Brett Kavanaugh olayının ortaya çıkarttığı asıl gerçek, kadınların aşağılandığı, önemsiz sayıldığı, küçümsendiği bir kültürde, toplumun nasıl zehirlendiği ve demokrasinin sağlıklı olamayacağı...
25 Ekim 2018 13:50
Amerika Birleşik Devletleri’nde yargıç Brett Kavanaugh’nun, uzun tartışmalar ve protestolardan sonra, Anayasa Mahkemesi’ne atanması gerçekleşti. Modern demokraside kadının yeri ve kadınlara karşı şiddetin hâlen nerede durduğunu da böylece bir kez daha gördük.
Amerikan Meclisi Senato Adalet Komisyonu’nda Kavanaugh hakkındaki soruşturmada, bütün dünyayla birlikte televizyon ekranından izlediğimiz hikâye, çok etkileyici bir roman olurmuş, günün birinde hakkında film yapılacağından eminim.
1982 yılında Washington’da aynı lisede okuyan çocuk yaşta bir genç kızla, 17 yaşında genç bir adamın yollarının kısaca kesiştiği trajik bir hikâye bu. Maryland kıyı banliyösünde birkaç arkadaşın bir araya geldiği ufak ev partisinde, Christine adlı genç kız, üst kata, banyoya çıkmak istediği zaman, iki oğlanın onu zorla yatak odasına sürüklemeleriyle başlıyor.
Brett adlı oğlan, kızı yatağa atıp üstüne çıkıyor, arkadaşı Mark’la birlikte gülüşüyorlar, Brett kızı soymaya çalışıyor, biraz zorlanıyor, mevsim yaz, bu bir plaj partisi aynı zamanda, kızın elbisesinin altında tek parça mayosu var, oğlan onu daha da çok zorluyor, kız bağırınca eliyle ağzını kapatıyor.
Kaç şişe bira içtikten sonra bu korkunç “eğlence” akıllarına gelmiş, belli değil. Akılları pek başlarında da değil aslında. Eşek şakasıyla tecavüz arasında bir sınırdalar. Cinsel bir saldırı gerçekleştirdikleri kesin.
Dikkatlerinin dağıldığı bir anda, belki de gülmekten yahut sarhoşluktan fazla gevşedikleri için, kızcağız bir an fırsat yakalayıp ellerinden kurtulmayı başarıyor, koşarak karşıdaki banyoya girip kapıyı kilitliyor. İki oğlanın gene yüksek sesle gülerek merdivenlerden aşağıya indiklerini duyup, bir daha dönmeyeceklerinden emin olana kadar bekliyor.
Aşağıya inip evden dışarıya fırlıyor, şokun etkisiyle sokakta yarı koşarak oradan uzaklaşıyor. Yaşadığı korkunç deneyimi anlatabileceği kimse yok. Utançtan, korkudan, susmayı yeğleyecek. Annesine veya babasına söylese, ne işin vardı orada diye soracakları, kendin aranmışsın diye onu suçlayacakları kuvvetle muhtemel; oğlanları şikâyet etse, büyük olasılıkla inkâr edecekler, kimse ona inanmayacak. Ucuz kurtulduğuna şükretmekten başka yapacak şey yok. On beş yaşında, hayatla ilgili çok tatsız bir bilgi edindi. Bu bilgiyle ne yapacağını bilmiyor. Tıpkı dünyadaki milyonlarca hemcinsi gibi.
Şimdi, filmi hızla ileriye sarıyoruz. Yıl 2018. Evli ve çocuk sahibi, psikoloji profesörü olmuş, kendine bir hayat kurmuş, 50’li yaşlardaki Christine Blasey Ford, bir sabah uyandığında, Başkan Donald Trump’ın, Anayasa Mahkemesi’ne ömür boyu üye olmak üzere aday gösterdiği yargıcın Brett Kavanaugh olduğunu, yani lisede ona o evde bu şekilde saldıran oğlanla aynı kişi olduğunu dehşet içinde fark ediyor.
Şimdi ne yapacak? Yıllar önce ona saldıran adamın ülkenin en önemli kurumlarından birine ömür boyu üye olmasına göz yumup sesini çıkarmayacak mı? Yoksa adam hakkındaki bu çirkin gerçeği bir şekilde yetkililere duyurması mı daha doğru? Bu durumdaki bir insanın karar vermekte ne kadar zorlanacağını tahmin edebiliriz. Kocası ve birkaç yakın arkadaşı dâhil çok az kişiye başından geçen olayı anlatmış. Eski karanlık defterleri açmak çok acı verici, ayrıca kim inanacak?
