"Ancak diğerlerinden farklı olarak, İkinci Hayat, Gürbilek'in yaşayan yazar ve sanatçılardan en çok söz açtığı kitabı. Bu da bir miktar üslubuna yansımış; hassas ve incelikli dokunuşları, okurdan da hassas ve incelikli okuma talep ediyor, haklı olarak... Daha önce hiç Nurdan Gürbilek okumamış okur için de sıkı bir başlangıç turu vadediyor İkinci Hayat."
20 Ağustos 2020 23:24
“Hayatın dilinden hoşnut olsaydık, yazarak yeni bir dil kurmaya kalkışmazdık.”
Adalet Ağaoğlu, Göç Temizliği
Yirmi yılı aşkın süredir Nurdan Gürbilek’in denemeleriyle zenginleşiyor literatürümüz. Özellikle yazılarını kitaplaştırmaya başladıktan sonra daha geniş bir okur kitlesine seslenmeye başladı Gürbilek. Kaleminin gücü, dilindeki usul usul ilerleyen ses, Frankfurt Okulu ve kültürel incelemelerden aldığı elle kurduğu analiz çatısı, edebiyat ve kültür tartışmalarında referans verilen bir isim haline gelmesini sağladı.
Gürbilek’in literatürümüzdeki bir diğer özelliği de kurmaca eser vermeden, sadece denemeleriyle okur karşısına çıkan sayılı yazarlarımızdan biri olması. Üstelik akademi dışından olması onu daha da nadir bir kalem haline getiriyor.
1992’deki Vitrinde Yaşamak ile başlayan kitaplaşmalar, her seferinde önemli, verimli tartışmaları beraberinde getirdi. Ben bu yazıda, son kitabı İkinci Hayat’ı tek başına alacağım. Hatta, okurken aklıma takılan bazı konuları not etmekle yetineceğim. İkinci Hayat, sıkı takipçileri için, diğer kitaplarına nispetle daha seyrek dokunmuş izlenimi verebilir; yazarın yakın mahallelerde gezdikçe kaleme döktüğü yazılarını yeniden teyelleyerek kitabı kurduğu söylenebilir. Türkçe literatür içerisinde bir “ikinci hayat” kurma kaygısının, arayışının varlığını sorgularken, olası geçiş alanlarını da taramaya çalışıyor. Öncekilerde olmadığı kadar, bu kez de yazar bizler gibi “öyle mi acaba, olabilir mi ki” sorularıyla ilerliyor, bir birlikte düşünme deneyine girişiyor.
Zira kitapta değindiği mevzularla Mağdurun Dili veya Sessizin Payı ile de ilişkiler kurulabilir. Tıpkı Kötü Çocuk Türk yahut Kör Ayna, Kayıp Şark ile de paralel hatlar çekilebileceği gibi. Gürbilek’in düşünsel evreninin çalışma şekline yaklaşmak, muhakkak başka ve çok daha kapsamlı bir yazıyı hak ediyor. Ancak diğerlerinden farklı olarak, bu kez yaşayan yazar ve sanatçılardan en çok söz açtığı kitabı İkinci Hayat. Bu da bir miktar üslubuna yansımış; hassas ve incelikli dokunuşları, okurdan da hassas ve incelikli okuma talep ediyor, haklı olarak... Daha önce hiç Nurdan Gürbilek okumamış okur için de sıkı bir başlangıç turu vadediyor İkinci Hayat.
Gürbilek, İkinci Hayat’ın “Sunuş” yazısına “80’li yılların sonunda bir dergi çıkarmak üzere bir araya gelmiş bir grup genç”ten söz ederek giriyor. Yaşı 40+ olanlar burada kastedilenin, efsanevi Defter dergisi olduğunu bilecektir. 1987-2002 arasında yayımlanan, kültür hayatımızın köşetaşı sayılacak yayınlardan biriydi. Söylemeye henüz alışamadık ama; rahmetli İskender Savaşır, Orhan Koçak, Bülent Somay, İhsan Bilgin, Meltem Ahıska... aklıma ilk gelen, derginin taşıyıcı isimleriydi. Nurdan Gürbilek de o gençlerden biriydi; belki bu nedenle Defter’in adını anmadan geçiyor cümlede...
