Sırma Köksal, Birgül Oğuz ve Çimen Günay-Erkol, İlhami Algör'ün kadın karakterlerine dair Mesut Varlık'ın sorduğu soruları cevaplıyorlar.
13 Ocak 2022 21:00
Merhaba,
Bir süredir İlhami Algör’ün Hisli Kirpi’si üzerine bir yazı yazmanın sancılarını yaşıyorum. Ve fakat dönüp dolaşıp bazı noktalarda boşa düştüğümü hissediyorum, emin olamıyorum. En köklü sorularımdan biri de Algör’ün metinlerindeki (Hisli Kirpi öncelikli, Müzeyyen, Nezahat ve diğerleri özgür seçenekler) kadın karakterlerin yazar kadınlar tarafından nasıl algılandığı yönünde.
Hisli Kirpi’de ana/anlatıcı karakterimiz sanki bu kez tamamen kurmaca bir kadın karakterle sohbet kurmaktadır. Belli ki orta yaşı hafiften geçmiş, yoksulluk sınırlarında gezinen, konaklama konusunda göçebe bir yaşama yakın durduğunu anladığımız, yaşamaya, hayattan zevk almaya, günün kıymetini bilmeye özen gösteren, rutinlerin hayatla ilişkide tuttuğu bir erkek vardır karşımızda ve bu adamın hayalî bir(kaç) kadınla ilgili kurmaca ilişkisine tanıklık ederiz.
Algör’ün önceki metinlerini düşününce, (İkircikli Biricik, Müzeyyen, Nezahat, Kalfa ile Kıralıça... [soruma bilinçli olarak Ma Sekerdo Kardaş? veya Karabakal Ötüyor’u dahil etmiyorum; kurmaca çerçevesinde, sadece yazarın bize kurmaca olarak sundukları çerçevesinde kalalım diye]) ana karakterin hayatındaki kadın karakterin giderek daha muhayyel, daha bir-gün-gelmesi-beklenir olmaktan çıkıp gelecekse-böyle-gelsin raddesine vardığı kanaati gelişti bende. Sanki bu bağlam içerisinde artık kadın-erkek-cinsiyet meselesinin dışına bir burun çıkarıp, daha insan-oluş haline yaklaşıyoruz hissindeyim. Hisli Kirpi’nin ana karakteri bir kadın da, bir lezbiyen de, bir gay de... olabilirdi.
Soruyu şöyle formüle etmeye çalışayım:
Hisli Kirpi’den sonra, İlhami Algör literatüründeki kadın karakterleri incelediğinizde nasıl bir tabloyla karşılaşıyorsunuz?
Geniş ve büyük bir soru oldu.
Yazarın literatürü açısından bakınca kadın(a) yaklaşımında bir değişim gözlemliyor musunuz?
Evetse, nasıl? Hayırsa, sizce neden?
Tabii, bu “kadın”ın içerisinde sevgili de var, sevgili hayali de var, karşı komşu kadın da var, anne de var, cenazeye gelen teyze de var, vs... Fakat genel olarak “mesele nedir?”i aktarabildiğimi ümit ediyorum.
Ne yapsam soru geniş ve büyük kalıyor sanki. (Algör’le ilgili soruları da ancak onun üslubuna yaklaşarak mı sorabiliyoruz acaba?) Ne yapayım, “soruşturma” denen meret de zaten bunun için icat edilmemiş mi?
Kabul eder de bu soruşturmaya katılırsanız çok memnun ve mesut olurum :)
Herhangi bir kelime-vuruş sınırınız yoktur. Bir cümle cevap da, on sayfa cevap da kabuldür. Bir son tarih koymak gerekirse, önümüzdeki pazar gecesi güzel olur sanki...
Haberleşmek ümidiyle, sevgi ve selametle,
Mesut
İlhami Algör. Fotoğraf: Başar Başarır
İki ay kadar önce, yani artık geçen sene, bu mektubu İlhami Algör okurluğuna ve yazarlığına güvendiğim, tanıdığım üç kadın yazara gönderdim. İçinde kıvrandığım sorulara cevaplar bulayım diye gönderdiğim mektuba öyle yanıtlar geldi ki, iki aydır, bu kez de onların içinden nasıl çıkabileceğimi düşünüyorum. Nihayet böyle olmayacağına kanaat getirdim ve yanıtları önceden sunmaya karar verdim.