Sonunda bilgiyi açıklamaya karar veriyor, oy kullandığı bölgenin temsilcisiyle şimdilik tamamen gizli kalmak koşuluyla bilgiyi paylaşıyor, ama böylece ok yaydan çıkmış bir kere, iletişim ve politika mekanizmalarının çarkları dönmeye başlıyor ve skandal patlak veriyor.
Gene uzun bir tereddüt döneminden sonra, Christine Blasey Ford’un Senato Adalet Komisyonu’nda ifade vermeyi kabul ederek, soruları nasıl cevapladığını televizyonda hepimiz izledik. Birçok kişi gibi, ben de onun hikâyesine inandım. Her şeyden önce, yalan söylüyor olsa, hayatını bu kadar altüst etmek pahasına işi bu düzeye taşımak için birisinin deli olması gerek diye düşündüm, ki deli bir hâli yoktu bu kadının. Yaptığı açıklama yüzünden ölüm tehditleri bile almış.
Öte yandan muhafazakâr olarak bilinen yargıç Kavanaugh nasıl duygusallaşıp ağlayarak, öfke ve tepki içinde, burnunu çekerek ifade verdi, onu da izledik. Hayatının mahvolduğunu söyledi, ki bu doğru. Anayasa Mahkemesi’ne üye oldu olmasına, ama diğer yargıçların ve toplumun yüzüne nasıl bakacak?
Onun bu hem zavallı hem de öfkeli, neredeyse saldırgan tavrında, işlediği suçu görmek istemeyen, sadece sözle değil, duyguyla da inkâr eden bir insanın hâlini gördüm. Asla böyle bir şey yapmadım derken, aslında yaptığı şeyi görmezden gelmek isteyen, kabullenemeyen, suçunu itiraf etmekten korkan bir çocuğun inadı vardı: Kabahati yapmış olmak, ama bu kabahatten kurtulmayı istemek, cezalandırılmaktan korkmak, yani manevi sorumluluk üstlenme bilincinden yoksun olmak psikolojisi okunuyordu her sözünde ve her davranışında. Aşağılık ve üstünlük komplekslerinin birbirine karıştığı, tipik bir otoriter kişilik örneği.
O çirkin hareketleri yapmış, büyük olasılıkla başka kadınlara da yapmış olabilir, iki kadının daha hakkında benzer şikâyette bulunduğunu biliyoruz, üstelik içki problemi olduğu da biliniyor, ama sanki onun gözünde, mesleğinde yükseldiği bu yerin, yıllarca çalışarak hak ettiğine inandığı bu başarının elinden alınmasını gerektirecek büyüklükte bir suç yok, işlediği suç ortadan kaybolsun, hiç olmamış gibi yok olsun istiyor. Elbette kimin doğru söylediğini yasal anlamda hiçbir zaman öğrenemeyebiliriz.
Öte yandan, bir zamanlar, Beyaz Saray’da cinsel ilişkiye girmesi ve bu konuda yalan söylemesi yüzünden Başkan Clinton’ı görevinden azlettirmek için kurulan hukuk ekibinde çalışmış olması, Brett Kavanaugh’un hayatında herhalde bir “ilahi adalet” örneği olarak yer edecek.
Olayın Cunhuriyetçi ve Demokrat partiler arasında bir politik savaşa dönüştüğü iddiası da doğru. Başkan Trump’ın yalanlarla inşa edilmiş iktidarında, Amerika gibi bu derecede ikiye bölünmüş, kutuplaşmış bir toplumda, yalanla gerçeğin bu kadar birbirine karıştığı bir ortamda, böyle bir olayın politik mücadeleye dönüşmemesi beklenemezdi zaten.
Ama burada, bana kalırsa, politik çatışmanın ötesinde, çok daha önemli bir çatışma vardı. Kadınlara yönelik giderek artan şiddet, tecavüz, taciz, aşağılama ve kadınların uğradığı saldırıları küçümseme, cezasız bırakma kültürü ile, bu kültüre artık bir son vermeliyiz diyen ve giderek bir dalga hâlinde yükselmeye başlayan vicdan muhalefeti arasında, çok daha derin bir çatışma görüyorum bu olayın kökeninde.
Hollywood yıldızlarının cinsel tacize karşı yaygınlaştırdığı “Me Too” hareketinin bile birçok yerde küçümsenmeye çalışıldığı bir aşamada, bir cinsel saldırı olayının ülkede bu kadar üst düzeyde, iktidar kurumlarının tam yüreğinde gündeme gelmesi, sanıyorum bir dönüm noktasına işaret ediyor.
Bunun gerçek bir demokrasi mücadelesi olduğundan emin değilim, sahici bir kadın hakları mücadelesi olup olmadığını da bilemiyorum. Sadece, öyle bir gizil güç barındırdığını düşünüyorum. Ayrıca bütün dünya açısından, bizler için de, önemli bir mücadele olduğu kanısındayım.