Bu gençler, toplantıda Walter Benjamin’in Tek Yön’deki “Eve Dön! Her Şey Affedildi” yazısından bir fragmanı tartışıyorlar:
“Hiçbir zaman telafi edemeyeceğimiz bir şey vardır. On beşimizdeyken evden kaçmamış olmak. Sonradan anlarız: Sokakta geçirilen kırk sekiz saat, tıpkı alkalik çözeltide olduğu gibi, mutluluğun kristalini yaratır.”
Sadece içinde büyüdükleri evlere değil, onlara yuva oluşturmuş bazı hazır düşüncelere de mesafe alabileceklerine inandıkları, yeni bir başlangıca hazırlandıkları bir zamanda fragman hemen yakalıyor toplantıdakileri. Bugünün “doğduğun ev kaderindir” iklimi o yıllarda henüz yerleşmiş değil. Ama eve dönüş hikâyelerinin hep çok sevildiği bir ülkede yaşıyorlar. (s. 9-10)
Bugünse insanların evden dışarı itildiği, dönmek isteyenin kabul edilmediği bir iklim söz konusu. Bir yanıyla işler büsbütün tersine dönmüş gibi duruyor; oysa diğer yanıyla hiç de öyle değil. Benjamin’in bıçak izi gibi saptamasıyla evden kaçış pek nadir rastlanan deneyimlerden bu ülkede. Hiç yok, demeye dilim varmıyor ama, galiba yok...
Politik baskı söz konusu olmadan, gidilecek yerin imkânları gözetilmeden, sadece “evden kaçış”ın bizde bir örneği gelmiyor aklıma. O “mutluluğun kristali” bu coğrafyada bir yankı bulamamış. Tanpınar’ın “Türkiye evlâtlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olma imkânını vermiyor. Bu itibarla bizim eve pek benziyor” sözlerinin de Benjamin’in coğrafyasında karşılığının olmaması...
Türkiye’de evden konuşmak, devletten konuşmaktan ayrı düşünülemez. Aksinin devlet eliyle yasaklanmasına gerek bile duyulmayan bir verili-bilgidir üstelik bu. Evden kaçış, devletten kaçıştır; o da ancak firar veya sürgün anlamını taşır. Elin tutacağı gözün göreceği duvarlarla sıkı sıkıya örülüdür ev burada, güvenliği de görevliler ve makbuller tarafından istisnasız bir şekilde sağlanır.
Gürbilek böylece, “Kaçmak, Kovulmak, Dönmek Üzerine Denemeler” altbaşlığını koyduğu bu kitabında son derece çetin bir işe kalkışıyor; yahut bu çetinliği işaret ediyor: Evden kaçışın mutluluğun kristali görüldüğü bir zihinsel yapı ile evden kaçışı aklına bile getirmeyenlerin ülkesindeki sanatsal üretimleri okumaya çalışıyor; iki farklı yol arasında bir kanal arayışı mı?:
Farklı cümlelerin yankılandığı bir gerilim hattında kurmaya çalıştım ben de bu yazıları. Bir yanda insanın enginlere açılabilmek için bir koruyucu hücreye, bir eve ihtiyacı olduğunu söyleyen (“Ev ilk evrenimizdir”) Bachelard var. Diğer yanda bir “Yola Çıkış” Kafka’sı: “Buradan uzağa işte, buradan uzağa, hep uzağa buradan, ancak böylelikle hedefime varabilirim.” Bir yanda yeni silahların ancak kaçış çizgilerinde yaratılacağını söyleyen (“kaçmaktan daha eylem dolu bir şey olamaz”) Deleuze var. Diğer yanda “yurt saçmalıkları” bu alanı ele geçirdi diye ona duyulan ihtiyacı yok sayamayacağımızı söyleyen Jean Améry: “İnsanın bir yurda ihtiyaç duymaması için önce ona sahip olması gerekir.” Arkalarda bir yerde, evin toplumsal dayanağıyla birlikte bireysel anlamını da yitirdiğini, bugün çoktan bir çıkar bölgesine dönüştüğünü söyleyen Adorno’nun sesi duyuluyor: “Ev geçmişte kalmıştır.” (11)
O ilk evrende duran, uzaklara uzun uzun bakan, kaçmayı aklına getirmeyen, yurt-evreninden eminliğiyle onun saçmalıklarına alışkın bir zihin dünyası içinde, geçmişte kalan ev Orta Asya da olur, Osmanlı da, Eski Türkiye de... Tek yön: Çıkış yok!
