılığının yanı sıra edebiyatın yapısal sorunlarıyla ilgili de düşünüp üreten bir yazar. Alıntıladığım paylaşımlardan da eleştirisinin aslında belirgin bir nesnesi olduğunu varsaymamızı bekliyor. Oysa kimden ya da hangi yapıtlardan söz ettiği hem belli hem belirsiz. Sadece "Afili Filintalar" genellemesi eleştiri nesnesini gelişigüzel bir yere odaklıyor; Afili Filintalar, bağımsız bir web yayını olarak yayında kaldığı süre boyunca pek çok yazarın göründüğü bir platform oldu. Adı nedeniyle Afili Filintalar'la ilgili eleştirilerde odak noktası ilk sırada Murat Menteş oluyor; çünkü bu Afili Filintalar ifadesi Menteş'in ilk romanında geçmekteydi. Oysa adı geçen platformda Murat Uyurkulak, Afşin Kum, Emrah Serbes, Aslı Tohumcu, Meltem Gürle, Bahadır Cüneyt, Ferhat Uludere, Mahir Ünsal, Hakan Bıçakcı, Onur Ünlü, Alper Canıgüz , Murat Zelan, Hakan Albayrak gibi pek çok ismin yazıları göründü. Ara sıra yazdığım için biliyorum: Platformun hiçbir zaman oturmuş bir editörlük sistemi olmadı; dolayısıyla dünya görüşü ya da yaşam anlayışı açısından aynı masaya oturması bile zor olan isimler bir aradaydı, hatta doğrudan Afili Filintalar'ın sayfalarına taşan tartışmalar yaşandı. Platformun kendisi ya da platformda yazmış olan kişilerin verimi eleştiriye kapalı değildi; örneğin kendi adıma görüş ayrılığımı, eleştirimi -hatta kimi zaman belki ölçüyü kaçıracak biçimde- yazmışlığım oldu; hiçbir zararını görmedim, ya da görmediğimi sanıyorum.
Zileli'nin aforizma ifadesini de gözden geçirmesi gerekiyor. Tarif ettiği, aforizma değil, beylik sözler ya da paylaşımlarının başında adlandırdığı biçimiyle süslü cümleler. Aforizma, düşüncenin yazıya dökülmesinde sık başvurulan bir formdur; örneğin Nietzsche, şiddetli migren ağrıları nedeniyle 20 dakikadan uzun süre ara vermeden yazamıyordu ve belki de bu nedenle aforizmalara dayalı yazma tekniğini ileri taşımıştı. Cioran'ın, Kafka'nın ya da Goethe'nin kimi metinleri aforizma olarak değerlendirilebilir. Bağlamsız olduğu doğru değildir. Günümüzde yaygın olan, sosyal medyanın avantajını kullanmak isteyen yayınların yarattığı, yazarları beylik cümlelerle sunma eğilimidir.
Afili Filintalar'ın yayında olduğu dönemde, yanlış anımsamıyorsam, Ece Temelkuran'ın platformla ilgili "ergenlik" üstünden bir eleştirisi olmuştu. Menteş'in karşılık verdiği, çok uzatılmayan, naif bir tartışma oldu; aslında Temelkuran'ın yorumu o gün için genişletilebilirdi. Ama Temelkuran hiç değilse, kimden ya da neyden söz ettiğini, Behzat Ç.'den ya da kısa kısa bile olsa belli yazarlardan örnekler vererek açıklamıştı.
Böyle bakınca, Zileli'nin, Afili Filintalar'ın bir yayın olarak eleştirisine giriştiğini sanmıyorum; çünkü tanımladığı sığ "aforizmacılık" sözgelimi Afşin Kum ya da Meltem Gürle'ye kesinlikle uymuyor. O hâlde kimden, neyden, hangi metinlerden söz ediyor? Niçin doğrudan örnekler vermekten kaçınıyor? Bulanık bir tanımlama yerine eleştirisini örneklese geliştirici, verimli olabilecek bir tartışmanın önünü açamaz mıydı? Belki de sosyal medya sınırları içinde bu kadarını söylemekle yetindi; ancak bu durumda da, belli öykü ve romanlarda yapay karakterlerin süslü cümleler ettiğini ve bunun da anlayamadığımız bir yönüyle Afili Filintalar'la ilgili olduğunu çıkarıyoruz. Bu eleştiriye içtenlikle gerek duymuşsa, daha geniş bir okuma ve değerlendirme bekliyoruz.
