Yazılı ve yazgılı metinler

Enis Batur'un İblise Göre İncil kitabını oluşturan yapıtlar, dilbilim veya göstergebilim, hatta yapısalcı araştırmacılara bambaşka kapılar aralar niteliktedir

08 Eylül 2016 13:50

Enis Batur şiirinin en önemli yataklarından biri, kendisini “yazı şiir” olarak tanımladığı, düzyazı ve metinlerin odak alındığı şiir örnekleridir. Uzun yıllar önce, kendisiyle yapılan bir söyleşide “yazı şiir” kavramını temellendirirken, bu şiirlerin aslında bir tür “şiirsel metin” veya “deneysel metin”ler olduğunu vurgulamıştı.1

Evet, Batur’un şiirinde iki temel yatak vardı. Dizi yapısına sıkı sıkıya bağlı, klasikten modernist örneklere kadar uzanan geniş şiir formunun yanında, düzyazı vd. biçimlerde yazılan şiir veya metinler yoluyla şair, örneğine Türkçe şiirde çok az rastlanan bir şiirsel arayış veya deneyciliği çok farklı bağlamlarda, şiir tavrının bir parçası hâline getirmişti. Evet, “düzyazı şiir” (mensur şiir), ağırlıklı İkinci Yeni şiiriyle birlikte, modernist karakterli Türkçe şiir açılımlarının bir parçası olmuştu. Gerçi, modern şiirde yaygın bir çizgi hiçbir zaman olmadı. Bu yazılanlara, on yıllarca “şiir” diyemeyen edebiyat tavırlarıyla karşılaşıldı. Evet, Enis Batur, İkinci Yeni’nin açtığı deneysel çizgiden tabii ki yararlandı. Ancak, onların “kuşağı” diyebileceğimiz 1970’ler şiirinde hâkim olan biçim, söyleyiş ve üslupların daha o yıllarda dışına çıkmış, deneyciliğin dışlandığı, fazla ciddiye alınmadığı bir dönemde, kendisinin süreç içinde tanımlayacağı “yazı şiir”e özel bir yer ve anlam yükleyen bir şair konumundaydı. Dizeyle yazılan ilginç şiir kitapları kadar “yazı şiir” kategorisine giren farklı metin şiirleriyle ilgi odağı olmuştu.

Aslında yaygın olan “düzyazı şiir” terimidir. Ancak, Batı’da olduğu gibi Türkiye’de de çeşitli şair ve eleştirmenler, Batur’un “yazı şiir”i gibi, “düzanlatım şiiri,” “düz şiir,” “metin şiir” gibi terimleri de kullanmışlardır. Yazılanın, en başta “şiir” olduğunu vurgulama uğraşlarıdır bunlar. “Şiirsel metin,” “deneysel metin” gibi terimlerse, açık biçimde yazılanların başta birer metin olduğunu öne çıkarmaktır. Enis Batur’un bu yedi kitabı ele alındığında, kendisinin de yıllar önce altını çizdiği gibi ”düzyazı şiir” bu bağlamda evet bir şiirdir. Ama üslup, teknik ve biçim açısından birbirine çok benzemeyen, normal bir düzyazı şiirden, dizeyle düzyazının yapısal ve görüntüsel olarak iç içe varolduğu örnekleri de kapsayan çalışmalar izlenimi vermektedir. Bu bağlam ve arayışlar içinde düşünürsek Batur da kendine özgü bir şiir- yazı bağını sorgulayan bir şiir veya şiirsellik üretme uğraşında olmuştur. Bu tür yazılan şiirlerin, dizeyle yazılan şiirlere oranla biraz daha düşünsel ağırlıkta olduğu tespit edilmiştir. Tarih, kültür, coğrafya, mitoloji gibi dallar, “yazı şiir” veya şiirsel metinlerde hep ağırlık oluşturur. Buna koşut olarak, özellikle varlık sorunu gibi ana sorunsallar bu türden şiirlerde- metinlerde bir nebze daha ön plana çıkar. Tabii ki bu türden uğraşlara yönelen her şair, farklı farklı düşünsel bağlamlarda daha çok gezinirler. Batur’un “yazı şiir”lerinde değindiğimiz düşünsel yönelimlerin yeri ağırlıktadır. Özellikle ilk dönem kitaplarında mitolojinin bir nebze daha ağırlığı olduğu söylenebilir. Ağırlıklı Batı mitolojisinden etkilense de Ortadoğu kültür tarihiyle kurduğu akrabalıklar özellikle dikkate değer.

