Duvarlar evin derisini oluştururlar. Belki de pek çok hayvan türünün aksine insanlar deri değiştiremediği için ev değiştirir ve adına da “taşınmak” denir...
03 Ocak 2019 14:00
“Taşınmak kadar
Hüzünlü bir kırık yoktur
Bir kopma bir yaralanma
Gizlenmiş bir hıçkırık yoktur”
Özdemir Asaf
Arka odanın duvarında bir tablodan geride kalan boşluğa, boşluğun izine ve o izin köşelerindeki cılız iki çiviye bakıyorum. Bakışlarını sivriltmiş iki göz gibiler. Kenarlardaki ince karartı tablonun izi ya da duvarların kiri... Silinince geçmeyecek, evin yeni sakinleri boya badana yaptırdığında benim de bu evden geçip gitmişliğimin tüm izleri silinmiş olacak.
Bilirsiniz, bazı izlerden sonra hummalı bir temizlik yapmak gerekir; bazen yetmez, tadilata girişirsiniz. Kırıp dökmek gerekir yeni bir şey inşa etmek için. Ortalık toz duman olur, bazen günlerce geçmeyecek kokular dolaşır etrafta…
Sabah akşam açarsınız pencereleri, rüzgâr önüne katıp götürsün diye.
İçimdeki duvarları ve o duvarlardan kaldırılmış tabloları, onların yarattığı izleri düşünüyorum. Ne çok çivi görüyorum içimde. Hepsini bin bir özenle çakmışım, bin bir hevesle asmışım tabloları. İndirilenlerin üstüne yenileri de gelmiş mutlaka. Belki o yüzden arkalarında bıraktıkları izler bile birbirine karışmış. Kendi içlerinde bir ahenk tutturmuşlar. Kimisine dayanamayıp boya sürmüşüm, boyanın izi kalmış.
Duvarların dili olsa denir ya, dili yok belki ama hafızası var, hem de ne hafıza… Aslına bakılırsa, duymayı bilirseniz, dili olduğunu da söylemek mümkün. Karşısına oturun, size unuttuklarınızı sayıp döksün. Ama bunu hoyratça yapmazlar, bir terapist ketumluğu vardır duvarlarda. Hazır değilseniz, kusmaz gövdesinde biriktirdiklerini. Bedeninizle yaslanmanızı ister ona. Önce bir soğukluk gelir, ardından gövdelerinizin ısısı eşitlenir. O buz gibi duvar nasıl olur da şefkat vermeyi de sarıp sarmalamayı da bilir şaşıp kalırsınız.
Duvar dediğimiz gölgemizle tanıştırır bizi, gölgemize alan açar, bizi bütünler.
Duvarlar sadece tuğladan ibaret değildir, zaman içinde üzerine duygular ve anılar eklenir. Duvar da duvarmış ha, dersiniz.
Duvarlar evin derisini oluştururlar. Belki de pek çok hayvan türünün aksine insanlar deri değiştiremediği için ev değiştirir ve adına da “taşınmak” denir.
Bir yerden bir yere taşınırken insan eşyalarına dokunduğu gibi anılarına da dokunuyor.
Mekânıyla özdeşleşmiş acılarına, sevinçlerine, hayal kırıklıklarına bakıyor.
Evine gömdüğü aşklara, umutlara, kısa ya da uzun süren gecelerine, sabahlarına selam ediyor. Usul usul vedalaşıyor onlarla.
Bazı şeyler de taşınmıyor sanki. Bazı kahkahalar, bazı bakışlar, bazı susuşlar… Arka odadan bana göz kırpan dut ağacı… Merdivenin gıcırdayan o üçüncü basamağı…
Özdemir Asaf’ın da dediği gibi;
(…)
Anne, her şey tamam
Tastamam
Ama babamın
Şu pencerede kalan
Bakışlarını
Alamadım bir türlü
Çakılmış köşesine
Alınmıyor alınmıyor
Babamın bakışları
Kırılmıyor da
Yerlere de düşmüyor
Orada
Duruyor hava gibi
Taşınmıyor anne
Babamın bakışları
Taşınmıyor.