Sırma Köksal, Birgül Oğuz ve Çimen Günay-Erkol’un yanıtlarını aşağıda sırasıyla paylaşacağım. Benim o gepgeniş soru(ları)ma her birinin kendi perspektifinden öne çıkardığı yönleri, İlhami Algör külliyatı içinde tek tek odaklanılması gereken veçheler. Kendi sözümü, söz verdiğim kapsamlı bir yazıya saklayarak bu üç değerli ismin yanıtlarını sizlerle –geciktirmeden– paylaşmak isterim, buyursunlar...
Ben izninizle, İlhami Algör külliyatını yeniden okumak ve hakkında yeniden düşünmek için huzurlarınızdan ayrılıyorum.
Çocukluk herkesin anayurdudur ama çoğu zaman geriye itilmiş, bugün etkin olarak kullanılmayan, belki de yarım yamalak öğrenilmiş olan bir ilk dil gibi –herkesin öğrendiği ilk dil anadili olmayabilir, bu nedenle ilk dil tanımını kullanıyorum– imgelerin ardında örtük kalır. Kişinin kuytularını kendisinin bile belli belirsiz çözebildiği, dönüp dolaşıp uğradığı bir vatandır çocukluk. Çocukluğun, bu artık dönülmez olan ama gölgesi sürekli bugüne düşen ve günün içinden imgeleriyle baş gösteren bu yitik vatanın İlhami Algör’ün tüm edebiyatında çok etkili olduğunu düşünürüm hep. Tezer Özlü gibi doğrudan çocukluğunu anlatmaz ama eninde sonunda oraya uğrar, fazla duraklamadan bugüne gelir yeniden. Ancak yine de altta süren o zaman hep kendini hissettirir. Kadınlarına seçtiği isimler bile, Müzeyyen, Nezahat, Nezihe, hep kendi çocukluğuna denk gelen yıllarda, bir çocuğun teyzelerde, büyükçe ablalarda duyacağı isimlerdir; belki de son demlerini yaşıyordur artık bu isimler. Günümüzde bir gencin teyzesinde bile bu isimlere rastlaması pek zor.
Ancak herkes gibi zorunlu bir sürgünle koparıldığı bu vatan, çocukluk, nostaljik bir güzelleme değildir. Yasaklanmış ve çocuklara aktarılmamış bir dil, yoksulluk, göçler, o zamanın temizliğini lekeler. Dolayısıyla çocukluk bir güzelleme değil, iyisi ve kötüsüyle bir eski vatan, bugünkü insanı yoğurmuş bir dünyadır; ama artık yoktur. Bu İlhami Algör edebiyatında hep ikircikli olan birinci tekil şahsın en temel özelliklerinden biridir. Geçici olduğu yerlerde bile günü sonsuza dek orada kalacakmışçasına tekrarlarla kurup yaşayan “ben”i hep yurtsuz bir gidicidir aslında.
İlhami Algör’ün kadın kahramanlarına da buradan bakmak gerekir kanımca. Yokturlar. Daha doğrusu, yokluklarıyla vardırlar. Bir tahayyül oldukları için de sürekli yazar tarafından kurulmaları gerekir. Özellikle Hisli Kirpi’de Nezihe’yi tedirginlikle anlamaya, çözmeye çalışır Algör; çünkü ancak o zaman var olabilecek, dile gelebilir bir öyküsü olduğunda dilsiz bir karenin içindeki figür olmaktan çıkacaktır. Ancak öykülerin dile gelmeleriyle büyü bozulmaya yüz tutar. İmkânsızlık ortaya saçılır. Figürün olağanüstü çekiciliği hep bir öyküyü mümkün kılmasıdır. Öykü kuruldukça tahayyül imkânsızlaşır, karaktere doğru yol almaya başlar ki, kırılma noktasıdır bu da. Dünyevi olanı sürdürürken, sözgelimi evi süpürürken de, kediye bakarken de hep aslında mesafeyle dahil olunan bir dünya vardır Algör’ün edebiyatında. Ancak bu güncelin gözlenmesine ve güncel olandan yara alınmasına kapalı bir mesafe değildir; kıyıya vuran göçmen cesetleri gözden kaçırılmaz sözgelimi.