Batur’un “yazı şiir” serüveni, azımsanmayacak bir yoğunluktadır. 1987 yılında çıkan Yazılar ve Tuğralar adlı toplu şiirler kitabında “yazı şiirler”in özel bir ağırlığı vardı. Şairin şiir üretimindeki yoğunluğunu düşünürsek, bu “yazı şiir” serüveninde 1980’lerin ortalarından sonra görülen bir düşüş dikkat çekti. Dizeyle yazılan şiirlerden oluşan kitaplar ağırlık oluşturdu. Bu “yazı şiir” kitapları çeşitli vesilelerle yeniden basılageldi. Son haftalarda ise ilk kez bir bütün olarak tek ciltte yer alıyor. Alt başlığı “Yazı Şiirler- 1973- 2002” adını taşıyan bu yapıta Batur, İblise Göre İncil adını koymuş. Yani, ciltteki yedi kitaptan birinin adını. Başta altını çizmemiz gereken nokta, ciltte bir araya getirilen yedi kitabın da, birbirinden çok farklı yazısal deneyimleri içinde barındırmasıdır. Düzyazı şiirde özgürlükçü deneylerle şiirsel disiplin sanki bir arada varolmaktadır. Bazı kesitlerde dizeyle yazılan şiire biçim ve üslup açısından yakınlaşırken, bazı şiir örneklerinde metinler belirleyici olabilmekte, şiirsel metinler ağırlığını koymaktadır. Belki de bu yüzden yazılanların elde avuçta tutulabilir, kategorize edilecek bir yapısının hiçbir zaman olmadığı vurgulanabilir. Bu yüzden de sözkonusu kitaplar üzerine derinlikli analizlere fazla rastlanamamıştır. Yani ciltteki tüm kitaplarda bir öte- dil kurma çabası dikkat çeker. Deneyselliğe yöneliminin yegâne nedeni de bu olsa gerektir. Bu nitelik “yazı şiirler”inde şairin modernist vizyonunu en çok yansıtan kitapları arasındadır. Dolayısıyla, birçok paradoksal öge, bu kitaplarda özellikle dikkat çeker. Sınırlarda gezinmekten korkmadığı için metinleri de bu “yazı şiirler”in kopmaz bir parçası kılar. Bir bağlamda; mitoloji, kültür ve coğrafya yoluyla uygarlık denen mevhum sorgulanırken, başka kitaplarda varlıksal sorun enine boyuna işlenmektedir. Bu bağlamların dizeyle yazılmış şiirlerden oluşan çok sayıdaki kitabında olmadığı düşünülemez. Ama, bu kitaplarda sözkonusu nitelikler günyüzüne daha çok çıkmıştır. Bu ayrımı yaratansa, önce de vurguladığımız gibi, bu tür yapıtlarda düşünsel boyutun daha baskın olabilmesidir. Düzyazı özelliği öne çıkan şiirlerde dilsel- düşünsel özveri, çaba devamlı dikkat çekmektedir.

Şair’in “yazı şiirlerin”inin kabaca değindiğimiz kuşatıcı özellikleri, beraberinde kendine özgü bir gizemciliği ortaya çıkarır. Biçim ve söyleyiş tarzındaki çeşitlilik öyle ilginçtir ki, bu dilsel, deneysel çabalar içinde bu kültürün klasik yapılarından biri olan Divan şiirine dahi ilginç göndermelerle karşılaşılmaktadır. Batı ve Doğu kültürlerinin birbirinden farklı gizemci tavırlarının ilginç bileşimleriyle karşılaşılır. Şiir ve metinlerdeki düşünsel zemini en çok besleyen de bu çatışkılı kültür tavrıdır. İblise Göre İncil adıyla bir araya getirilen, çok katmanlı ve dilsel- düşünsel bağlamda bir çeşitlilik ve deneyi içinde barındıran bu kitapların belki tek ortak paydası, yalnızlık- yabancılaşma duygularının şiirler ve metinler boyu ortak bir özellik olmasıdır. Dolayısıyla da ölüm, doğa, sürgün, şehir, kutsal kitaplar, masumiyet gibi birçok sembol, çeşitli açılımlarıyla şairin imgeleminin bir harcı durumundadır.

Batur'un “yazı şiirler”i biçimlenirken

İblise Göre İncil, Enis Batur, Kırmızı Kedi YayınlarıŞair, elimizdeki tek ciltte yer alan yedi kitabı “yazı şiirler” olarak tanımlayıp, yazılanları aslında bir tür şiirsel veya deneysel metinler olarak tanımlasa da, kitaplar daha ayrıntılı ele alındığında, bu terimlerin de doyurucu olmadığını tekrar vurgulayalım. Örneğin ciltteki kitaplardan biri olan, bize sorarsanız Batur’un en özgün şiir kitaplarından biri olarak düşündüğümüz Koma Provaları'nı bir şiirsel metinden çok, bir “düzyazı şiir” olarak tanımlamanın doğru olduğunu düşünenlerdeniz. Aynı şekilde “düzyazı şiir” olarak rahatça tespit edebileceğimiz birçok tekil örnekleri de “düzyazı şiir” kategorisine koyabileceğimizi ileride örneklerle anacağız. Şair, bunun herhalde açık farkındadır ki, “yazı şiir”leri bu kitapta alt başlık olarak ele almıştır. Ama, örneğin İblis’e Göre İncil adlı, cilde adını veren kitaba bakıldığında, neredeyse topyekûn bir “şiirsel metinler”le karşılaşılabilmektedir. Yani, bu kitaplar, aslında, dil ve söyleyişte bir kuraldışılığı da imler. Şairin, şiir tavrını, poetikasını, dilsel deneylerini aslında devamlı Enis Batur şiirinin kopmaz bir parçası olarak düşünmek gerekir. Biz de birbirinden ilginç ve etkili “yazı şiirler”i böyle bir göz- duyuyla kavramayı yeğliyoruz.

Örneğin, cildin ilk kitabı olan Nil (1975), Batur’un ilk şiir kitabı olan Bir Ortaçağ Yalnızlığı'nın (1973) farklı izleklerini içinde barındırır. Tek fark, mitolojik göndermelerin Nil adlı kitapta çok daha gün yüzüne çıkmasıdır. Bu kitapta düşünsel sorguya koşut olarak tutku da ön plana çıkar. Dize formunda yazılmış olsalar da, yeni ses deneylerinin uzantısı olarak ilginç bir biçim arayışının izleriyle dolu metin parçalarına tüm şiirselliğiyle ulaşma olanağı bulunabiliyor. Örneğin Nil, kitabında, önemli izleklerden biri olan “sürgün” yıllar sonra yayınlanacak Sarnıç adlı yapıtta yine gün yüzüne çıkabilmektedir. Nil bu anlamda kendine ait bir giz dünyasını işaretler. Doğu Akdeniz havzası içindeki kültürel- mitik ortak paydalar değişik biçimlerde sorgulanmaya çalışılmaktadır.