(…)
Kendinizi ve eşyalarınızı oradan oraya taşısanız da onlar gelemiyorlar sizinle. O mekânın ruhunda asılı kalıyorlar. Böylece bir tarih oluşuyor; kişisel tarihiniz, evin tarihi, kentin tarihi…
Taşınmak ruhsallığımızda duygusal olarak epey yüklü bir eylem. Her taşınmanın ilk taşınmadan izler taşıdığı muhakkak.
Yani anne karnından dünyaya taşınma, doğumumuz. O ilk büyük yolculuk hadisesi. Ne de olsa yaşam maceramızın başlangıç mekânı anne rahmi, ikincisiyse yeryüzü.
Yeryüzündeki ilk büyük taşınma ise kuşkusuz anne-baba evinden taşınma. Buna mekânsal anlamda ilk bağımsızlaşma hareketi de diyebiliriz. Her iki taşınmanın da konforumuzu, o tanıdık bildik alanı ters yüz ettiği söylenebilir.
İlk taşınmayı “doğum” olarak düşünürsek, bu bağlamda Otto Rank’ın “doğum travması” kavramına uğramadan geçmek olmaz. Rank’a göre, insanın yaşadığı kaygıların çoğu, doğum sırasında yaşanan ayrılık kaygısının tekrarıdır. İnsan canlısının içerisinde bulunduğu o sonsuz konfor hâli “doğum” ile birlikte yiter.
Kaybedilen bu konfor hâli -kısmen de olsa- kişi tarafından kurulan diğer ilişkilerle ve içinde yaşanılan evle yeniden bulunmaya çalışılabilir ancak insan, “ayrışma”, “bireyselleşme”, “bağımsızlık”, “yeniden başlama”, “kopma” gibi ruhsal eylemlerin yarattığı kaygıya direnemeyip, bilinç dışı düzeyde hep o kayıp cennete, döl yatağına dönmeyi arzu eder.
Otto Rank ayrılık travmasının da içinde yer aldığı doğum sürecinin, insana özgü bütün ruhsal hâllerin temeli olduğunu ileri sürüyordu. Ruhsal yapının ortaya çıkması doğum travmasıyla baş etme çabasının bir sonucuydu ona göre. Dolayısıyla doğum travması dediğimiz şey, büyük ölçüde anneyle yaşanılan ilk ayrılık, yani ilk taşınma… İlk mekânımız olan anne bedeni, daha sonra diğer tüm mekânlarla kurulacak ilişkilerin temellerini oluşturur.
Anne, çocuk için tarifi zor bir nesnedir. Diğer nesneler gibi çocuğa dışarıdan belirmez; anne, içinden çıkılan bir nesnedir. Bu nedenle de anneyle kurulan ilişkide sınırlar biraz karmaşıktır. İçinden çıkılan bir mekân olarak anne bedeni; çocuk için oldukça tanıdık, bildik, güvenilir bir yer olma özelliği taşımaktadır. Anne, çocuğu içinde tutan, besleyen, koruyan, sıcaklık veren, dünyayla arasına tampon oluşturan temel nesnedir. Hayat döngüsünün temel arzusu da o ilk ve sonsuz güven, konfor içinde olduğumuz rahme geri dönmektir. Anne, sadece içinden çıkılan ve tekrar içine girilemeyen; ev ise hem içine girilen hem de içinden çıkılabilen bir nesnedir.
Rahme tekrar geri dönüş mümkün olmadığı için rahimdeki güven ve konfor hâlinin kısmen gerçekleştirilmeye çalışıldığı yerdir ev. Yani bir bakıma anneyle birleşmenin…
Ne zaman ev’den konuşsak, bilinç dışında anneyle kurulan ilişkiye, evlerden taşınmak dediğimizde ise anne rahminden taşınma sonucu yaşadığımız “doğum travması”na yani ilk taşınmaya bir atıfta bulunuyoruz demektir.
İlk evimize geri dönüş mümkün olmadığı için bu kaybı fark edip ve bunu nasıl telafi etmeye çalıştığımız, bu gerçeklikle baş etme yöntemlerimiz belki de “yaratıcı bir yaşam” için ödediğimiz bir bedeldir. Yaratıcı yaşamlarımızın önemli bir parçası ise geçmişte ve şimdi yaşadığımız evlerde mayalanır.