Mizahla üstesinden gelinmeye çalışılan bir yalnızlıktır temel duygu ve tahayyül edilen kadın bu yalnızlığın içindeki bir öteki ses olarak aranır. Ancak kendi sesinin yankısı değildir beklenen. Diğeri olan bir öteki ses ama kendi sesine ses verecek bir öteki ses. Ancak olası öyküsü mümkün olanlara kapı aralayan figür, diğerine dönüştükçe –ki öyküleştikçe kaçınılmazdır bu– imkânlılığını yitirir, mesafe kazanır. Biraz da böylesi bir dünyada uzak tutulmaya çalışılan ve başka bir dünyanın gölgesine sığınmaya yarayacak bir tahayyül –yavruağzı drapeli elbisesiyle Nezihe, mümkünse Farah topuzuyla– şimdiki zamandan kopup gitmeyecektir. Şimdiki zaman ise ikircikli bir yurtsuzluktur zaten.
Söyleyeceklerim Hisli Kirpi üzerine. Zihnimde en tazesi o. Gerçi İlhami Algör’ün diğer metinlerindeki anlatıcı erkek şahıslara ve anlatılan, zaman zaman diyalog da kurulan kadınlara da değebilir söylediklerim, ama sınırı Hisli Kirpi’yle çizmeyi uygun buluyorum.
Türkçe edebiyatta, erkek yazısında güçlü, sıcak bir damar var gibi gelir bana; bu anlatılarda anlatan şahıs erkektir, heteroseksüeldir; ama illa cinsiyetçi, dayatmacı (heteronormatif) bir anlatıcı ses değildir bu; hatta güçten utanır, zaman zaman son derece kırılgandır; patriyarkinin ve kapitalizmin başka kırılganlarıyla (hayvan, çocuk, kadın, yoksul, yaşlı, hasta, vs.) arasında bir bağ da vardır; yani onları görmezden gelmez, onlar için duygulanır. Ama erkekliğiyle ilgili bir kriz yaşıyorsa bile bunun nedeni heteronormativite değildir; yoksulluk olabilir mesela bunun nedeni, işkence görmüşlük olabilir, yerleşik düzende güvenlik içinde yaşayamamak olabilir… Ne bileyim, kısa boylu, topal ya da kekeme olmak olabilir, ama mesele erkeklik sözleşmesinin dışına çıkmak (ya da dışına atılmış olmak) değildir. Dolayısıyla erkeğin eksik ve muhtaç, kadının tamamlanmış ve cömert; erkeğin çocuksu ve düşkün, kadının yetişkin ve güçlü; erkeğin sakar ve mahcup, kadının bağışlayıcı ve ahlaken üstün olduğu, çift kutuplu bir erkek ruhsallığına, bir duygulanma rejimine yerleşip oradan konuşabilir o erkek anlatıcı ses, bu arada orada rahat da edebilir. Kaldı ki neden etmesin; bunu içtenlikle söylüyorum.
Hisli Kirpi’nin anlatıcı sesi benim gözümde tam anlamıyla erkektir ve heteroseksüeldir (soruşturma metninde bu sesin kadın, gay, lezbiyen de olabileceğine dair bir sav vardı, bunu özellikle bu sava karşılık olarak söylüyorum). Ayrıca Hisli Kirpi’nin yukarıda sözünü ettiğim güçlü damardan beslendiğini ve o damarı iyi bir yönde beslediğini düşünüyorum.
Aslında Orhan Koçak, Turgut Uyar’ın şiiri üzerine Yücel Göktürk’le yaptığı uzun söyleşide (Turgut Uyar ve Başka Şeyler: A’dan Z’ye Bir Konuşma, Metis Yayınları, 2016) burada bir araba laf ederek söylemeye çalıştığım şeyi çok güzel özetliyor. Yücel Göktürk’ün sorusu da çok manidar geliyor bana, o yüzden soruyu da alıntılıyorum:
“YG: (Turgut Uyar’ın) Şiirlerinde ve yazılarında sözünü ettiği için babası hakkında bazı şeyler biliniyor; ama annesinden hiç bahis yok. Annesine, annesiyle ilişkisine dair bilinen ne var elimizde? Bir de tabii 'anneler kaçar gibidir'deki (Divan, 1970) bu dizeleri nasıl yorumlamalı?