Elbette bu çıkışsızlığın pulları bir süredir sapır sapır dökülüyor; Türkçülük, (neo-)Osmanlıcılık, Kemalizm, birer karikatür malzemesi bugün. Oysa bu durumun mükemmel bir kaçış planı için zemin sağlaması beklenir. Bu zemini yoklayan kimseyi etrafta göremiyoruz –neyse ki işaret edenler var en azından...
Şüphesiz bir güvenle sarıldığımız bu evin düşünsel ipotek bedellerinin uzun yıllardır ödenmemiş olduğunu anlıyoruz ve yine Tanpınar-sarmalına takılıyoruz. Artık kiracı mıyız yoksa? Böyle olunca kaçma arzusunun da tadı kalmıyor. Arzu nesnesiyle sorunumuz nedir acaba?
Beri yanda, Gürbilek’in Latife Tekin’den alarak dönüştürdüğü soru da karşımızda kaskatı asılı duruyor: “Evi dağılanın yurdu genişler mi?”:
Cümlenin içindeki kaybı (“dağılan ev”) ve imkânı (“genişleyen yurt”), yitirileni ve gelmekte olanı birlikte düşünebilecek miyiz? Ev dağıldığıyla mı kalacak, yoksa o kaybın içinden daha geniş bir yurt tanımına varabilecek miyiz? Kapısını başkalarına sımsıkı kapatmış bir kompartmana, bir kişisel hücreye mi dönüşecek ev, yoksa o koruyucu hücreyi geniş bir ortaklık zemininde yeniden tanımlayabilecek miyiz? Son yılların popüler “coğrafya kaderdir”i, yerlici düşüncenin modası hiç geçmeyen “Eve dön!” çağrıları, sadece faşistlerin değil kapitalizmin de temel şiarına dönüşen “Ya sev ya terk et” buyruğu. Kökenler ve başlangıçlar, dağılan evler ve ikinci hayatlar, yerleşenler ve uzaklaşanlar, “dilsel vatan” ve sınırları üzerine denemelerden oluşuyor İkinci Hayat. (13)
Kitabın bütünlüğü gereği Gürbilek yazıların bir kısmında “ikinci hayat” ifadesini kullanıyor, oraya bir işaret bırakıyor. “Kökenler, Başlangıçlar” yazısında Conrad-Said hattıyla başlıyor kitap. Önce “memleket sevgisi” gibi çokça çiğnenmiş sakızı St. Victorlu Hugo’dan alıntıyla kenara bırakıyor: “Memleketini güzel bulan insan daha yolun başındadır; her yeri kendi yurdu gibi gören insan güçlüdür; ama bütün dünyayı yabancı bir ülke gibi gören insan mükemmeldir.” (20)
Birazdan ilk işaret kendisini gösterir: “Bugünün kimlikçi dünyasına tutulan bu yabancılaştırıcı ayna, insanın kendini tanımlarken başvurduğu verili çerçeveleri bozmanın, kendini (ve başkalarını) kültürel tiplerden daha fazlası olarak görmenin, kendine bir ikinci hayat kurmanın imkânını taşır.” (24) Conrad’ın “Amy Foster”ını Said’in okumasından hareketle yazının kapanışı tamamlanır: “ ‘Amy Foster’ yazarının yabancı bir dilde kendi başlangıçsızlığından kurduğu ikinci hayat. ‘Bir entelektüel, gemisi battıktan sonra karada değil, karayla birlikte yaşamayı öğrenen birine benzer.’ Köken değil, başlangıç.” (26) Memleket ve onun sınırlarıyla oluşan kimliklerden özgürleşmek, yeryüzünü yaşam alanı olarak görmek, ikinci bir hayatın öncü jestleri.