Psikanalist Alberto Eiguer, Evin Bilinçdışı isimli kitabında; “Eski evlerin anıları düş gibi yeniden yaşandığı içindir ki, geçmişte oturduğumuz evler içimizde sürüp giderler” der. Ve ekler; “Bütün bu evler zihnimizde içinde doğduğumuz hakiki, özgün evi canlandırır. O içimizde yaşar, düşlerimizde tazeler kendini. Ve doğdumuz evden söz etmek, kökenlerimizden, dünyaya gelişimizden ve atalarımızdan söz etmektir.”
Yeni gittiğimiz evde bütün bir geçmişimizle, anılarımızla ve aynı zamanda düşlerimizle yaşamaya koyuluruz. Anılar ve düşler zaman ve mekânın dışında olmalarından mütevellit sınırları belirsizdir. Bu sebeple kolilere sığmaz ve iki oda bir salondan çok daha fazla yerde atar nabızları. Bizimle evden eve dolaşırlar.
Önceki evlerde yaşarken biriktirdiğimiz bütün bir geçmişimiz yeni evde nasıl konumlanacaktır? Koltuklar, tablolar, biblolar tamam da geçmişimizi nereye yerleştireceğizdir? Peki ya düşlerimizi?
Gaston Bachelard, başyapıtı Mekânın Poetikası’nda geçmişte oturduğumuz evler içimizde yıkılıp gitmediğinden, eski evlerin anılarını birer düşleme olarak yeniden yaşadığımızı söyler. Ve evin insanın düşünceleri, anıları ve düşleri için en büyük bütünleştirici güçlerden biri olduğunu gösterir.
Taşınmak her insanda farklı ruhsal tezahürlere yol açıyor olsa da, bir yerden bir yere taşınırkenki o geçiş hâlinin yani fiziksel anlamda tam olarak yerleşemeyişin getirdiği belirsizlik, daha çok ruhsal olarak yerleşemeyişin getirdiği bir huzursuzluk olarak da ele alınabilir. O huzursuzluğa, kopuş duygusu, tekinsizlik de eşlik edebilir.
Ruhsal yerleşim için o mekânla zamanı paylaşmak, mekânın içine girmek, mekânı içine almak ve “orada” olmak gerekmektedir. Taşınmak bir değişim ve hatta neredeyse bir mutasyon süreci gibidir. Her taşınma aynı değildir elbette.
Alberto Eiguer’in aktardığına göre; “Taşınmanın temsil ettiği sınır durum taşınma öncesinde, sırasında ya da sonrasında psikopatolojinin kendine bir ifade bulmasını açıklar. Farklı koşullar devreye girer: iş nedeniyle taşınmak, kavgalı bir şekilde ya da zorunlu bir boşanmanın ardından taşınmak, iyiliksever ebeveynlerin evinden gitmek, göç ya da sürgün çerçevesinde taşınmak aynı şeyler değildir." (A. Yahyaoui, 1999)
Her türlü taşınmanın kişide bireysel anlamda travmatik bir etki yaratabileceğini “ilk taşınma” bölümünde ifade etmeye çalıştım. Ancak Eiguer’in de dediği gibi, her taşınma birbirinden farklıdır.
Özellikle savaş nedeniyle iltica etmek, göçler, geçmişte yaşanılan mübadeleler bireysel olduğu kadar toplumsal anlamda da travmaya neden olabilmekte ve sadece bunları deneyimleyen kişilerin değil, hepimizin ortak bir meselesi hâline gelmektedir. Sözgelimi yıllarca birlikte yaşadığımız komşularımızın bir sabah ansızın evlerini terk etmek zorunda kalmasına tanıklık etmek elbette bizim de “ev” ve dolayısıyla güvenlik algımızı derinden etkileyecektir.
Terk ettiğimiz evlerde hep bir şeyler bırakırız.
Nesneler, duvarlar… Mekâna özgü o ışık, serinlik, kokular… Mahallenin delisi, esnafı, sokakları, komşularımız… Eksilmek ve kayıp duygusu yaşamak kaçınılmazdır. Bu, bazıları için epey zorlayıcı bir deneyim olsa gerek ki, yıllarca hatta kuşaklarca aynı evde yaşayıp da hiç taşın(a)mayan insanlar geliyor aklıma. Burada tam olarak bırakılamayanın ne olduğunu düşünmeye değer.