OK: Bu soru Turgut’un –ve şiirinin– bir sınırına, gelip dayandığı ama ötesini göremediği bir 'limit'e işaret ediyor. Şöyle diyebilirim: Turgut’ta –ama sadece onda mı; Nâzım Hikmet’te, “erkek şairlerin” hemen hepsinde– erkek eksiklik, kadın tamamlanmışlıktır. Dolayısıyla erkeğin bir macerası –'bütünlenme' macerası– vardır; kadın bu maceranın arka planı, zemini ya da daha kötüsü, seyircisidir. Erkek arayışsa, kadın –en iyi ihtimalle– bekleyiştir (…) Turgut eğer Lacan’ın 'kadın erkeğin semptomudur' lafını duymuş olsaydı, evet, kaşlarını kaldırırdı, ama bu cümlenin kapkara bir maço, kadın düşmanı mesaj içermediğini de hissederdi bence." (s. 12-13)
Bence Lacan’ı da aralarına alıp Turgut Uyar’ı çok iyi anlatmışlar. Aslında bu soruşturma soruları kadın yazarlara değil, erkek yazarlara gitseydi, Hisli Kirpi’deki Nezihe’nin kendilerine nasıl göründüğünü erkek yazarlar tartışsaydı, çok daha ilginç olabilirdi; hiç değilse benim için kesinlikle öyle olurdu. Çünkü ben Hisli Kirpi’de kadın göremiyorum; erkeğin semptomunu, eksiğini, yalnızlığını, sızlanmalarını, tahayyül gücünü, sevmek vaadini, arzusunu görüyorum. Temsil edilmiş bir erkeklik görüyorum (çok da hoşuma giden bir erkeklik bu; sesini, edasını, sözcük ve duygu haznesini seviyorum, anlatı dünyasındaki her şeye sevmek iradesiyle yaklaşmasını seviyorum); ama temsil edilmiş bir kadınlık göremiyorum.
Bu yüzden görebildiğim ve duyabildiğim tek şeyden, anlatan erkekten ve onun ses tonundan söz etmeye devam edeyim: Çok zeki ve latif, hür bir ses bu; yani çok güçlü, ama otoriter değil. Kırılgan ve sokulgan ama yenik değil, çünkü kırılgan ve sokulgan olabilmek için yenik olması gerekmiyor, baştan çıkarıcılığı da bundan. Yazısının sınırlarını, “ötesini göremediği ‘limit’i” iyi biliyor (o limit Nezihe’yle temsil olunur bir bakıma, ama sadece Nezihe’yle değil) ve sanatının yönünü bu limite, bu limiti aşmaya ayarlıyor. Hep ufka doğru bir yöneliş bu, tamamlanamaz olana, tanımlanamaz olana bir yöneliş, elbette metnin tamamlanamazlığını da üstlenen bir “yazış” (Şimdi düşünüyorum da, Kalfa ile Kıralıça herhalde biraz da bu yüzden büyülemişti beni). Bu ufka asla varılamayacak olması yazarın beceriksizliğinden değil, dürüstlüğünden kaynaklanıyor. Tabii yazarın estetik tercihlerinin ne kadar tümgüçlü olduğunu da görmezden gelmiyorum. Anlatıcı sesten yazara geçmiş gibi oldum, ama biraz geçebilirim bence: İlhami Algör’ün güçlü bir sanatsal dürüstlükten söz alan, gözünü asla varılamayacak ufka dikmiş bir yazar olduğunu düşünmüşümdür hep.
Bir kadının edebiyattaki temsilinin bir siluetten, başlayamayan, çünkü nasıl anlatılacağı bilinemeyen bir hikâyeden, yani boşlukta yansıtmalarla dolu parçalı bir sessizlikten öteye geçememesi okur olarak alışkın olduğum bir durum. Ama bu öteye geçemeyişin, yani bu limitin ayan beyan gösterilmesi, hatta sorunun ta kendisi olması, üzerine de bunca ışık düşmesi şahsen çok hoşuma gidiyor. Ne diyordu Nezihe Hanım, Kirpi Saçlı Adam’a? “Vasfettiğiniz kadın değilim!”