Tüm bu şiirsel arayışlara bakıldığında, genç yaşta olan Batur’un İkinci Yeni şiirin yarattığı deneyciliğine farklı bir katkı çabasında olduğu söylenebilir. Metne de görece yakın duran bu kitaptaki şiirlerden birinde İlhan Berk’e olan göndermesiyle, Berk’in özellikle 1960- 62 yılları arasında çıkan Çivi Yazısı, Otağ ve Mısırkalyoniğne adlı deneysel karakterli kitaplarından farklı etkiler aldığı hissedilebiliyor. Batur, bu türden uğraşların ötesine yol almaya çalışırken kendine ait bir şiirsel kurmacayı da temellendirmeye çalışıyor, Akdeniz- Ortadoğu duyargası içinde ilginç lirik kesitlerle okuru karşı karşıya bırakıyordu. Nil, derin bir acıyı simgeliyor. Doğa ve denizse, acının yanında tutkuyu işaretliyor. Örneğin Telos adlı şiirde büyülü bir Nil tasvirine kadar ulaşabiliyor. Bu duygu, tabii ki mitik bir yolculuk içinde şekilleniyor. Daha önce de vurguladığımız üzere, yalnızlık ve yabancılaşma duygularının tüm değişkenliğiyle şekillendiği bir kitap bu. Şairin kutsal kitaplara yolculuğunun da ilk göndermelerine bu kitapta daha açık rastlanmaya başlanıyor.

Uzun çalışmalara, çözümlemelere muhtaç bu deneysel metne bakarken, bir de 1970’li yıllarda yazılan hâkim şiir algısıyla akrabalığı olup olmadığını düşünürsek, Batur’un bu dönem yalnız başına kalmış bir şair olduğunu anlıyoruz. 1970’lerin şiir ve poetikasında, İkinci Yeni ve uzantısı deneysel, modernist uğraşların fazlasıyla geri plana çekilişine şahit olunur. Tabii ki moderrnist uğraşlar yine vardır dönem şiirlerinde. Ama, bu uğraşı veren şairler bile, farklı bir toplumsalcı duyargadan uzak durmamışlar, ilginç şiirler de yazmışlardır. Batur ise bu şiirsel metinleri de içine alarak uçta gezinen bir şiir arayışını izlemekten vazgeçmemektedir. İkinci Yeni’nin açtığı yolu bir dönüşüme uğratma çabasında, sayısız soru işaretleriyle dolu bir şiirsel damarı izlemekten çekinmez.

Nitekim, bu ciltte yer alan İblis’e Göre İncil (1979) adlı yapıt son derece özgün bir çalışmadır. Hem şiirsel, hem deneysel karakteri olan, gizemci yanı ön plana çıkmış ilginç bir kurmaca niteliğindedir. Kitabın iki ana başlığından ilki olan İblis’e Göre İncil- Teraziler Kitabı'nda doğa ve ben’le hiçlik arasında yaşanan çatışkı metinler yoluyla bir düşsel yolculuğa dönüşmüştür. İlk şiire de adını veren Ölüdoğa bir yeniden doğuş, dirilme ve varoluş sürecini imler. Kaçınılmaz olarak çocuk, bir “ölü doğa”nın dirilişiyle özdeşleştirilir. Kutsal kitaplara, dahası İncil’e çeşitli göndermelerle bezelidir. Varlıksal sorun apayrı bir bağlamda ilk bölümün şiirlerine serpilir. Kitabın iki uzun bölümünün de ayırıcı özelliklerinden biri, kutsal kitaplara yaslanan mitik öykü, şairin varlıksal sorunu ile karmaşık sorgu alanları, biri bolt diğeri italik olarak yazılan farklı metinler özelliği taşımaktadır. Ağırlıklı ikinci bölüm “Akrep Dönencesi”nde iki metin bir arada kurgulanmaktadır. Büyük ölçüde bir deneysel çaba izlenimi vermektedir metnin yapıları. Şair, büyük ölçüde mitoloji ve kutsal kitaplardan hareketle düşünsel ve duygusal bağlamdaki yarılışını tek bir metne yedirme çabasındadır. Şair özellikle bir bölümdeki adlı metninde yitiklerin, kaybedenlerin tümünün izini sürmektedir. Bu karamsar düşlem, ancak “yokevrende” buluşmakta, buluşabilmektedir. Şiirde veya metinlerde, ortalığı saran ağın dışında nasıl durulabileceğinin sorgulanışıdır ön plana çıkan. Bu bölümdeki Pandora adlı metindeyse kadınların gizil evreninin kuşatıcılığı, hatta bir ölçüde kutsanışı söz konusudur. 1970’li yılların ikinci yarısıyla birlikte yazılmaya başlanan bu metinler, bir bağlamda varlıktan hiçliğe doğru yol alırken, öte yandan, Batılı bir algı ve bağlam içinde şiirsel metnin nasıl kurgulanabileceği konusunda okura çeşitli yanıtlar verebilmektedir.

