İnsan hakları deyince akan sular durmalı mı?

"İnsan hakları söylemi kuşkusuz sadece insani dış politika ve insani müdahalecilikle ilişkisi çerçevesinde mahkûm edilemez, ancak bu çerçevede hayata geçirilen siyasetler başta olmak üzere, aynı çerçevede dolaşıma giren devlet dışı sivil toplum kuruluşlarının bu süreçler çerçevesinde siyasal araçlara dönüşmesi bir bütün olarak ‘insancıl siyaset’ (humanitarianist politics) iddiasını itibarsızlaştırdı."

15 Temmuz 2021 13:00

‘İnsan hakları’ görece yeni ve genellikle olumlu anlam yüklenen bir kavram. İlk bakışta karşı çıkılacak gibi değil, insanlık için basbayağı kazanım. Özellikle de bizim gibi hak, hukuk arayışlarının karşılık bulmasının zor olduğu ülkelerde insan hakları kavramının sorgulamaya açılması otoriter siyaset anlayışlarının önünü açar diye korkmamak mümkün değil. Diğer taraftan, her tür hak ve özgürlük arayışları adına dolaşıma giren kavram ve iddialara toz kondurmama tavrının beklediğimiz sonuçları vermediği ortada. Dahası, sorgulamasını yapmaktan kaçındığımız her kavram, barındırdığı çelişkiler üzerinden tepkisel yaklaşımları pekiştiriyor.

’70’li yıllardan itibaren dolaşıma giren insan hakları kavram ve siyasetleri özellikle Soğuk Savaş döneminin bitişi ve tarihin ve ideolojilerin sonunun ilanı çerçevesinde apolitik bir kavram olarak öne çıktı. Tarihin ve ideolojilerin sonunun geldiğini ilan eden anlayışa göre ulus-devletlerin yerini küreselleşme, siyasetin yerini ekonomi ve başta ‘insan hakları’ olmak üzere hukuki kavramlar alacaktı.

’90’lı yılların sonuna doğru piyasa ekonomisinin başarı örneği sayılan Güney Asya ekonomilerinin krize girmesi, küresel çapta eşitsiz gelişme sonucu yaşanan açlık, sefaletin devamı ve yoksul dünyadan zengin dünyaya artan göç hareketleri ve en son pandemi sürecinde devletlerin ekonomiye müdahelesi siyasetine geri dönüş, küresel piyasa ekonomisinin vaat ettiklerini boşa çıkardı. 11 Eylül ile tarihin bitmediği, önce radikal İslam tehdidi tanımı çerçevesinde, sonra yeni milliyetçi popülizmlerin yükselişiyle ideolojilerin sonunun tam da gelmemiş olduğu anlaşıldı. Bu küresel tablo içinde küresel refahı sağlayacak bir ekonomi, ulus-devletler üstü hukuk anlayışını yüklenecek bir yönetişim biçimi, klasik siyasi aktörlerin yerini alacak yeni toplumsal hareketler ve bunları kucaklayacak bir ‘küresel sivil toplum’ oluşamadı. Modern tarihin sorunlarının kaynağının kapitalizm olduğunu düşünenler açısından bu tablo zaten post-kapitalizmin yeni meşruiyet söyleminden başka bir şey değildi. Dahası, ’90’lı yıllarda NATO’nun Balkanlar’a askerî müdahaleyi ‘insani müdahale’ çerçevesinde tanımlaması, insan hakları kavramının emperyalizmin yeni müdahale aracı haline geldiği tartışmasına yol açtı. New Left Review’ın Mart-Nisan 1999 sayısının ‘İnsan Hakları Emperyalizmi’ (‘The Imperialism of Human Rights’) başlığını taşıması bu tartışmanın yansımalarından biriydi. Ancak yeni toplumsal hareketler, sivil toplum, insan hakları gibi aynı temelden hareket eden kavramlar liberal sol söylemler çerçevesinde pek itibar kaybetmedi. Bunun en önemli nedeni, bu kavramlar çerçevesinde tanımlanan arayışların Batı dışı toplumlarda mevcut otoriter rejimlere karşı mücadelenin en etkin araçları olarak görülmesiydi. Ancak pek çok durumda ‘insan hakları emperyalizmi’ milliyetçi, popülist, otoriter rejimlerin hak ve özgürlük arayışlarını baskılamasının aracı haline geldi. Buna karşılık ‘insan hakları’ kavramını sorgulama dışı bırakma çabası da sol-liberal ve demokrat söylemlerin beklenmedik noktalara savrulmasına ve hırpalanmasına neden oldu. Bu savrulmaların en çarpıcı örneklerinden biri Doğu Avrupa’da yaşanan değişim rüzgârı çerçevesinde öne çıkan sivil toplum ve demokrasi kavramlarının ve kahramanlarının serüveni oldu. Çekoslovakya’nın dönüşümünün mimarı sayılan ünlü oyun yazarı Havel’in, Bush’un yine insani müdahale olarak meşrulaştırdığı Irak işgaline destek verme noktasına savruluşunu sadece kişisel bir örnek olarak göremeyiz. Nitekim bu konuda Havel tek örnek olmadığı gibi, insani müdahale konusu Batılı sol entelektüeller arasında derin yarılmalara yol açmıştır.