İlhami Algör’ü Müzeyyen’i, Nezahat’i, Kralıça’sıyla ilişkilerdeki ve hayattaki dikenli soruların üzerine gitmeyi bilen bir yazar olarak tanırım; İkircikli Biricik ve Hisli Kirpi’yi de çok severek okudum, hatta İkircikli Biricik’i derslerimde okuttum ve öğrencilerimle tartıştık… Bir öğrencim, –adını hatırlayamıyorum, beni affetsin– Algör’ün romanını okuduktan sonra, “Hani bazen herkes susar, bir sessizlik olur ve saatin tik taklarını duyarsınız ya, bu roman da ancak sessizlikte duyulan o tik taklar gibi” gibi bir yorum yapmıştı da, ben de “sayfalarca yazsak bu kadar iyi özetlenemezdi” diye düşünmüştüm. Onu anlayan ve takdir eden bir okur kitlesine sahip olduğunu düşünüyorum.
Ben Hisli Kirpi’yi İlhami Algör’ün edebiyatında bir dönüm noktası olarak değerlendirmedim; kadın karakterlerin ele alınışı açısından bir dönüm noktası görüntüsü oluşmadı benim zihnimde. Belki önceki romanların çizdiği yolu çok tekdüze bir yol gibi görmediğim içindir; yol öyle tekdüze olmayınca duraklar ve kavşaklar da çok belirgin olmuyor haliyle. Algör’ün edebiyatı duran, soluklanan, derinleşen, geçmişe gidip tarihsizleşen anların içine sıkışan, sonra oradan hatıralarla dönen, geçmişi bugüne ekleyen, içimize ağrı sokan, bizi de içimize döndüren bir edebiyat. Her ne kadar anlamak-anlaşılmak sorunsalı gibi, yalnızlık ve arayış gibi, şehir hayatı ve kırık kalpler gibi kimi ortak temaları olsa da, bu romanların her biri okurları farklı yerlere savuruyor. Yine de isimlerden gidersek, Müzeyyen, Nezahat ve Kralıça’dan sonra romanların adında görünmüyor kadınlar; belki bu muzip bir işarettir.
Algör’ün romanlarında kadın karakterleri erkeğin arayışıyla, hesaplaşmalarıyla buluyoruz, iç sesleri takip ederek… Henüz anlatıcı sesi tamamen bir kadına verdiği bir yapıtı –bildiğim kadarıyla– yok. Ancak anlatıcılar, kendi gerçekliklerine de eleştirel bir gözle, dışarıdan bakmaya çalışan erkekler. “Kral çıplak” masalındaki çocuk misali, spontane bir şekilde, kendiliğinden söyleyiveriyorlar bazı şeyleri. Oğlumdan ödünç aldığım bir kavramla, “yan yorumcu” hali diyebiliriz bu anlatıcı sesin hallerine (maç anlatan spikerlerin sözünü kesip veya tamamlayıp konuşanlara “yan yorumcu” diyor oğlum). Anlatıcılar sürüp giden hayatların hem spikeri hem “yan yorumcusu” olunca farklı bir durum oluşuyor: Bir yandan anlatıcının erkek olması anlatıyı örgütlüyor ve sınırlıyor diye düşünüyorum; ama öte yandan, bu “yan yorumculuk” müessesesi nedeniyle, burada ötekini anlamak için bir alan açıldığını görebiliyorum.
Algör’ün son romanı olan Hisli Kirpi’deki Nezihe örneğin, bu eleştirel bakışın imkânlarını çoğaltan bir kadın karakter; erkeğin bakışını oluşturuyor, oluşturduğu ölçüde kendisini görünür kılıyor, toplumsallaşıyor, failleşiyor. Dünyayı Nezihe’nin gözünden görmeye çalışan erkek anlatıcı, kendi toplumsal konumundan yola çıksa da, karşısındakini anlayabilmek için onun içine yerleşmeye çalışıyor. Kendinden bağımsızlaşabilmeyi, karşıdakinin içine yerleşebilmeyi bir tür nesnellik zemini olarak kullanıyor Algör. Böylece erkekliğin arka odaları hakkında da konuşulabilen bir alan açılmış oluyor. Nesnellik fikrini güçlendirmeyi denediği her anda yazarın kırılma noktaları yarattığını söylemek mümkün bence. Yani, yapıtlarını tarihsel olarak sıralayıp birinden ötekine ilerleyerek baktığımda Algör’ün kadınlara bakışıyla ilgili makro bir kırılma noktası gördüğümü söyleyemem; ama her yapıtında, ötekini anlama problemi çerçevesinde, bu kırılma noktalarının zaten olduğunu söyleyebilirim. Bazen insan cevabını bilmediği soruları tekrar ede ede ilerler; Algör de okurlarını sormaya davet ediyor.
•