Sosyal medyanın yaygın olarak kullanılmadığı yıllarda bu tür "soğuk duş" yazılarının daha yüksekten -açıkçası bugün için gülünç kaçan- bir tonu oluyordu. Hiç kimse hakkında hiçbir şey söylemeden herkes hakkında büyük bir şey söyleme işi ister istemez söyleyeni ahkâm kesme pozisyonuna düşürüyordu; ama geçmişte, sözü söyleyenin yayın dünyası açısından kayda değer bir otoritesi varsa, o kişi otorite sayılmışsa, bu ahkâm pekâlâ hoş görülebiliyordu.
Semih Gümüş, zamanında "Genç Öykücülerin Ağzını Bıçak Açmıyor" başlıklı bir yazı kaleme almıştı; bu yazıyı daha sonra Öykünün Bahçesi başlıklı bir kitaba taşımış. O yıllarda Adam Öykü dergisinin genel yayın yönetmenliğini yürüten Gümüş'ün yazısı dikkat çekmişti, çünkü çıkış arayışında pek çok genç öykü yazarı -açıkça söyleyelim- Gümüş'ün ağzının içine bakıyordu. İçerik olarak bakıldığında, Gümüş'ün yüzeysel bir değerlendirmeden başka bir şey ortaya koymadığı görülebilirdi; ama tam tersine, Roni Marguiles gibi edebiyat dünyamızda iz bırakması zor görünen birkaç veterandan destek bile gördü. Gümüş'ün yazısında -Zileli'nin paylaşımlarında olduğu gibi- tam bir isimsizlik söz konusu değildi; hiç değilse yazının sonuna doğru birkaç isme üstünkörü değinip geçmişti.
Oysa yazının içeriğine bakınca, bütün bir kuşakla ilgili keskin yargılar -herhangi bir dayanak sürmeye gerek görülmeden- öne sürülmüş görünüyordu. Gümüş'e göre, hangileri olduğunu bilemediğiniz "bu öykülerin" başat özelliği "öykü kişilerinin hiç konuşmaması ya da çok az konuşması"ydı. Tuhaf ama yayın yönetmenliğini yürüttüğü Adam Öykü dergisinde çıkan öykülerin büyük çoğunluğu açısından Gümüş'ün yargısı isabetsizdi. Adam Öykü arşivine üstünkörü bakınca, öykü kişilerinin yeterince gevezelik ettiği örneklerin çoğunlukta olduğu görülebilir. "Genç öykücülerin yazdıkları yalnızca kendilerini tedirgin ediyor" diyordu. Ayrıca Gümüş'e göre, karşılaştığı bu yeni öyküler ayrıntıdan yoksundu, günümüzün karmaşık insanını anlatabilmeleri imkânsızdı. Genç öykücü kendi kendiyle baş başa kalmakla yetiniyordu. Yazının sonuna doğru, Gümüş sorunu bir kuşak karşılaştırmasına götürecek kadar geniş davranabiliyordu: "Yirmi-otuz yıl önceki [yazının 90'larda yazıldığı göz önüne alınırsa 60'lar ve 70'ler kastediliyor] üniversiteli gençlerin yaşamlarını yüzlerce arkadaş, kocaman dünyalar dolduruyordu. Şimdi, küçük dünyalarına kapanmış gençlerin yaşamlarını neler dolduruyor?" Eleştiri niyetiyle başlayan bir yazı kuşak genellemesine dönüşüyordu böylece; öyküler üstüneymiş gibi ortaya sürülen yargılar, aslında yaşamlar üstüne oluveriyordu.
Yazının son bölümünde, hemen hemen birkaç paragrafta Erol Hızarcı, Semra Topal ve Sema Kaygusuz'a değiniyordu. Oysa, Hızarcı bu derece genelleşmiş yargılara örnek olacak bir yazar değildi; kuşağı içinde kendine özgü bir anlayışı ödünsüz sürdürmüştü. Benziyorsa, kuşağın başka yazarlarına ne açıdan benziyordu? Gümüş, tam olarak örneklemeye gönül indirmiyordu. Hızarcı'nın bir görüşünü alıntılayıp yargıya varıyordu. Sonra, Milan Kundera'yı destek göstererek şöyle bir açıklama ekliyordu:
"Kitabındaki öykülerin hiçbirinde tek bir konuşma tümcesi bulunmayan, Erol Hızarcı bu seçimiyle yalnızca kendini anlatmaya sonunda da öyküyü yitirmeye başlamış olmuyor mu?
Aynı durumu Milan Kundera, kesinleyici biçimde saptıyor:
Kitaplar gitgide daha küçük karakterlerle yayımlanıyor. Edebiyatın sonunu hayal ediyorum. Karakterler yavaş yavaş kimsenin farkedemeyeceği kadar küçülecek ve bütünüyle görünmez olacak.