Kitabın ikinci bölümü olan “Akrep Dönencesi- Dilsiz Kitap ya da Kuyular Kitabı,” Batur şiirinde, yoğunlaşan sarmal yapının gitgide güçlenmesi, kendine özgü bir şiirsel metne dönüşmesini yaratmıştır. Kaynaklarda, ilk bölüme oranla belirgin bir farklılaşma yoktur. Tek fark, şairin ilk bölümde yarattığı mitik evren gitgide derinleşmeye başlamıştır. Ardı ardına akan metinlerin bir kesiti, Eski Ahit’ten hareketle Yunus Peygamber'in efsanevi öyküsünü çeşitli göndermelerle metinlerde bezerken, öte yandan bu serüvenle kendi varoluşsal sorgusu arasında ilginç köprüler, sorgu alanları kurma uğraşındadır. Ölüm ve dirimin iç içeliği tüm metnin ana omurgalarından biridir. Gerçekle gerçekdışı, varlıkla hiçlik gibi çok sayıdaki düşünsel veya duygusal yolculuklarını, okuma biçimlerinin yarattığı çatışkı dolu ikilemleri ve şairin kutsal kitaptaki bir efsanenin öyküsüyle, modern zamanların insanı, sorgu biçimleri arasında çeşitli kurgulara yol alışı metin boyu ilgiyle izlenebiliyor. Evet, Batur, yer yer şiirsellikten dahi uzaklaşıp öykülemeciliğe daha kayabiliyor bu metinde. Ama metnin yarattığı düşlem, yaratılan ikili okumalar Yunus Peygamber’in Yunus Balığı'nın içinden, rabbe sığınarak nasıl kurtulduğunu, yeni dirilişinin öyküsünü anlatırken, Batur’un dil, kurgu ve anlatım açısından nasıl bir yetkinliğe evrildiğini de gözlemliyoruz. Evet, büyülü bir şiirsel metin Akrep Dönencesi, bir sarmal içinde, hem şiire hem öyküye teğet geçen bir deneysel metnin de izini sürdüğü gözlemleniyor. Zamanla uzam arasından bir yolculuğu kat ederken sayısız duygusal kilitlenmelerin yanında, düşünsel evrenini gitgide zenginleştirmiş bir şairle karşılaşılıyor.

Bu ilginç bölümün masalımsı bir yanı da var. Metinde yazısal mecranın aldığı yolu, yolculuğu incelemek, çözümlemek uzun soluklu bir uğraş. Ama, bu kitabın, Batur’un yalnız metinlerine değil, şiirlerine de bir ışıltı saçtığı söylenebilir. En başta da yazı- şiir ilişkisini yeni bir soru alanına taşımıştır İblis’e Göre İncil kitabıyla. Çünkü, bu metinleri yazdığında şair, son derece genç bir yaştadır ve bu düşünsel– duygusal mecra bizce Batur’un şiirinin yeni bir feneri durumundadır. Çünkü, Yunus’un hikâyesi Akrep Dönencesi'nde tamamlanmamıştır. Yarattığı düşsel bağlam ve dönenceyle yepyeni bir Batur açılımının fişeği gibidir. Yunus’un kim olduğu, nasıl biri olduğu sorusuna yanıtların hiç bitmeyeceğini okura idrak ettirmiş gibidir. Yani aslında, bu metinler bir başka bağlamda şairin poetik ufkunu da genişletmiş olsa gerektir. Tıpkı okurun ufku gibi. Hatta, Batur’un da dediği gibi “Yunus’u düşünmeyecektir bundan böyle. Yunus diye biri olmamıştır zaten.” (sf- 115)

Kendi tanımladığı, “yazı şiir” adlı terime birçok paradoksal yenilikler katan kitabıysa Kandil (1981) adını taşımaktadır. Batur, meseller’e yepyeni anlam dünyaları kazandırma çabasındadır. Çarpıcı nokta, ilk kez bu kitaptaki metinlerde modern geleneğe- sınırlı da olsa- kapı aralamaktadır. Şair, Divan şiirinde kullanıldığı biçim ve anlamıyla meseller tabii ki yazmamaktadır. Bu kitapta, başta, şairin poetik kaygıları çokça ön plana çıkmaktadır. Klasik şiirde mesel, şiir dünyasına yeni bir güç kazandırmaktadır. Batur’unsa bu klasik mesellerle açık akrabalıklar kurduğu söylenemez. Ama başka bir bağlamda, ilk kez Divan şiirinin kültürel kaynakları, tarihi ve en çok da dil arayışları noktasında bir ilişkiye adım attığı gözlemlenmektedir. Bu kez, geleneksel olana sınırlı da olsa bir yakınlaşma duygusunu okura hissettirmektedir. Bu tavır, şairin poetik kaygılarında bir çeşitlenmeye yol açmaktadır. Gizemcilik, kendi coğrafyasının edebî- kültürel kodlarıyla bir buluşmaya adım atışı mahiyetindedir.

Bir tür “Meseller Kitabı” olan Kandil, şairin dilsel arayış ve deneysel açılımlarından vazgeçtiği anlamına gelmez. “Yazı- şiir”lerin ilginç yanı, bu kitapta dize ile yazının aşırı biçimde birbirine yakınlaşması demek değildir. Gizemcilikle varlıksal sorgu, önceki kitaplarda olduğu gibi çokça belirginleşmez. Sanki, alttan alta, şiirlerin bir özsuyu gibidir. Kaygıların, kuşkuların abartılmasına gerek yoktur. Farklı bir kurgu dünyası oluşturmaktan çok dilin işleyişi, kullanımı ve arınması noktasında usta işi bir söyleyişle karşılaşılmaktadır.

Kandil adlı kitap, Batur’un “yazı” veya “şiir” alanında, bir “kırılma” demesek de; yeni, değişken yol arayışlarının sembolü bir yapıt. Bu durum, şairin yalnızca Türkçe klasik şiirle bağ kurmasının bir sonucu değil, daha çok poetik çeperinin farklılaşması, şiir diline dair kaygılarının derinden bir değişim yaşamasının sonucudur. İyi okunduğunda, Kandil şairin sayısız poetik kaygısının metinlerde işaretlenmesi anlamına gelmektedir. Dil deyince de biçim ve söyleyişte usta işi bir başka yeni deneyimin kapılarını aralamasıdır. Kitap boyu bu kaygıyla karşılaşılmaktadır. Özellikle de “Altın Meseli” adını taşıyan kitabın son bölümü. Şair bu bölümde düşünsel düzeyde derinleşirken şiir- metin bağını özgün bir deneyime doğru taşımaktadır. Kitabın “Gece Meselleri” adını taşıyan ilk bölümünde yer alan Yanlış Mesel ise şairin tutuk, titrek duygu durumlarını yansıtmanın, varlıksal sorunu- sorununu günyüzüne çıkarmanın yanında, bazen metin bazense bir şiir olarak derin tatlar veren bir örnek olabilmişti. Kandil çok sayıda açılımlarıyla birlikte, Batur’un şiir ve metinlerinin zenginleşmesinin sayısız ipuçlarıyla doluydu. Yazılanları “meseller” olarak tanımlayışıysa sanki ironik bir sembol durumunda.