Toplumlarda yerleşmiş kültür ve tavır kalıplarının, hukukla ve yasal reformla mı, yoksa bu tür önemli sembolik olayların yarattığı zihinsel şoklar ve sorgulamalarla mı değiştiği çok tartışılan bir konu. Ben ikincinin, yani yaşanmışlığın daha önemli olduğu kanısındayım, ama hukuk reformunu da asla küçümsemiyorum.
Yaşanmışlık açısından bu olayın hayatî birkaç uzantısı var galiba.
Amerikan demokrasisi son dönemlerde çok ağır yaralar alsa da, hukuk devleti kurumlarının ve anayasal süreçlerin hâlâ sapasağlam ayakta durduğunu göstermesi bakımından örnek bir olay. Benzer bir soruşturmanın Türkiye dâhil bazı ülkelerde yapılabileceğini hayal etmek bile güç.
Şeffaflık ne kadar zor bir hedef olsa da, bu soruşturmanın, Meclis kameralarından açıkça bütün dünyaya yayınlanması bile önemli bir şey bence. Topluma tartışma imkânı veren, tavırlarını yeniden gözden geçirme fırsatı tanıyan, demokratik açıdan halka olgunlaşma imkânı sağlayan bir süreç. Kemikleşmiş tavırlar belki gene değişmeyecek, ama olayın kamu vicdanında tartılması önemli.
Burada cezai bir soruşturma yoktu, nihai bir karar verilmeyecekti, sadece bir kişinin belli bir göreve layık olup olmadığına dair olabildiğince bilgi edinip, demokratik bir oylama yapılması söz konusuydu. Son anda talep edilen ve aceleye getirilen FBI soruşturması hiçbir şeyi ortaya çıkarmadı, birçok tanığın ifadesine başvurulmadı. Kimileri FBI raporundan memnun, kimileri de eksik, hatta tamamen göstermelik olduğunu iddia ediyor.
Süreç mükemmel değil. Hatalar yapılabiliyor. Meclisin ve Anayasa Mahkemesi'nin önünde gösteriler düzenlendi, Demokrat senatörlerin çoğu olayı Meclis tarihindeki en utanç verici örnek olarak nitelediler. Ama asıl önemli olan, bir kez daha görüyoruz ki, demokrasinin yaşaması ve gelişmesi için, açıkça tartışmak, konuşmak, farklı görüşleri usulünce paylaşmak gerekiyor. Daha da önemlisi, demokrasinin çok özel bir iş birliği pratiği ve bir öğrenme süreci olduğunu daha iyi anlıyoruz.
Olayın ortaya çıkarttığı asıl gerçek ise, kadınların aşağılandığı, önemsiz sayıldığı, küçümsendiği bir kültürde, toplumun nasıl zehirlendiği ve demokrasinin sağlıklı olamayacağı. Ne yazık ki, başta Amerika olmak üzere, dünyanın birçok ülkesinde, Türkiye de bunların arasında, söz konusu zehirli kültür egemen.
Amerika’daki bu son Kavanaugh olayı patlak verdiği zaman, bu zehirli, kadın karşıtı kültür iktidarına yönelik sert bir mücadele sürdüren Amerikalı feminist, aktivist avukat Catharine MacKinnon’ın bazı görüşleri aklıma geldi.
MacKinnon, ABD’nin Ortadoğu’daki savaşlarını onaylayan, İsrail ordusu hakkında yanılgıya düşerek olumlu şeyler yazmış olan, tartışmalı bir feminist, ama “kadınlar için dünyayı değiştirmek” dediği mücadelede hayli isabetli saptamaları var.
Pornografinin koşulsuz egemenliği yüzünden zihinlerin tamamen çarpıtıldığı bir kültürde, cinselliği şiddet ve işkence olarak algılamaya başladığımızı, kaba gücün birçok insana cazibe olarak göründüğünü, istismar ve zorbalığın doğal karşılanır olduğunu ileri sürüyor, ki haksız sayılmaz.
2017 yılında yayımlanan Kelebek Politikaları adlı kitabında savunduğu görüş, gene tartışmalı ama ilginç. Tek başına bir kişi, ataerkillik gibi kocaman bir şeyi değiştirmek için ne yapabilir, diye sorduktan sonra, dominoların peş peşe yıkılması örneğine değiniyor, birçok benzer mecaza başvuruyor, sonunda kaos teorisinde karar kılıyor. Bir kelebeğin ufacık kanat çırpışının, dünyanın öbür ucunda bir kasırga kopartabileceği örneğine değiniyor. “Kelebek Politikaları” dediği mücadele tanımı bu. Ne kadar doğru, ondan da emin değilim, ama Kavanaugh olayında, mağdur olarak ortaya çıkan Christine Blasey Ford’un gösterdiği cesaret ve attığı adım, belki gelecekte bir kelebeğin kanat çırpması olarak görülecek. Umarım öyle olur.