Sanıyorum, öykücülüğümüzün en genç yazarlarının gelip durdukları yer de budur." (s.40-41)
Gümüş'ün ne Hızarcı'yla ne de ondan sonra bir iki cümlede geçiştirdiği Semra Topal ya da Sema Kaygusuz'la ilgili somut örnekler vermeye niyeti vardı; yargısından emin olduğu için Kundera'dan -hem de alıntının kaynağını göstermeden- tamamıyla ilgisiz bir delil getirmekten çekinmemişti. Yazı boyunca sürdürdüğü aldırışsız genişlik Gümüş'ü bu noktada fahiş bir maddi hataya sürüklemişti. Kundera'dan yaptığı alıntının Roman Sanatı'nın sözlük formunda yazılmış bir bölümünden ve Can Yayınları'ndan çıkan çeviriye göre aslı şöyle:
Harf karakterleri (caracteres): Kitaplar gitgide daha küçük karakterlerle basılıyor. Edebiyatın akıbetini hayal ediyorum: Harfler kimse farkına varmadan, yavaş yavaş küçülüp sonunda tamamen görünmez hale gelecek. (s.125)
Kundera, Gümüş'ün sandığı gibi roman/öykü karakterlerinden söz etmiyordu. Zaten Roman Sanatı'nın ya da Saptırılmış Vasiyetler'in okuru, Kundera'nın, öyküde gerçekliği ancak konuşmaları artırmak yoluyla vermenin mümkün olduğunu sanan Gümüş'le aynı görüşte olamayacağını kestirebilir. Kundera, bildiğimiz harf karakterlerinden şikâyet ediyor. Ancak Gümüş, kendinden o kadar emin ki Kundera'nın söylediğini sınamaya gerek bile görmemişti. Yazıyı kitaba taşırken bile bu hatayı gözden geçirmemiş.
Gümüş, yargılarını destekleyecek açıklamalara girişmek yerine, örneğin Sema Kaygusuz için "anlatıcı yerine geçerek kendisiyle konuşan bir yazar konumunda" diyebiliyor. Ne demek istediğini anlamak mümkün mü? Değil, çünkü tek bir örnek yok, herhangi bir değerlendirme çabası yok. Kaygusuz'u okuduğum için bir çıkarım yapabiliyorum; ama Gümüş sınanabilir bir örnek koymadığı için kendi çıkarımımla yorumda bulunup karşı eleştiri geliştirmeye kalksam başka şeyi kastettiğini öne sürebilir. Tartışmayı belirsiz bir alana çekerek bir çeşit eleştiriye kapalılık oluşturuyor. Belki de Gümüş'ün işi başından aşkındı bu yazıyı yazarken, hakkında yargıya vardığı metinle ilgili çalışmaya zaman bulamadı. Belirsizliği umursamadan ekliyor: "Yazık ki genç öykü edebiyatımız kağıttan gemilerle denize açılmaya çalışıyor. İlk dalgada hiç değilse kıyıya vursa..." Hani Gümüş'ü, kitabının sonsözünde yararlı bir tartışma ortamı yarattığını savunduğu bu yazıyla değerlendirecek olsak, eleştirmenliği geçtim, bir okur olarak yetersizliğini ortaya sermemiz gerekirdi. Hiçbir metinden söz etmeden kapsamlı yargılara varmakta hiçbir sakınca görmüyor.
Maddi hatalar bir metnin en masum kusurlarıdır. Gümüş'ün, Kundera'yı yanlış alıntılaması bana göre hiçbir metni doğru dürüst masaya yatırmadan bütün hakkında geniş yargılara varmasından daha kötü değil; ama bir yazar olarak kendini sınama gereği görmeyişini ortaya sermesi açısından önemli. Pekiyi, edebiyatımız Gümüş'ün bu genişlikle yazabildiği, kendini sınamaya gerek görmediği, bastığı metinler üstünden konuşmaya gönül indirmediği duruma nasıl geldi? Nasıl oldu da bir dergide işleri çıkan kişiler, öykü yazarları ya da şairler, sanatçı olarak görülmek yerine "genç yazar" olarak küçültüldü? 90'larda Gümüş'e genç yazarlarla ilgili desteksiz yargıya varma ya da bugün Zileli'ye ne olduğunu açıklamaya kalkışmadığı bir eğilimle ilgili sonuca varma genişliğini kazandıran nedir? Edebiyat dergiciliğini otoriter bir tekelcilik olarak dönüştüren süreçle bugün değerlendirme/eleştirme kanallarının söndürüldüğü pespaye durumun bir ilişkisi var mı?