Görüldüğü gibi, geniş anlamıyla “şiirsel metinler” olarak tanımladığı kitaplar, bilinen şiir kitaplarının ötesinde bir ufku, soru işaretlerini içinde barındırmaktaydı. Her kitap aslında apayrı deneyimleri yansıtmıştı. Ciltte, Kandil'in ardından gelen Sarnıç (1985) adlı kitapsa değindiğimiz arayışların bir başka durağı gibiydi. Kandil kitabının açtığı yeni yolla, 1970’lerde yazdığı şiirin poetik açıdan bir kesişme noktasıdır Sarnıç kitabı. Bileşim veya kaynaşım hiç değil. Gizemcilik daha yoğun biçimde kitabın tümüne yayılsa da devreye mitoloji ve coğrafyanın yanında tarih de girmektedir. Osmanlı’dan Eski Yunan’a yeni bir gizil evrenin içinde yolculuk ederken, metinlerin kendi ben’i şiirlerin birçok kesitinde farklı sorgu alanlarına dönüşebilmektedir. Ortadoğuyla tarihsel ilişkiler kurarak, ortaya çarpıcı şiirsel metinler çıkarabilmektedir. Büyülü bir düşsel yolculuktur kitabı kuşatan. Sarnıçtan çekilip çıkarılsa da, kendini hep sarnıcın içinde, yoğun bir boşluk duygusu içinde hissetmektedir. Belki de bu duygu, dolayısıyla da çapraşık ben’i, onu zamanla zaman- dışı arasında sıkıştırmaktadır. Toplumlar, kültürler onu hep düşsel, o denli de karanlık duygular içinde gezdirmektedir. İlk bölümde şiire çokça yaklaşan metinler içinde Külah adlı örnek, şairin belki de yeni düşünsel bileşiminin varlıksal sorunuyla kesişme noktalarında beliren çarpıcı bir yapıdır. Ortadoğu gizemciliğine farklı bir kanaldan daha yol almaktadır şair. Metnin çarpıcılığında, onun sözlüksel çeşitliliği ve sessel zenginliği çokça öne çıkmaktadır. Mit ve coğrafya metne çeşitli süslemelerle yayılmıştır. Kitabın da ana sembolü olan ve hem içinde hem dışında yaşadığı “sarnıç” bu şiirde farklı anlam dünyalarıyla belirginleşir. Ben’in ana bir sorgu alanı olarak ortaya çıktığı bir paragrafı2 örnekleyelim şimdi. Ben’in gündelik hayatıyla düşlemi arasında kurduğu köprüyü ilginç biçimde anlatmakta:

“Bendim oysa Thebes yolunda çınlayan
kör yankı, çünkü İbrahim hem İshak
bendim. Zaloğlu’ydum gökyüzünde,
yeryüzü taşında simsiyah Eyyub’dum.
Ölçülebilecek bir şey olsaydı unuturdum ben,
unutulmaz mıydım? Oysa buradaydım
ve bakıyordum: Patlamıştı sarnıçları
şehrin, sokaklar denize hızla kayıyor,
mahalleler ardı ardına yıkılıyordu. Yanım
yörem ateş, yanmış hem dirilmiş
bir semenderdi ki Tarih,
dünün ve yarının takvimlerinde
bocalıyor, bocalıyordu.”

Sarnıç kitabının son bölümü olan Imago Mundi adlı metinse bu kez Eski Roma’nın gizemli evrenine göndermelerle bezeli. Imago Mundi, Roma’daki imparatorların tanrıyla eşdeğer olduklarını imleyen, sikkelere basılan bir sembol. Metin bu işaretten hareketle doğanın yarattığı imgelem dünyasında gezinerek, dipte ve derinlerde bir düşsel evren oluşturma uğraşında. Varlıksal açıdan bugünün insanıyla da köprüler kurarken, acının o dönemlerden bugüne varoluşun ne denli kopmaz parçası olduğunu işaretlemekte. Bedenin acı yoluyla yaşadığı sıkıntıları şair, metinlerin bir parçası hâline sokmaktadır. Sembolle evrenin koşut olarak yoğun imgesel ve metaforik anlam dünyasıyla önce doğaya, ötedeyse uzama bir ruhani yolculuğu yansıtmaktadır. Gökyüzü ve yeryüzü iç içedir. Sarnıcın dibiyle, dışında aynı anda olabilmesi gibi, sanki tüm bu düşsel ve ruhsal evren metinler boyu bedende cisimleşmektedir.

Varlıkla hiçlik arasında kaygan zemin

Batur’un metinlerindeki anlam dünyası zenginleşip çeşitlenirken, şair lirik şiirler ve modern Divan şiirleri yazarak apayrı yataklarda ürünler ortaya çıkarmaktadır. Etkili olan, tüm bu şiir eğilimlerinde bir ustalık dönemine birlikte adım atabilmesidir. Tabii ki zor ve cüretkâr bir süreçtir bu. Modern Türkçe şiirde hiçbir şairin kolay yönelemediği bir yolculuktur. Belki İlhan Berk adı aynı bağlamda anılabilir. Ama onun şiir ve metin yazma serüveninde ani değişkenlerle sıkça karşılaşılabilmektedir. Yatağını devamlı değiştiren bir şairdir o. Batur ise farklı yatakları aynı zaman diliminde üretebilmektedir. Tabii ki her şiir aynı mükemmeliyette olmayabilir. Ama Batur, her zaman poetik kaygıları ve yazma disipliniyle şiir ve yazı ortamının çekici bir şairi, yazarı ola gelmiştir.

