"Savaşın sisi içinde ‘liberal’ kurtlara gün doğmuş vaziyette. Öncelikle bu savaşı ilkesel bir platforma taşıma gayretiyle, konunun ‘liberal demokrasiler ve otokrasiler arasında büyük kapışma’ olarak tanımlanmasında ısrarlılar."
21 Nisan 2022 19:30
Soğuk Savaş’ın bitişiyle, ‘90’lı yıllarda iki kitap/tez öne çıkmıştı: Tarihin Sonu (Francis Fukuyama) ve Medeniyetler Savaşı (Samuel Huntington). Artık herkesin ezberinde ama özetle hatırlatırsak, birincisi tarihin liberal demokrasilerin galibiyetiyle sonuçlandığını iddia ediyordu. Huntington ise, Sovyetler Birliği’nin çözülüşüyle kapitalizm ve komünizm çerçevesinde ideolojik çatışmanın bittiğini, ancak bu çatışmanın yerini (kültür/değerler kümesi olarak) medeniyetler arası çatışmanın alacağını iddia ediyordu.
Her iki teze karşı da pek çok eleştiri yazıldı; dahası, Soğuk Savaşın sonunda iki küresel süper güçten birisinin çözülmesi dışında iki tezin de sorgulanmasını gerektirecek pek çok şey yaşandı.
Öncelikle, ‘90’lı yıllarda liberal ekonomi küresel ölçekte öne çıktı, ancak bu demokrasiler için gerçekleşmedi. Ona da bir kulp bulundu, otoriter rejimler altında ‘ekonomik mucizeler’ yaratan rejimler için ‘Asya değerleri’, ‘Batı dışı modernlikler’ gibi kavramlar icat edildi. Diğer taraftan, ‘90’lı yıllarda yaşanan çatışmalar illa farklı medeniyetler dünyasına mensup aktörler arasında geçmedi. Her şeyden önce Avrupa’nın ortasında Yugoslavya’nın çözülüşü kanlı bir çatışmaya dönüştü, ama taraflardan biri olan Bosnalı Müslümanlar Batılı ülkeler, Sırplar ise Ruslar tarafından destekleniyordu. 11 Eylül ile medeniyetler arası çatışma doğrulanır gibi oldu, ancak ABD/Batı ittifakı Müslüman coğrafyada radikal akım ve hareketlerle mücadele adına, tam tersi, ‘medeniyetler arası diyalog’ söylem ve siyasetini öne çıkardı.
Bu arada, tam bir ‘hacıyatmaz’ olan Fukuyama, hiçbir koşul altında tarihin sonu tezinin boş çıktığını kabul etmedi, art arda yayınladığı kitaplarda yeni gelişmeler doğrultusunda bazı rötuşlar yapmakla yetindi. Dünyada olan biten bir yana, Batı dünyasında liberal ekonominin yaşadığı 2008 finans krizi, Global Occupy gibi protesto dalgalarını birer tarihî parantez olarak gördü. Pek çok eleştiri gibi bu süreçte Fukuyama’nın tezini sorgulayan Alain Badiou’nun Tarihin Yeniden Doğuşu (The Rebirth of History), Seumas Milne’nin “Tarihin Rövanşı” (The Revenge of History) kitapları onun liberal çevrelerdeki prestijini sarsmadı. 2014 yılında yaptığı bir röportajda, Çin’de liberal ekonominin demokrasiyle sonuçlanmamasına ilişkin olarak Prusya örneğini vererek, “Sonuçta Almanya’da olan orada da olacak” diyordu. Röportajın sonunda ise, tezlerini doğrulayan örnekler olarak Ukrayna, Polonya, Burma (Myanmar) ve Endonezya’daki ‘demokratikleşme’yi örnek gösteriyordu. (Wesley Yang, The Guardian, 27 Aralık 2014)
Endonezya’ya ancak dünya gündemine uzak düştüğü için, “orda bir köy var uzakta, o köy demokratik bir köydür” türküsü ölçeğinde demokratik diyebiliriz. Myanmar’da askerî darbeden önce, Sun Kyi döneminde dahi beklenen demokratikleşme olmadığı gibi, etnik çatışmalar tüm hızıyla devam ediyordu. Polonya’daki, daha düne kadar AB için tam bir baş ağrısı olan ‘otoriter bir rejim’ Ukrayna savaşı dolayısıyla birdenbire temize çıkarıldı ama aslında değişen bir şey yok. Ukrayna’nın durumu ise şimdilerde en önemli tartışma konusu. Tam da bugünlerde, Fukuyama Liberalism and Its Discontents (“Liberalizm ve Sorunları”) adlı yeni kitabını yayınladı. Adama boşuna ‘hacıyatmaz’ demiyorum.