Bachelard’dan el alarak “Eve Dönmenin Yolları”nda söze giriyor Gürbilek:
"Mekânın Poetikası’nda şimşek gibi çakan imgenin kavramdan farkını inceliyordu Bachelard. [. . .] Bir imge fenomenolojisi: Biz evin içinde olduğumuz sürece, ev de bizim içimizdedir. Düşlerimizde hep oraya, o ilk evrene döneriz. [. . / .] İdeolojiler de gücünü aynı dönüş düşünden alır. Temel bir farkla: İnsanın içine doğduğu o ilk evren, enginlere açılabilmek için gerekli o koruyucu hücre, sabit kimliğin mecazına dönüşmüştür." (29)
Ardından Cemil Meriç, Yahya Kemal, Hasan Ali Toptaş, Semih Kaplanoğlu’ndan örneklerle devam ediyor ve son yılların çok izlenen dizisi Çukur’la memlekete/mahalleye dönüş imgesini inceliyor. Özellikle Çukur analizinde AKP döneminin sosyolojisine dair aile-mahalle vurgusu, üzerinde durulması, yakından bakılması gereken bir “nokta”. Hele ki Cumhurbaşkanı’nın geçende bir konuşmasında yaptığı “Türk milleti aile-erkil bir millettir” açıklamasını da buraya not düşmek gerekiyor.
Latife Tekin’in eserleriyle devam eden yazı, şu vurguyla kapanıyor: “Soru şu: Yuvası dağılanın yurdu genişler mi, şimdi bir göçmen bölgesine dönüşen yerde bir üveyler dayanışması olacak mı, yoksa mahallede dolaşan hayalet, Çukur’un o ana baba tanımamış kara biraderleri, o gaddar yetimler ittifakı hep aynı ‘aile her şeydir’i mi pekiştirecek?” (42)
Belki ucundan kenarından tartıştığımız ama ortada taş gibi duran soru bu! İster yurtiçi ister yurtdışı, göç deneyimi olmayan neredeyse hiçbir ailenin olmadığı bir ülkede bu aile-mahalle-memleket kutsaması, daha küçük yaşlarda, kaçış kaslarının erimesini başarıyla sağlıyor.
“Aile Sırları” yazısı ise bekleneceği üzere Freud’tan bir alıntıyla karşılıyor okuru: “Unheimlich (tekinsiz) bir zamanlar heimisch (evcil, tanıdık) olandır; ‘-un’ öneki bastırmanın işaretidir.” (43) Sebald’ın Benjamin’in tarih meleğinin peşindeki eserleri, kolektif hafızanın işleyiş mekanizmasını anlamaya çalışmakta ufuk açıcı işaretler içeriyor:
"Nasıl oldu da halkın ezici çoğunluğunun yaşadığı bu olağanüstü yıkım kolektif hafızanın dışına itilebildi? Nasıl oldu da yıkım insanların kendilerine bile itiraf etmekten kaçındıkları bir aile sırrı olarak kalabildi? Nasıl oluyur da ulusun kayıtlarına kolektif bir akıl tutulmasının feci sonu olarak değil, başarılı bir inşa döneminin ilk adımı olarak girebiliyor felaket?" (47)
Birçoğumuzun aile hikâyelerinde daha yeni yeni dile getirilmeye başlanan “tehcir” anılarının edebiyatımızda “sükût suikastıyla” karşılanması: “Soruyu doğrudan yazarlara sorar Sebald. Bu sessiz mutabakatta neden bir gedik açmayı başaramadı yazarlar? Neden ‘yüz kızartıcı eksiklik’in parçası olmaktan kurtulamadı edebiyat?” (48) Neden? Korkaklık? Umursamazlık? Unutma isteği? Yüz yıl boyunca? Kimsenin üzerine alınmadığı sorular...