Elimizdeki yeni cilde dönersek, şairin 1990 yılında çıkan ve şiirsel metinler olarak karşıladığı Koma Provaları adlı 20 kısa metinden oluşan kitabı, tam bir ustalık kitabıdır. Bize sorarsanız, has bir “düzyazı şiir” olarak da kolayca tespit edilebilecek bir çalışmadır bu. Kitap, ölümle dirim arasında, varlıkla hiçlik arasında sıkışıp kalmış bir beden ve zihnin ilginç iç konuşmaları gibidir. Yer yer, hem vicdan hem de ruh parçalanmaktadır. Ölüme yolculuk anları, koma hâli, ölümün eşiğinde yaşanabilenler ilginç iç konuşmalar şeklinde metnin bir parçası hâline gelebilmektedir. Karanlık duygu durumları yansıtıldığı oranda sanki ölümle dirim arasında bir diyalog kurulmaya çalışılmaktadır. Özellikle kitabın XIII. metni bu durumları en iyi yansıtan kesit durumundadır. Duygu durumu ve yoğun iniş çıkışlardan söz ederken, intihar ana bir izlek olarak, ilk metinlerin kurucu ögelerinden biri olacaktır. Örneğin ilk metinde ana izlek olarak genç bir yaşta, diğeri ölümün eşiğinde intihar eden Mayakovski ve tutkuyla bağlı olduğu Lili Brit’in trajik ilişkileri izlenmektedir. II. bölümdeyse Nerval’in intiharı ve Gustave Dore’nin bu intihar üzerine yaptığı tablo, metnin kaynağı durumundadır.

Bu türden izleklere diğer bölümlerde de sık olmasa da rastlanır. Batur’un bu kurguyu oluştururken, diğer sanat ürünleriyle kurduğu köprüler belirginleşmektedir. Gizemcilik, apayrı bir bağlamda metinlerin ruhunu, açısını yansıtır. Çok sayıda izleğin karmaşık kesişmeleriyle doludur bu metinler. Batur’un dilinin gitgide rafineleşmesinin göstergesi gibidir bu. Şairin özellikle metaforik evreni bu kısacık kitapta şaşırtıcı bir serüveni imlemektedir. Onun tutkulu yanı bu kitapta inanılmaz bir derinlik yaşamaktadır. Metinler gitgide giriftleşen iç konuşmalarla bezelidir. Bu monolog yoğunluğuna rağmen, metinlerin inanılmaz soğukkanlı bir dille yazılmasıysa okuru şaşırtır. Ölümle dirim arasında bir rüya hâli, bir düşsel yolculuk gibidir yazılanlar. Her okumada, farklı çıkarım, duygu durumlarıyla dolu metinler, şairin poetik kaygılarının da ipuçlarını vermektedir. Bizce bu cilt şairin mükemmele en çok yaklaştığı metinler- şiirler durumundadır, şairin sıkı yazısı kadar, ön plana çıkmayan disiplininin de bir sonucudur.

Şairin bu şiirsel metinleri, kitap aralığını Koma Provaları'yla ardından gelen Sütte Ne Çok Kan (1998) arasında yaşar. Sekiz yıllık farklı katmanları olan metinler çıkmıştır ortaya. Şiirsel açıdan birçok değişkeni içinde barındır Sütte Ne Çok Kan adlı yapıt. Bence, bölümler boyu dinginlikle gerginlikler, yol açıcılıkla çıkmazlar arasında iniş çıkışları içinde barındırmaktadır. Örneğin gerilim doğu metinlerin yanında sade, lirik parçalarla da karşılaşılmaktadır. Batur dilde yer yer bir sadeleşmeye yol almış gözükse de, ana sorunsalı, varlık ile hiçlik arasındaki gidiş gelişler bu kesitlerde de hissedilir. İç dünyayla kurduğu ilişki derinleşirken, reel hayata, şehir kültürünün yarattığı yalnızlığın, yabanıllığın göbeğinde bulmaktadır kendini. Bu özellikler ağırlıklı olarak “Kış Ayinleri” adıyla üç ara başlıkta dikkat çekmektedir. Şair sanki, iç dünyanın “kış”ını yaşamaktadır. Hem iç hem dış dünyanın yağmur, kar ve fırtınaları içinde varolma uğraşı veren bir “ben” sorgulanmaktadır. Kendi öznesiyle derin bir hesaplaşma söz konusudur. Yaslı, hüzün yüklü bir dünyadır bu. Bu çıkmazları son derece lirik bir evren içinde metne dönüştürme uğraşındadır. Batur ilk defa açık bir biçimde içini açmaya çalışmaktadır. Bunu bir “ayin” havası içinde metinlere gönderir. Tarih, kültür, coğrafya artık günyüzüne çıkmaz. Dil, bedenin içinden vücut bulmaya, şekillenmeye çalışır. Varlıksal sorunu başka bir mecraya doğru çekmektedir. Tüm kilitlenişler dahi, görece yalın ve içli bir söyleyişle metinlerde öne çıkar. Özellikle de Batur’un tüm çıplaklığıyla kendini tanımlama uğraşında olduğu bir kesiti3 göstermeden yapamıyoruz.

9

Geldim ve Enis’in içinde oturdum-
ne ilahım ben, ne şeytan: Gövdemi
kaybetmiştim, istedim ki pes bir ses
olayım. Ruhum silinmişse, şimdi bana
yeni, eldeğmemiş bir ruh gerek.
Geçmişim geleceğimin ortasında,
yerim oynak omurların arasında,
bir trapez çadırı görüyorum: Gergin
İpin üzerinde sopasız, düşüşümün
başlayacağı an için çoktan hazırım.
Nicedir bir çıkışım olmasından
korkuyorum.