Bu kez tam isabet! Öyle bir zaman ki, sağcısı solcusu tüm liberaller Ukrayna’nın liberal demokrasinin meşalesi olduğuna kanaat getirmiş, dahası, Ukrayna meselesinin ‘küresel çapta liberal demokrasilerle otokrasiler arasında büyük bir çatışma’nın cephesi olduğuna inanmış. Kuşkusuz, demokratik olsun olmasın hiçbir ülkenin bir başkası tarafından işgali kabul edilemez. Ancak işgal edilmiş olmak da bir ülkeyi demokratik diye tanımlamamızı gerektirmez. Yine de Ukrayna’da demokrasi tartışması açmak için iyi bir zaman olmadığı ortada, o konuyu şimdilik geçelim. Daha önemlisi, Ukrayna işgali sonrasında, konunun doğal olarak işgal karşısında yer almaktan, çok geniş ve tehlikeli bir boyuta taşınmış olması. İsterseniz, bu konuda kitap(lar) yazılmasını beklemeden, henüz gazete ve dergilerde çıkan yorumlardan yola çıkarak, hızla oluşan ve bu konuda ne düşünmemiz gerektiğini dayatan külliyata bir göz atalım.
Savaşın sisi içinde ‘liberal’ kurtlara gün doğmuş vaziyette. Öncelikle bu savaşı ilkesel bir platforma taşıma gayretiyle, konunun ‘liberal demokrasiler ve otokrasiler arasında büyük kapışma’ olarak tanımlanmasında ısrarlılar. Oysa işgalci Rusya’nın yanında yer alanların otokrasiler ve otokrat siyasete inanan çevreler olduğu bir gerçek, ama ‘liberal demokrasiler’ kampı için malum, durum aynı değil. Bu kampta en çok göze batan, tabii ki demokrasiyle alakası olmayan Polonya’nın yıldızlaştırılması. Yine malum, bu hokus pokus ilk kez gerçekleşmiyor, Soğuk Savaş döneminde de, Sovyetler ve müttefikleri dışında dünyada ne kadar rezil rejim varsa ‘totaliter komünizme karşı hür dünya’nın müttefikleriydi. Sadece bu dönem değil, Soğuk Savaş’ın ‘90’lı yıllardan itibaren ‘Ilık Savaş’a döndüğü dönem boyunca ve özellikle Rusya’nın güçlenmesinden sonraki 2000’li yıllarda da ‘demokrasi’ kavramı bu gibi çifte standartlarla kirlendi. Afganistan ve Irak’ın demokrasi getirmek adına işgal edilmesi bir yana, eski Sovyetler çeperi olan Doğu Avrupa’yı Batı ittifakına katmak için kol kola girilenlerin demokrasiyle alakası pek sorgulanmıyordu. Bu uğurda Kosova’da organ mafyacıları aklandı, Baltık ülkelerinde Nazi rejimi işbirlikçilerinin ‘ulusal kahraman’ ilan edilmesine kafa takılmadı. Irak’ı demokratikleştirme işinin başarıyla tamamlandığını düşünen ABD Dışişleri Bakanı Condeleezza Rice, Ukrayna ve Gürcistan ayaklanmalarının ardından, Nisan 2005’te ‘Avrupa’daki son diktatörlük olan Belarus’ta değişikliğin zamanının geldiğini’ ilan etmişti. Zaten o dönem liberal yorumcular, bu tür ayaklanmalarla ‘rejim değişikliğinin övünç duyulması gereken yeni bir model’ olduğunu açıkça ifade ediyordu. (Timothy Gordon Ash", Solidarnosc pioneered a new model of regime change to be proud of”, The Guardian, 1 Eylül 2005) Demokrasi adına demokratik olmayanlarla ittifak etmek, yüce bir amaç uğruna göz yumulması gereken bir şeydi.