Bir taşınmanın ardından sayısız ruhsal zorluk ortaya çıkabilmektedir. Örneğin, kişi hem içsel hem de dışsal olarak merkezini kaybetme korkusuyla karşı karşıya kalabilir. Eviyle kendisini o kadar özdeşleştirmiştir ki, oradan ayrılmak sanki bedeninin bir parçasını kaybetmek gibidir. Kişi “o evde” yaşamayı sürdürerek anılarına, düşlerine bekçilik yapmaktadır. Bu öyle yoğun bir tutma hâlidir ki, evin fiziksel şartları riskler barındırıyor olsa da, sözgelimi yıkılma tehlikesi baş gösteriyor olsa da kişi âdeta eviyle birlikte yıkılmak isteyebilir.
Son taşınma diye nitelendirdiğim ölümle ilgili ritüellere bakıldığında, bazı kültürlerde cenazenin bir gece evde kalması, ölen kişinin tabutunun son kez evinin önüne getirilmesi, dünyanın bazı bölgelerinde ölen kişinin yaşadığı evin hemen yanına gömülmesi bize yine taşınmanın psikodinamiğine dair önemli şeyler söylemektedir.
Kopuşlar insanın yaşam serüveninin pek çok evresinde ne yazık ki kolay olmamaktadır.
Bu kopuşun yarattığı acıyla baş etme yöntemi olarak -en azından bazı kültürlerde- son ev olan “mezar” ziyaretleri, mezara çiçek bırakma, yine bazı toplumlarda rastladığımız ölen kişinin kıymetli eşyalarıyla birlikte gömülme ritüelleri bu bağlamda oldukça dikkat çekicidir. Mezar, ölen kişiyle iletişim kurmanın sembolik bir mekânıdır.
Ölen kişinin gömülmediği, yakıldığı, küllerinin savrulduğu vs. kültürlerde de yine ölümle baş etme biçimi olarak tüm bu ritüelleri, acaba “dünya” denen evde birlikte yaşamaya devam etme arzusu olarak görebilir miyiz?
Çocukların çizdiği ev resimlerine baktığımızda, onların kabaca iki pencere bir kapıdan oluşan, üçgen çatısı olan bir yerden ibaret olduğunu görürüz. Dışarıdan bakıldığında, bu resimler ne kadar da insan yüzünü andırır; pencereler gören gözler, kapı da giren çıkan yiyeceklerin mekânı olan ağız gibidir. Psikoterapi seanslarında da kişilerin yaşadığı evler ya da ev temsilleri başrolü üstlenirler. Kişinin çocukken nasıl bir evde yaşadığı, evini nasıl konumlandırdığı kişinin ruhsal yapısına dair bize önemli ipuçları sağlamaktadır.
Rüyalarda da önemli bir yeri vardır evlerin. Kişinin kendisini kaygılı, öfkeli, umutsuz hissettiği zamanlarda evini hırsızların, kötü insanların basması, duvarların yıkıldığını görmesi, vahşi hayvanlar tarafından evinin istila edilmesi danışanlarımın rüyalarından aklımda kalan görseller… Herhangi bir hayal kırıklığı yaşandığında, üzücü bir ayrılık vuku bulduğunda, kendisini gergin ve mutsuz hissettiğinde evlerini köşe bucak temizleyen ve evlerini temizledikçe rahatlayan insanlar biliyoruz.
Bir de evsizliğe methiye düzen, hayatını otel odalarında geçiren, aidiyetsizlik duygusunu hayatının merkezine alan bazı edebî karakterler geliyor aklıma…
Bu örneklerden hareketle ev, sadece ev değil aynı zamanda Heinz Kohut’un ortaya koyduğu, kendimizin bir parçası olarak yaşantıladığımız “kendilik nesnesi" (self-object) kavramına da denk düşüyor.
“Kendilik nesnesi” kendiliğin işlevsel bir parçası olarak algılanan, “biraz ben-biraz öteki, hem ben-hem öteki” olan nesnedir. Bu bağlamda ev de bir “kendilik nesnesi” olarak düşünülebilir.