 

Evet, Kış Ayinleri, bir çıkış arayışını imlemektedir. Bunu bazen becerir. Ama, çoğu kez kilitleniş devam etmektedir. Kış Ayinleri III'teki kısa düzyazı, kendi ben’ini derinlemesine sorgulayışını gösterir. Üstüne bindiği “At”la bile içe doğru bir yolculuğa çıkmaktadır. Bu süreç kopmaz bir biçimde, bir sonraki “Coda” adlı ara başlığın metinlerinde de belirgindir. Yalnız bu sorgu tüm çıplaklığıyla sürerken, tam ilk başlarda değindiğimiz şiirsel metin kitaplarına da açık bir göndermeyi içinde barındırır. “Coda” anlam dünyasından da hareketle bir “sezsizliğin sesi”ni duyurmaktadır. Annesi babası engelli olan çocukların iki dili olmasını işaretler. Bu çocuklar onların hem kulağı hem dili durumundadır. “Coda” bu anlamıyla inanılmaz bir ruh ve çağrışım zenginliğini yansıtır. Şairin poetik ve estetik kaygıları bu ara bölümün metinlerinde daha ön plana çıkar. Kış Ayini bölümlerinin lirik yanından görece uzaklaşan bir yeni imgelemin izini sürmektedir. Ben’in gerilimi hatta çaresizliğidir çokça ön plana çıkan. Belki de ilk kez şehrin kokusu tüm metinleri sarmaktadır. Ama sadece yalnızlık derinleşmez, bu derinliğin içinde gündelik hayata karşı bir isyan dürtüsü de, Batur’un metinlerinde günyüzüne çıkmaktadır. “Kış,” bu metinlerin de mevsimidir. Artık boşluk duygusu reel hayatın açık tezahürü gibidir. Çaresizlikse öfkenin işaretleriyle doludur. Batur’un kullandığı Türkçedeki temizlik, tüm hırçınlığına rağmen bir masumiyeti de içinde barındırır. Metafor, bu noktada metinlerin çimentosu gibidir.

Sütte Ne Çok Kan, Batur’un metinlerinde bir arınmışlığın yankısıdır. Arınmışlığın yanında yeni bir rol arayışı izlenimi verir tüm bölümler. Artık ben’in iç kıpırtıları dilde ve yarattığı evrende bir değişimi muştulamaktadır. Yapıt, bu çizgide, bir olgunluk döneminin izleriyle doludur. Özellikle “On Çöl Yakarısı” adlı bölümde bu nitelik çokça belirgindir. Bunda, şair, mistik evreninden hiç uzaklaşmaz. Artık, metinler yoluyla biraz daha “şehirli” yeni bir yolculuğa adım atmaktadır. Özellikle son iki bölümde metinden çok şiire yine yakınlaşmış, poetik kaygıları çeşitlenmiş bir şairle karşılaşılmaktadır. Yaşadığı çaresizlik, yalnızlık, yabanıllık duyguları içinde bile umut kırıntıları seçilebilmektedir.

Artık bu metinlerde şehir yazarın giz dünyasının kopmaz parçası hâline gelmiştir. Şehrin kozmopolit kültürü içinden kaçma uğraşıyla geçmektedir hayatı. Koyu, ıssız bir düşlem içinde gezinmeye başlamıştır. Bu süreçte sanki bir bilgelik duygusu sarmaktadır yazarı. İşte cildin son kitabı olan Abdal Düşü, şairin “yalnız insan”a biçtiği rollerle doludur. Önündeki engeller kendi doğasını bir arayıştan çok, kaçış duygusuna doğru zerketmektedir. Son cümlede yine “kendinin peşinde” olduğu açıktır. Sorunsal değişmemiştir. Yalnız, üstünde yürüdüğü yollar çeşitlenmekte, engebeler çoğalmaktadır. Bu duygular son kitabın metinlerinde de çok katmanlı bir şekilde vücut bulur. Kitaba adını veren ilk bölümde böylesi duygu durumları gitgide derinleşir. Yazılanların gizemi ve hakikiliği, şair kendisiyle baş başa kalabildiği ölçüde çarpıcı metinlere dönüşmüştür. Bu sürükleniş, parçalanış ve ardından yeniden varolma çabalarıyla doludur metinlerin kurduğu düşler. Onu bazen arınmışlığa, dinginliğe, çoğu kezse tutukluğa, çaresizliğe itmektedir. Biçem ve söyleyiş tekniği açısından kusursuz denemelere girişmiştir. Acı duygusundan çok bir hüzün içselleştirilmektedir. Rüya görmeyip düş kurmaktadır. Cümleleri yoluyla yeni seslerin, tınıların peşinde gibidir.