Ukrayna’da Putin’in iddia ettiği gibi Naziler iktidarda değil; ancak Ukrayna’da Turuncu Devrim’den bu yana Batı yanlısı kesim içinde Nazi rejimi hayranları hiç eksik olmadığı halde bu konu hiç mesele edilmedi. Diğer taraftan, tıpkı Rusya’da olduğu gibi, Ukrayna’da da oligarkların savaşının söz konusu olduğu mevzu olmadı, olmuyor. Olmadığı gibi, rejim değişikliklerinin önde giden savunucularından İngiliz gazeteci T. Gordon Ash, Kırım krizi esnasında, Doğu Ukrayna’daki oligarklara ‘Ukrayna’nın bağımsızlığını destekledikleri takdirde dünya ekonomisi içinde rahatça işlerini sürdürmek’ şeklinde ‘havuç gösterilmesi’ gerektiğini tavsiye ediyordu. (“The focus is on Crimea, but next is the fight for Ukraine”, The Guardian, 19 Mart 2014)
Ne yazık ki, renkli devrimlerin, yani özgürlük ve demokrasi arayışlarının jeopolitik hesaplar çerçevesinde manipüle edilmesinin sorgulaması, liberal sol çevrelerin isteksizliğinin de katkısıyla, tüm dünyada otoriterlik yanlılarının benimsediği komplo teorilerinin malzemesi haline geldi. Tüm dünyada toplumsal itirazların popülist/otoriter sağ ve sol söylemlere/siyasetlere özgürlük ve demokrasi arayışlarının popülist sağ ve sol akımlara desteğe dönüşmesine meydan açtı. En kötüsü, özgürlük ve demokrasi arayışlarının baskılanması için meşruiyet alanı yarattı. Halihazırda tüm dünyada popülist otoriter söylem ve siyasetlerin yükselişi, bu zeminde kurcalanmadığı için ciddi biçimde sorgulanmıyor. En önemlisi, otoriter popülizmin yükselişiyle neo-liberal dünya düzeninin bağlantısı karartılmış oluyor.[1] Oysa bu tür bir sorgulama yapılmadığı sürece, Putin ve onun gibilerin propagandasına daha da alan açılacak, destekçileri de çoğalacak. Ukrayna savaşı vesilesiyle, bu ülkenin bağımsızlığı gibi haklı bir mevzu, bir kez daha ABD/Batı ittifakının jeopolitik hesaplarının gölgesi altında kalıyor.
Avrupa’da Ukraynalı göçmenlere karşı gösterilen yüce gönüllü muameleyle Afganlara, Suriyelilere gösterilen tepki arasındaki farklılığa dikkat çeken yok değil, ancak bu açık ırkçılık büyük ölçüde olağan karşılanıyor. En başından, Soğuk Savaş’tan bu yana Avrupa’da ilk ve dünyada en önemli savaş denerek, zaten dünyanın diğer taraflarında ölen kalanın fazla da önemsenmediği gösterilmişti. Ünlü tarihçi Mark Mazower bile “Avrupa, barış konusunda önemli deneyimini korumak için, kendi istemese de savaş içinde” diyebiliyor. (“Europe’s long quest for peace”, Financial Times, 26-27 Mart 2022) Ona göre bile önemli olan İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa içinde barış sağlanmış olması – yani Avrupa’nın dahil olduğu küresel kanlı çatışmaların hiç önemi yok.
En kötüsü, bu kriz bahane edilerek dünya çapında yine jeopolitik çıkarlar doğrultusunda militarizm aklanıyor, paklanıyor, dayatılıyor. ABD açıkça dünyanın polisliği rolüne çağrılıyor. (Charles A. Kupchan, “Putin’s war in Ukraine is a watershed. Time for America to get real”, The New York Times, 13 Nisan 2022) İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ilk kez, otoriter rejimleri durdurmak için, Almanya ve Japonya gibi ülkeler başta olmak üzere, tüm dünyada silahlanma liberal çevreler tarafından açıkça savunulabiliyor. Küresel liberal düzenin savunulması adına ulus devletler ve milliyetçiliğin önemi vurgulanıyor. (Ross Douthat, “Does Liberalism need a wolf at the door?”, The New York Times, 11 Nisan 2022) Yabancı savaşçılar, “Ukrayna gibi varoluşsal kavgalarda bu tür insanlara ihtiyaç var” diye teşvik ediliyor. (Matt Gallagher, “Should veterans go to Ukraine?”, The New York Times, 11 Nisan 2022) Savunma sanayii kahramanlaştırılıyor. (Peter Coy, “Immorality and defense contractors”, 16-17 Nisan 2022, The New York Times) Küreselleşmenin bitmesi ve kültür savaşlarının başlaması kutlanıyor. (David Brooks, “Globalization is over. The Global culture wars have begun”, The New York Times, 12 April 2022)
Yukarıda her cümleye örnek olarak gönderme yaptığım yorumlar sadece birer örnek. Batı ana akım liberal medyası tıka basa bu tür yorumlarla dolu. Boşluğa el sıkan Biden’dan küresel kahraman, Zelenski’den Churchill ve Che Guevera karşımı bir terkip çıkardılar.
Uzatmaya gerek yok, ama benim ‘beyaz dünyalılar’ dergisi dediğim, Zürih’de açılan yeni cafe, Japonya’da özel tatil mekânları gibi yüksek hayat haberleri dergisi Monocle bile, savaş dergisine dönmüş, NATO manevraları haberleri yapıyor, o kadar diyeyim...
Bu koşullar altında, en önemlisi, ‘barış’ diyeni sözle dövmeye başladılar, İki Büyük Savaş’tan sonra ‘barış’ hiçbir zaman bu denli hor görülen bir kavram olmamıştı.
•
[1] Tony Wood’un “Putin’siz Rusya” (Russia Without Putin) başlıklı kitabını, bu tür bir sorgulama örneği olarak K24’te yazı konusu etmiştik.