Burada, yıllardır birçok edebiyatçımıza, tarihçimize yönelttiğim ama bir türlü doyurucu bir cevap alamadığım soruyu buraya da bırakayım: Geçen yüzyılın ilk yarısında, aynı veya yakın semtlerde yaşamış, aynı veya yakın meyhanelerde sosyalleşmiş... Türk ve Ermeni yazarlar birbirleriyle neden neredeyse hiç tanışmamışlardır? Neredeyse hiç birbirlerinin anılarında yer almamışlardır? Türk yazarlar, azınlıklara yaklaşım açısından, zannettiğimizden ve zannettiklerinden daha fazla “Osmanlı” bir zihniyete mi sahiplerdi yoksa?
Peki, Sebald’ın işaret ettiği Almanya örneğindeki gibi, elli yıl sonra da olsa soykırım deneyimi edebiyatta kendisini gösterebilseydi? Gürbilek, bir dipnotta “kolektif hafızayı biçimlendirenler acının yığınlar tarafından paylaşıldığında daha kolay yönetilebileceğini fark etmişlerdir” (53, dn.12) diyor. Türkiye’de bu paylaşımın ancak Sait Faik hikâyelerinde veya Tanpınar’ın metinlerinde görünen haliyle mümkün olabildiğini de not etmek gerekiyor. Ancak o kadar, oraya kadar –mı?
Améry’nin “yaşlanmak, bizi gitgide artan bir yoğunlukla, geçmişin hatırasına bağımlı kılar” sözlerinin de bu coğrafyada maalesef pek bir karşılığı yok. “Eskileri atmak” konusunda yaşlıların gençlerden çok daha hevesli olduğu bilgisi sanırım kişisel deneyimlerimizle sabittir. Bırakın eşyaları, objeleri, kaç ailenin iki-üç nesillik fotoğraf albümü vardır ki?
Gürbilek, Améry’nin “yazdıklarının sadece Almanları değil, ‘birbirine komşu olmak isteyen tüm insanları’ ilgilendirdiğini” (57) vurgulaması burada daha da önem kazanıyor. Literatür en çok da bunun için yok mudur? Kendi hayatımıza bakmayı muhafazakâr söylem alanına düşmeden nasıl ifade edebiliriz? “Millet” kelimesinin altında durmadan güme giderek ezilen “birlikte yaşama duygusu”nun hakkını yemeden, o partili-bu partili, şöyle aydın-böyle liboş cümlesi gibi tınlamayacak şekilde bu soru nasıl sorulabilir? Bu “çukur”ların dışında bir cevap istenebilir? Heimat’ta misafire neden yer yok? O heim’da neler olup bittiğinden bihabermişçesine bir soru. Sorunun evdeki hazır karşılığından belli ki bihaber ama düşünceli bir hassasiyetle, üslupla yöneltilmiş. Bizden bahsederken ne zaman bizden bahsedeceğiz, gibi bir soru cümlesi mi mesela? Yazmak, burada yaşamaktan kurtarıyor da okumak ne zaman kurtaracak, gibi bir merak cümlesi mi yoksa? O hızla “paçoz”laşabilen bu ülke okumuşluklarından kurtulmak mümkün olmayacak mı?
Gürbilek bu kitabında, diğer kitaplarından farklı olarak, sanki söylemek istediğini, işaret etme ihtiyacı duyduklarını daha çok “soru” cümleleriyle ifade ediyor. “Soru şu:” diyor yine;
"Sebald anlatılarında birbirinin üzerine yığılan risaleler, almanaklar, gazete kupürleri, ansiklopedi maddeleri, günlükler, fotoğraflar bugün artık okunaksızlaşmış bir kültürel mirasın örnekleri mi, yoksa bunları yeni bir kurguda bir araya getirme çabasında, bağlamlarından koparılarak bir araya getirilen alıntıların yeni bir takımyıldız oluşturduğunda bugüne güçlü bir ışık düşürebileceğine dair Benjamin’yen bir inanç mı var?" (58)
Bunu bir çağrı fişeği olarak okumayı tercih ediyorum. Bu “inanç” karşılığını bulabilecek mi? “Tasasız bir arşiv olmaktan öteye” geçemeyen Türkçe edebiyat, “Kurmacayı yıkımın temsili olarak değil, karşıtı olarak kurmayı deneyen bir ortaklık ufku” olarak görmeye başlayabilecek mi? (60)
“Sınır” yazısı, İkinci Hayat’ın bence en çok tartışılması, üzerine kafa yorulması gereken yazısı; diğerlerine nazaran da kısacık. Yazarın, bulunduğu mahallenin farkında olması ve bunun verdiği ferahlıkla yazması; benzer şekilde okurun da bu rahatlığı paylaşması sorunu. Okurluktaki ve yazarlıktaki, dolayısıyla düşünsel açıdan nasıl bir konformist halenin içinde nefes aldığımızın umursanmıyor olması. Oysa bunu karşılıklı tartışmadan “kültürel hegemonya”, “kültür savaşı” tartışmalarının sonunun gelmesinin imkânı yok. Sıkıldıkça kenara bırakıp, sıkıldıkça yeniden kurcalamaya devam edeceğiz...