‘İnsani müdahale’ için askerî operasyonlar yapmak başlı başına bir tartışma konusu denebilir; ancak insani müdahale (Humanitarian Intervention) ve/veya koruma hakkı (Responsibility to Protect/R2P) kavram ve uygulamaları ve dahası ‘uluslararası yardım’, insan haklarının taşıyıcısı olarak ‘devlet dışı aktörler’ (NCO) konusu ve tartışmaları ‘insan hakları’ söylem ve siyasetinin açılımları olmuştur. Dahası, ‘insan hakları’ söylemi kavramsal açıdan da sorgulamaya muhtaçtır. Bir yandan bu sorgulamadan kaçınmak, diğer yandan bu kavramı tarihsel ve siyasal çerçevesi dışında değerlendirmek zannedilenin aksine otoriter, milliyetçi, popülist siyasetleri güçlendirir, güçlendiriyor. Zira insan hakları söylemi mevcut haliyle kavramsal, tarihsel ve siyasal bagajı üzerinden iyi niyetli çabaları boşa çıkarmaya mahkûmdur.

O halde K24’ün formatına uygun biçimde birkaç kitap tanıtımı/eleştirisi çerçevesinde insan hakları tartışmasına kısaca göz atalım. Samuel Moyn, Son Ütopya (The Last Utopia, Harvard University Press, 2010) başlıklı kitabında ‘insan hakları’nın tarihçesini Magna Carta’ya kadar geri götürenlerin yanı sıra, daha yaygın anlayışın bu tarihi Amerikan ve Fransız devrimleri ile başlattığını hatırlatarak, aslında kavramın küresel çapta dolaşıma girmesinin ’70’li yıllar ile başladığını söylüyor. Nitekim Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi çerçevesinde, daha öncesine dayanan tarihlemeler liberal siyaset düşüncesinin bir özeti ve liberal hak ve özgürlükler kavramları üzerine tartışmaları kapsar mahiyettedir. Bu tartışma kısaca hak ve özgürlüklerin tanımı konusundaki temel fikir ayrılığı ekseninden hareket eder, klasik liberalizm hak ve özgürlükleri bireysel düzlemde ve müdahalesizlik çerçevesinde tanımlarken, klasik liberalizm eleştirileri toplumsal düzlem ve asgari de olsa ekonomik refah için müdahaleyi temel alır. Birincisi hukuki eşitliği yeterli görürken, ikincisi ekonomik eşitlik perspektifinden yalıtılmış hukuki ve siyasi eşitliğin anlamsız olduğunu iddia eder. Birincisi Aydınlanma devriminin siyasal açılımları olan özgürlük ve eşitlik kavramlarının birbiriyle ilişkisi çerçevesinde eşitliği özgürlük merkezli tanımlarken, ikincisi özgürlüğü eşitlik merkezli tanımlar. Birincisi ekonomik eşitlik için kamu (devlet) müdahalesinin bireysel özgürlük kavramını zedeleyeceğini iddia ederken, ikincisi özgürlük kavramının ekonomik eşitsizlik üzerine inşa edilmesinin bir kandırmaca olduğunu ileri sürer. Tabii kapitalist modern topluma ilişkin siyaset kuramları bu denli kaba tasniflerin ötesinde bir farklılıklar yelpazesi sunar. Bu yelpazenin bir ucunda devletin serbest piyasa ekonomisine mümkün olan en az müdahalesini savunan liberal yaklaşım, diğer ucunda ekonomik eşitliği esas alan radikal kapitalizm eleştirisi, ikisi arasında sosyal demokrasi ve refah devleti siyasetleri, göreceli hak ve özgürlük tanımları yaparlar. İkinci Dünya Savaşı sonrasında modern topluma ilişkin kuramsal siyaset tartışması iki ekonomik model, iki farklı ideoloji ve bunların temsilciliğine soyunan iki süper güç rekabeti çerçevesinde somutlaştı. Bu süreçte tabii ki siyasal kuram tartışmaları iki uçlu güç mücadelesinin sınırları dışında zenginleşti, ancak iki modern siyasal kavram olarak hak ve özgürlüklerin tartışmanın zeminini teşkil eden karşıtlıklar şunlardı: birey/toplum ve müdahalesizlik olarak özgürlük/özgürlüğe temel teşkil edecek kamusal müdahale.