Ataerkilliğin ve erkek egemen kültürün doğallaşması konusunda, MacKinnon çok daha önemli ve bu sefer somut bir örneği de tartışıyor kitabında.
Amerikalıların Abu Ghraib hapishanesindeki tutuklulara işkence yapılmasını bir dönem neredeyse normal karşılar hâle gelmelerine, ama toplumda ve dünyada büyük tartışmalara, protestolara da yol açmasına değinerek, ataerkil sistemin kadınlara, seks kölelerine, çocuk yaşta kızlara uyguladığı sistematik işkencenin çok daha normal karşılanır olduğuna ve aynı ölçüde protesto ve tepki çekmediğine işaret ediyor.
Yani burada iki ayrı tür işkence söz konusu, ama sadece tutuklulara yapılan muamelenin işkence olduğu kabul ediliyor (normal karşılansa bile), kadınlara yapılan çok daha yaygın işkence, hiçbir şekilde işkence olarak tanınmıyor.
Bugün dünyanın her yerinde kadınlara karşı artarak süren şiddet, erkeklere yapılıyor olsaydı, bütün dünya ayağa kalkardı diye tanımlamış bu tavır farkını. Elbette, cinsel şiddetten ve tacizden birçok erkek de payını alıyor, ama kadınların durumu çok daha vahim ve özellikle pornografi sanayinin etkisiyle, tamamen göz ardı edilebiliyor.
Yargıç Kavanaugh, bu örneklerdeki kadar ciddi cinsel saldırı faili olmasa bile, gençliğinden beri aşırı içki içmek ve kadınları taciz etmek gibi davranışları olduğundan şüphe edildiğine göre, bu nitelikte bir kişinin, üstelik Cumhuriyetçiler tarafından gelmiş geçmiş en iyi hukukçu diye övülerek taltif edilmesi, hem Amerika’da hem de dünyada kadın düşmanı bir kültürün hâlen iktidarda olduğunu bana bir kez daha hatırlattı.
Anglosakson dünyasında bu tavra “zehirli erkeklik” deniliyor şimdilerde.
Buna bir de, işkence mecazından ilerlemeye devam ederek, “cezasızlık kültürü” diye bir alt başlık ekleyebiliriz. Bir zamanlar, Türkiye de dâhil, politik açıdan büyük çatışmalara sahne olan ülkelerde tutuklulara işkence yapmak, olağan bir uygulamaydı ve cezasızlık kültürü tamamen egemendi. Büyük mücadeleler sonucu, işkence artık en azından kabul edilemez bir uygulama olarak görülüyor.
Kadınlara yapılan saldırılar, kadınlara işkence yapmak ve taciz etmek ise, henüz bu aşamada kamu vicdanında isyana yol açmaya yeni başladı. Mahkemelerde tecavüze ve benzer suçlara cezalar veriliyor, ama birçok vakada ya ceza indirimli ya da “kendi istemiştir, aranmıştır” bakışıyla şikâyetçi kadınların ifadelerine inanılmıyor, inandırıcı bulunmayabiliyor.
MacKinnon’ın bir ifadesi bunu çok iyi özetliyor. Dünyada güç ve iktidar sahibi olanlar, bir şeyi yeterince önemli ve ciddi bir tehdit olarak algıladıkları zaman, mutlaka bir çaresini bulmaya çalışıyorlar. Ama kadınlara yönelik yaygın, sistematik, normalleştirilmiş şiddet konusunda en ufak bir şey yapmaya yanaşmıyorlar.
Öte yandan, bu yıl Nobel Barış Ödülü’nü paylaşan iki kişinin, bizzat kendileri yaşadıkları için karşısına dikilip mücadele ettikleri olgu, yani kadınlara tecavüzün bugün dünyada en yaygın savaş yöntemi olarak kullanılıyor olması ise, henüz ucundan bile tutamadığımız, bambaşka bir vahim sorun.
İnsanlık nereye gidiyor sorusu, böyle durumlarda akla geliyor. Bugün hemen her yerde iktidarda olan zehirli erkeklik kültürü, tıpkı terör ve işkence gibi, demokrasileri aşındırmaya devam edecek gibi görünüyor maalesef.
Dünyanın sağlığını iklim değişikliğinden bile daha fazla tehdit eden bu sorunun, Amerikan Meclisi’nde ufak ama çok dramatik bir örneğini izlerken, ister istemez bunları düşündüm.