“Uzun Yürüyüş, Eksik Halk” ise Ayhan Geçgin’in Bir Dava haricindeki romanlarına odaklanan, uzunca bir yazı. Giderek, tekrar eden alıntılarla, uzadıkça uzayan bir yazı. Geçgin’in kaleminin felsefeyle olan ilişkisinin hemen her okuru farkındadır; bunun üzerine de ciddi bir literatür dahi oluştu. Ancak o literatürün –Orhan Koçak’ın Tehlikeli Dönüşler’i dâhil– yüklü kısmının düştüğü tuzaktan Gürbilek de pek uzaklaşamamış; Geçgin’i felsefi düşüncelerin/in edebiyattaki uygulayıcısı olarak konumlandırmış.
Oysa Geçgin’in ilişki içinde olduğu felsefe literatürü romanlarında nasıl uyguladığından çok, bir dipnotta üzerinden geçtiği, Deleuze’ün “etkin unutma”sını Geçgin’in Kürt sorununa yaklaşımını kazımak açısından bir manivela olarak görmenin daha ufuk açıcı olacağı kanaatindeyim: “Etkin kuvvet olarak unutma, kendi hesabına herhangi bir şeyle işini bitirme gücüdür. [. . .] devrimci unutma [. . .] gerçek bir etkinliği kuran ya da gerçek politik etkinliklerin parçası olabilecek şey odur.” (79, dn.11) Bu kanaldan bir okumaya tabi tutulduğunda ise Geçgin’in eserlerini yine de “bir ve tek yeryüzünün hikâyesi olarak” (117) mı okuyacağız, emin değilim...
“İkinci Hayat” yazısı ise seçtiği yazarlar arasında hatlar çekip daha önce kurulmamış bağlar icat etmesi ve ufuk açıcı okumalara açılmasıyla, tabir caizse tam bir “Nurdan Gürbilek” yazısı. “Coğrafya bir kaderdir” diyen Tanpınar ile “Kendimi düşünmekten düşüncelerim haline geldim, ama artık ben değilim” diyen Pessoa arasında yazı boyunca işleyerek kurduğu bağ gerçek bir yazın işçiliği örneği.
Burada da yeni bir “ikinci hayat” durağına, “işçi yazar” persona’sına odaklanıyor Gürbilek; dil işçiliğiyle kendisini ve yapıtını kurmak. (Geçgin yazısındaki persona’yla handiyse taban taban zıt bir yazar profili ortaya koyuyor böylece.) “Bu şartlara rağmen kendimi yapacağım” diyen Tanpınar’ın yanında, ondan yarım yüzyıl önce “Bazen düşünüyorum da, düşlerimi birleştirerek kendime kesintisizce akacak ikinci bir hayat kursam ne hoş olurdu... acısını da keyfini de yaşayacağım, ikinci bir hayat” diyen Pessoa’nın kaygısı, kaygısızlığı...
“Yazının Kanatları” yazısında ise Cemil Meriç’e odaklanıyor Gürbilek. Yazının son cümlesini alıntılamayı yeterli görüyorum: “O kör kuvvet o farkında bile varmadan gözde kelimelerini karanlık bir güç isteminin buyruğuna mı vermiştir, yoksa üslubu doğuran yeraltı gelgiti (o ‘isterdim ama olamazdım’) her zaman çoktan karanlığa mı yazgılıdır?” (146) İktidar sahibi olma kaygısının “ikinci hayat” coğrafyasının dışını işaret etmesi açısından kitapta özel bir yere sahip.