Yazının başında sözünü ettiğimiz karar almama kararlılığı yönünden düşünelim. Eleştiriye yönelen kişi niçin tartışmaya açtığı nesneyi, doğrudan metinleri ele aldığı somut bir düzleme çekmekten kaçınır? Çünkü karar almamanın yarattığı belirsizlik eleştiriye kalkışan kişinin manevra alanını genişletir. Eğer, ortaya somut örnekler koyulursa, tartışma tam anlamıyla herkese açılmış olur. Haksız duruma düşme riski doğar. Ortada sözünü ettiği gerçek bir metin olmadığında eleştirisinin sınanması da zorlaşıyor; en azından sınandığında, kolaylıkla aslında yanlış anlaşıldığını ya da iddiasının o olmadığını öne sürebilir. Dolayısıyla, sorumluluk almaktan kaçınmak, eleştirel anlamda, edebiyat dünyasının bir açmazı hâline geliyor.
Kendini sorumluluktan kurtarmanın tek yolu isimsiz metinsiz eleştiriyle genelgeçer yargılara ya da otorite gevşekliğine sığınmaktan geçmiyor. Bir de, "hiçbir zaman ... iddiam olmadı" kaçışı var. Bir çeşit tevazu olarak algılanıyor sanırım bu tutum; dolayısıyla tıpkı yazının başında alıntladığımız o karar veremeyen Türkler örneğinde olduğu gibi, bu tevazunun saygıyla karşılanması umuluyor. Sözgelimi, son zamanlarda giderek ısrar edilen bir çeşit tanıtım yazısı/eleştiri yazısı ayrımı var. Buna göre, kitap tanıtmak amacıyla yazılanların "hiçbir zaman eleştiri iddiası" olmuyor. Hâliyle, tanıtım yazısının eleştiri sorumluluğu üstünden değerlendirmeye kapalı olduğu yanılgısı besleniyor. Oysa tanıtımlar da eleştirinin bir biçimidir; daha doğrusu bir metnin üstüne başka bir metnin konuşması eleştirel etkinliğin ta kendisidir. Edebiyat çevresinde etki uyandırması beklenebilecek metin her zaman Orhan Koçak'ın Kara Kitap üstüne yazdığı denemesi çapında olmayabilir; eleştirel incelemelerle, eleştirel gözden geçirmelerin izlediği yöntem değişebilir, ama herhangi bir yayında bir kitabın tanıtılıp ötekinin es geçilmesi bile eleştirel, üstelik değerleme içeren bir eleştirel etkinliktir.
Kısacası, tanıtım yazmanın hesap verilebilir bir yanı olmasını bekleyebiliriz. Eğer, tanıtım yazarı çıkardığı metnin Google aramalarına anahtar kelime üretmekten başka bir değeri olmasını umuyorsa, eleştirel sorumluluk üstüne kafa yormaya başlamalıdır. Maalesef, metinler sadece içerikleriyle etki yaratmıyor. Çoğu zaman, bir yayını işgal ederek, öyle ya da böyle bir işlevi yerine getirmiş oluyorlar. Bu durumda, tanıtım yazılarının masumiyetinden söz edebilir miyiz? Açıkçası, tanıtım yazıları son yıllarda edebiyatımızın eleştiri alanının en yozlaşmış, en gerici örneklerini oluşturuyor.
Tartışma nesnesini belirsiz bırakarak ya da başat yayınlarda etkin olduğu hâlde iddiasızlık kisvesiyle sorumluluktan kaçarak bönlüğe yatmanın bugün artık saygın bir yanı kalmamıştır. Kültürümüzün açıklıkla ilgili zaafını bir çeşit zırh gibi görmek boşuna. Yeni kuşak yazarlar, işlerine geldiği sürece bu naif okşayıştan memnun görünebilir. Yıllardır süren "genç yazar" olma kafesinde bir sığınma alanı bulup yüzleşmelerden kaçınabilirler. Edebiyatımız bu çeşit bir boyun eğmiş yazarlar mezarlığıdır; o nedenle geçmişe baktığımızda yazdıklarını yeniden okuma gereği duyduğumuz birkaç isimden fazlası çıkmaz. Ama yeni kuşak ciddi okur açısından bu iddiasız iddiaların, hiçbir şey söylememeyi iş sayan tanıtımların, yumuşak içim söyleşilerin, hiç kimseye fırlatılmamış sivri okların tıklayıp geçmek için sabırsızlandıkları internet reklamlarından farkı olduğunu sanmıyorum.