Yani aslında kişi evini temizlerken içerisini temizleme arzusu taşıyor ve içini temizlemiş kadar rahatlıyor olabilir. Ya da evsizliğe methiye düzen roman karakterimiz kendisiyle yüzleşme, kendisine temas etme, kendisini kabullenme gibi konularda sıkıntı yaşayıp aslında kendisine olan “aidiyetsizliğini”, evsizlik romantizmi üzerinden yaşıyor olabilir.
Heidegger’in “insan evrenin (kozmos) ortasına fırlatıldığında kendine bir ev kurar” cümlesi, sadece dışsal değil, içsel yuvaya dair de önemli şeyler söylemektedir. İnsan kendi kaosunun ortasına fırlatıldığında da sığınabilmek için içsel bir yuva kurmaya ihtiyaç duyar.
İnsan sadece evlerden taşınmaz, insanlardan da taşınır. Her taşınışta bir şeyler kaybeder ve kendisine yeni şeyler ekler. Ancak bir yere gerçekten yerleştiyseniz oradan taşınabilirsiniz, tıpkı birisiyle gerçekten birleştiyseniz ayrılabileceğiniz gibi.
Nasıl ki “geçmişte yaşadığımız evler içimizde sürüp giderler,” ilişkilerde de bu öyledir.
Her ayrılık önceki ayrılıkları da yeniden canlandırır. Yeni ilişkideki beklentiler, hayal kırıklıkları, kaygılar, korkular geçmişte yaşanılan ilişkilerden mutlaka izler taşır. Taşınma, ayrılık, ölüm gibi travmatik etkisi olabilen kopuşları, insanın rutinini bozan ve kontrol, güvenlik duygusunu zedeleyebilen eylemler olarak düşünebiliriz.
İnsan kendisine kendisinden içsel bir yuva yapmayı başarırsa -ki bu içsel yuvayı kişinin merkezi olarak düşünebiliriz- ve kendi merkezini kaybetmeden orada “durabilirse” tüm bu duygusal yüklerle baş etmesi biraz olsun kolaylaşır mı acaba? Çünkü iç alan, dış alanı muhakkak şekilendirecektir. Sağlam bir içsel yuva oluşturabilmek, dışarıdaki yuvanın en sarsılmaz zemini olabilir mi?
Kişi kendisinden nasıl bir yuva kurar? Sanırım önce kendi benliğini, ruhsal dünyasını sıcak bir yuva gibi kapsayarak. Ev, bünyesinde sadece odaları ve salonu barındırmaz; tuvaleti de barındırır, tavanarasını, mahzeni, arka bahçeyi de…
Düşünüyorum da içsel yuvamız kaç metrekaredir? Kaç balkonu vardır mesela. Kuzey cephesi midir? Güney mi? Depreme, sele ne kadar dayanıklıdır? Sahi, hiç tadilat görmüş müdür? Farkında olalım ya da olmayalım içimizdeki tadilat hiç bitmez. Bitimsiz bir içsel dönüşüm… Sürekli yeni baştan… Taşınmalar ve yerleşmelerle sıvanan ve biraz da sınanan…
Kişi de kendisine dair sadece iyi duyguları değil; arzularını, korkularını, yıkıcı duygularını da ev gibi sarıp sarmalarsa, onların varlığını kabullenirse gerçekten “kapsanma” dediğimiz şey söz konusu olabilir.
Ev öncelikle fiziksel olarak barınma ihtiyacımızı görür. Bizi korur. Genellikle eve sığınırız. Sığındığımız evin bizi güvende hissettirebilmesi için sağlam, yalıtkan, sınırları belli olmalıdır. Örneğin kapısı, penceresi olmayan bir evde ne kadar güvende hissedebiliriz? Sanırım hiç.
Ev, dışarıya açılabildiği gibi dışarıya kapanabilmelidir de…
Ötekiyle birlikte olunan ev, aynı zamanda ötekini dışarıda bırakıp tek başınalığa alan da açabilmelidir. İçsel yuva, bu işlevleri sağlayabildiği vakit duygusal yükler de daha kolay taşınabilir hâle gelecektir.