Belki buraya, ileriki bir yazısında başka bir bağlamda yaptığı Benjamin alıntısını da iliştirmek gerek: “Hiç kimse iktidarsızlık yaşamadığı bir şeyde asla ustalaşamaz. Buna katılırsanız, bu iktidarsızlığın sorunla mücadelenin başında ya da öncesinde değil, tam da kalbinde ortaya çıktığını da göreceksiniz.” (197-198) Meriç’teki gibi güç için ustalık ise ancak, olsa olsa “isterdim ama olamazdım” veya Attilâ İlhan’daki gibi “neler istedim zaten yoktular” derecesinde bir arıza haliyle karşımıza çıkıyor. Yazıda kurulan, “ikinci hayat” gibi görünen, “tehlikeli hayat”lar... (145)
“Taşra, Kuyu, Kader”de ise bu kez merceğinin önüne Nuri Bilge Ceylan sinemasını çekiyor yazar: “Taşrayı taşra yapan şeyin bir sahicilik ya da kendine yeterlilik değil, bir ufuğun uzakta belirmesi olduğunu anlatıyordur Ceylan. Ufuk bir kez belirince, insan gözlerini bir kez yola çevirince, yaşadığı yerle arasında bir çatlak oluşur. En yakındaki hayat hayat olmaktan çıkar.” (150) Ahlat Ağacı filmindeki Taşra Edebiyatı Sempozyumu’na bir izlek olarak yaklaşmış olması, yazıyı ayrı bir dikkatle okumama neden oldu tabii, inkar edemem. Fakat “Taşra Sıkıntısı”ndan sonra yeni bir söz okumuyoruz. Yazı, “ikinci hayat”ın değil de daha çok hayatın bir prensibini saptayarak kapanıyor: “Evrensel tekilin içindedir.”
Kitapta künyesi verilmeyen tek kitabın Edebiyatın Taşradan Manifestosu olmasına bir anlam veremediğimi de söylemeliyim. Gözümden kaçan olmadıysa, Orhan Koçak’ın yazdıkları haricinde neredeyse hiç “ikincil” literatüre referans vermeyişinin nedenini çözemeyişim gibi. Yahut kitapta referans verilen eserlerin cidden ezici kısmının Metis’ten çıkan kitaplar olması gibi...
“Gevezelik Çağında Edebiyat” yazısı Vüs’at O. Bener ve Karl Kraus’tan alıntılarla açılıyor. Kitap boyunca her yazı, içeride odaklanılan sanatçıdan alıntıyla başlıyor zaten; “Sınır” yazısındaki ortaya konuşmayı saymazsak. Bener ve Kraus alıntılarıyla başlayan bu yazı ise Barış Bıçakçı’ya odaklanıyor.
Yazı boyunca etrafında döndüğü “gevezelik, laf ebeliği” teması, son yirmi yılda giderek yükselen bir “değer”in tartışması. Yazıyı okurken, birkaç yazı öncesine, Tanpınar-Pessoa odaklı “İkinci Hayat” yazısındaki bir paragrafa gidiyor aklım durmadan:
"Bugün bizler için bu endişeyi savuşturmak kolay. Artık ne Avrupa öyle bir merkez, ne de edebiyatın önünde bir Joyce (“bu ülke beni yarattı, şimdi ben bu ülkeyi yeniden yaratacağım”) basıncı var. Coğrafi kaderle estetik olan arasındaki kavga modernist edebiyatta olduğu kadar büyük bir savaş gerektirmiyor artık. Bu çağ cümlelerini “alelâde”, üslubunu “sathi” bulan, şiirlerine “kötü bir lisan egzersizi” diyebilen, kendi “şişkin” cümlelerinden, “küçük oyunlar”ından, “beyhude gevezelik”lerinden söz eden yazarların değil, bir başarısızlık ihtimali belirir belirmez kendini bir kaybeden olarak gören, yazmanın güç kadar aczle de bağlantılı bir şey olduğunu düşünen değil, bir an önce başarıya doğmak isteyen yazarların çağı. Düzeltelim: daha çok onların çağı. Yazarı kendi “coğrafya kaderdir”ine, bir coğrafya efektine zorlayan küresel edebiyat pazarını hiç saymıyorum. Bol coğrafya, az modern." (129)