Aynı durum “Kış Masalı” adlı ikinci bölümde de geçerlidir. Doğa, insan, çokça da şairin metinlerindeki görsellik duygusu farklı biçim arayışlarını beraberinde getirir. Yazılanlar bir başka bağlamda “körün gördükleri, hissettikleri”dir. İç konuşmalar yine zenginleşmekte ama bu kez diplere doğru çekilmektedir. Karşı karşıya- konuşma adını taşıyan on bölümlük metin ise yalnızlığın biraz da abartılı kutsanışını yansıtmaktadır. İlk kesitte Platon’un bir metnini odak alarak, filozofun düşsel evrenini, bedeni algılayışını, araştırmasını gün yüzüne çıkarıp sorgular. Farklı içsel gezintiler metinler boyu kendini gösterir. Şair, kendi ve hayatına dair birtakım tasarımların izini sürmektedir. Suskuyu aşma, delme çabalarıyla doludur bu metinler. “Suskunun,” “su sesinin” yüksek oktavlı fısıltılarını duyumsamaya çalışmaktadır. Kayboluş duygusunun içinde debelenen insanın değişken ruh hâlleri tüm metinlere inceden inceye yedirilmektedir. Sözcüklerin, varlıksal sorguyu nasıl derinleştirebileceğinin ipuçlarıyla doludur “Karşıkarşıya- Konuşma” adlı bölüm. Şairin “Ben’ini kendinden ayırma” uğraşında olduğu metinlerin birinde vurgulanmaktadır. Şehirde acz içinde kalma, yaşamaya çalışma uğraşı da metinlerdeki ana izleklerden biridir. Şair, “ne biriyim, ne de öbürü olabilirim” dediği VIII no'lu metinde, bir “mana tesadüfü”nün peşinde gibidir. Anlam ve anlamsızlığın arasında gezinen renk tonları, metin ile yazarı, şair ile şiiri arasındaki gizil dünyayı da işaretler. Batur’un metinleri yoluyla kurduğu evren, yalnız izleklere hapsolmayıp; dilin, söyleyişin incelikleriyle kendine aitleşmiş durumdadır. Yazı ve şiir dünyasında benzeri bir düzlemin neredeyse hiç bulunmaması okuru devamlı şaşırtır, meraka götürür. Ciltteki bu son kitap, Batur’un düşlemini farklı bir billurlukta okurlara taşır. Ama her okuma, düşünsel ve duygusal mecranın üst üste binmesine, bazense çatlamasına neden olabilmektedir.

Metinlerin bu özelliği, kitabın son bölümü olan “Yanıt”ta daha da dikkat çeker. “İki tepenin arasında kanatsız uçan” kuşlar; sesin içinde saklanan sesler şairin gizemci yanını sorularla, metaforlarla zenginleştirir. Nesneler dünyası kadar doğanın da yalnızlığını, biricikliğini yansıtır. Bu bölümün ayırıcı bir başka yanı, ilginç bir öykülemeciliğin bu şiirsel metni kuşatmasıdır. Kendine yolculuğu sürdürürken, bu kez korkular da metin içinde ana hissiyatlardan biridir. Ben, içe doğru daha çok kapanmaktadır artık. Şairin “Yanıt”ları bu metinde bitmez tükenmez bir yolculuk, bir düş sarmalı gibidir. Yanıt arandıkça sorular artmaktadır. Bu arayışta mitik ögelerin yanında, sanki antropolojiye dokunmaya çalışır. Ama bu çaresiz bir arayış, hatta bir oyun gibidir. Nitekim şair, bu parçada kendine özgü bir oyunsuluğu metnine yedirmiştir. Tarihle bir köprü kurmadan oyunun bitmeyeceğini anlar gibidir. Düşle gerçek arasında sahnelenen bir oyundur bu. Bulunamayan “Yanıt”larla doludur.

Görüldüğü gibi, Batur, yazı şiir ya da yazı ve şiirin, en başta önemli bir işçisidir. Kuyumculuğu, sözcük zenginliği, kültür tarihiyle kurduğu bağ ve varlıkla hiçlik arasında yaptığı bitmez tükenmez yolculuklarla okuru hep şaşırtan, dürten, heyecanlandıran ve devamlı yeni okumalara yollayan bir yazar olduğunu elimizdeki kitaplar bütününde tüm çıplaklığıyla yansıtıyor. Ne soruları, ne yanıtları bitiyor. Türkçe yazı- yazın- şiir dünyasında benzerine nadir rastlanan yapıtlar bunlar. Hep yıkıp yeniden kurma çabası dikkat çekiyor. Buna rağmen, düşünsel düzeyde soru alanlarını devamlı derinleştiren “şiirsel metin” veya “düzyazı şiir”lerle kitapta karşılaşılıyor. Bu kitapları tanımlamak, türleştirmek okur için en zor konu. Bu yüzden, yazı boyu birbirinden farklı terimler kullanmak zorunda kaldık. Yine de, Batur’un seçimine büyük ölçüde sadık kalmaya çalıştık. Metin veya şiirlerin alt başlığının “yazı şiirler” olduğunu kabul ettik. Kendimize göre bazı metinlerin bizce aslında “düzyazı şiir” olduğunu vurgulamadan edemedik. Batur’un bu seçkin yazısal düzlemi hangi terimi kullanılırsa kullansın; çarpıcı, şaşırtıcı bir nitelikte. Birkaç yıl içinde, iki ayrı cilt olarak da yayımlanan kitaplar okuru deneysel bir yazı atölyesiyle baş başa bırakıyor. Şairin İblis’e Göre İncil kitabının adını verdiği bu cilt şiir, yazı ve yazın dünyamıza benzersiz yenilikler getiren çalışmalar. Belki okuru hep az olacak bu kitapların. Ama, edebî açıdan Türkiyeli okurlara kazandırdığı yeni ufukları göz ardı etmek mümkün değil. Şairi bu çalışmaları büyük ölçüde baz alarak “yitik dillerin kazılabilmesi,” “bir ötedil araştırıcısı” olarak tanımlayanlar geçmişte olmuştur. Kendi dilini oluşturma sürecinde bir kazı ustası olduğu da söylenebilir. Ama biz şiirleri- metinleri bu tanım üstünden yeniden okumaktan çok, izini sürdüğü temel dilsel sorunsalını ve poetik kaygılarını ön planda tutan bir okumayı yeğledik. Evet, bu yapıtlar, dilbilim veya göstergebilim hatta yapısalcı araştırmacılara bambaşka kapılar aralar niteliktedir.

 

 

1Sonbahar Şiir Dergisi- Sayı-5, Mayıs- Haziran, 1991.
2 Külah, (sf- 178).
3 “Kış Ayini,” Kar Zamanı, (sf-255).