Şimdi uzun bir alıntı daha yapacağım, bu kez “Gevezelik Çağında Edebiyat” yazısına geri dönüyoruz:
"Türkçede sahteliğin (Bıçakçı’nın deyişiyle “üçkâğıtçılık”ın) izini kendi cümlelerinde de süren güçlü yazarların ardından geldi Bıçakçı. Kendisini yakın hissettikleri arasında Oğuz Atay ve Vüs’at O. Bener de var. Güçlü yazarların ardından birkaç şey yapılabilir. En kolayı onlar hiç yazmamışlar, bir anlatım kriziyle boğuşmamışlar, güzel Türkçemiz onu güzel cümlelerle zenginleştirecek yeteneği bekliyormuş gibi içimizden nasıl geliyorsa öyle yazar, daha baştan problemsizliğe yerleşiriz. Bir başka engebesiz yol, zamanın ruhuna daha uygun olanı, öncekilerin huzursuzluk tekniklerini her dem geçerli bir teknik desteğe, kendinden memnun bir üsluba dönüştürmektir. [. . .] Esas engebeli yol, başkalarının güçlü cümleleriyle boğuşurken güzel cümlenin tanımını değiştirecek cümleler kurmak olabilir." (176-177)
Bu iki uzun alıntı, son yirmi yıllık Türkçe edebiyata “lisan-ı münasiple” yöneltilmiş en sıkı eleştiri cümleleri. Üstelik yazarların bu eleştirilere karşı umursamazlığı, üstüne alınmazlığı da cabası... “Etkilenme endişesi”nin iyice ortadan kalktığı bir edebiyat ortamında herkesin yazdıkları birer alıntı, havalı birer cümle, karşındakini tavlama malzemesi olmanın ötesine de geçemiyor tabii. Edebiyatın kendi kuyusunu kazdığı bir çıkmaz, hareket ettikçe içine çeken bataklık. [1]
Kitap, Gürbilek’in Van Gogh’tan el aldığı “Gece Kahvesi” denemesiyle kapanıyor. Theo’ya yazdığı bir mektubunda bu isimde bir tabloya başladığını söyler ve “Aynı mektupta, sığınak fikrinin kendisi gibi ne yuvası ne de anavatanı olanlar için gerçekte olduğundan çok daha çekici olduğunu da söyler.” (201) Evden kaçanlar, kendine bir ikinci hayat kurmaya adım atmaya gücü olanlar için, “Kapısı kalacak yeri olmayanlara açık bir gece kahvesi.” (205)
Mutluluk kristalinden fikren uzakta, coğrafyanın içinden konuşmaya yine de mahkum cümleler... Kendini doğuran, böylece olmayan öncülünü işaretiyle birlikte yok eden ve saymaya iki’den başlayan bir “ikinci hayat” söz konusu bile değil. Şart mıdır? diye sorulabilir tabii. Orhan Koçak’ın Bahisleri Yükseltmek’teki “İkinci Yeni” analizine ben mi takıntılıyım acaba? Evden kaçmak için bekleyen (Koçak’ın da atmadığı), henüz atılmamış ama atılabilecek adımlar yok mu orada...
Yüzleşilmemiş yüzyılların tortusu, evden kaçmak fikri ile evi yakmak/yıkmak fikrini bir kabul ettirmiş. Yakan yıkan olmadıkça evden kaçılmaz, bir bilgi olarak işlenmiş toplumsal bilinçdışımıza.
Oysa evden kaçmak, babayı öldürme talimidir. Kişinin ortadan kaybolmayı gözünün yediğini kendine ispat edişi, o mutluluğu kristalleştiren. Yanaşmadığımız, o eylem dolu silah...
•
[1] Yazının sonunda, Bıçakçı’nın yazıdan sonra yayımlanan Tarihi Kırıntılar romanıyla ilgili bir dipnot var. Geçgin’in Bir Dava romanı hakkında bir not düşmek, gözden kaçmış olmalı.