Soğuk Savaşın sonlarına doğru kapitalist Batı bloğu ve klasik liberal düşünce hak ve özgürlük kavramlarını farklı bir zeminde tanımlamaya girişti. Bu çerçevede Moyn’un kitabında isabetli olarak altını çizdiği gibi, hak ve özgürlükler siyasal tartışmanın üzerinde ve dolayısı ile dışında kurgulanan ahlaki-hukuki bir tanım kazanmaya başladı. ‘İnsan hakları’ siyasetlerinin çıkış noktası bu tanımdır. İnsan hakları kavramı her şeyden önce devletler üstü bir hukuku hedefler. Bu önerme Birinci Dünya Savaşı sonrası kabul gören, ulusların kendi kaderini tayin hakkı kavramını geçersiz kılar. Doğrusu insan hakları kavramının çıkış noktası da budur, yani dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın tüm insanların temel haklarının teminat altına alınma girişimidir. Mevcut siyasal, ekonomik, kurumsal yapıları göz ardı etmenin izahı da ancak ahlaki bir zeminden hareket ederek mümkün olabilirdi. Dolayısıyla ‘insan hakları’nın temsilciliği veya taşıyıcılığı iddiası apolitik bir ahlaki üstünlük fikrine dayandırılır.

Nitekim İkinci Dünya Savaşı sonrası Batı Avrupa siyaseti büyük ölçüde Moyn’un işaret ettiği gibi (s. 78) Hıristiyan Demokrat Partiler ve onların Hıristiyan insani ahlak fikri çerçevesinde komünizmle mücadelesi zemininde şekillenmiştir. İnsan hakları kavramının tarihi açısından savaş sonrası Nazilerin soykırım suçlarının yargılanması önemli bir eşik sayılmasına karşın, Moyn’un vurguladığı gibi, aslında bu tarih tamamen anti-komünizm siyasetleri ile özdeşleşmişti. (s. 71) Moyn bu çerçevede Raymond Aron’un 1945’te ‘insan haklarının özgürlüklerin veya refahın eşit dağılımı ilkesinden tavize dayalı bir samimiyetsizlik içerdiği’ eleştirisine gönderme yapıyor. (s. 73) Diğer taraftan, savaş sonrasında insan hakları kavramının bireysel, hukuki özgürlüklerden ziyade sömürgelerin bağımsızlaşması fikri etrafında topluluk/ulus hakları olarak algılandığını hatırlatıyor. (s. 86) Birinci Dünya Savaşı ertesinde bir yandan Wilson, diğer taraftan Lenin tarafından tanımlanan ‘ulusların kaderlerini tayin hakkı’, Soğuk Savaş dönemi boyunca, bağımsızlığına kavuşan ulusların hangi ekonomik/sosyal modele ve bunlara tekabül eden hangi süper güce yakınlık çerçevesinde şekilleneceği rekabetine dönüşmüştü. Bağımsızlık sürecinin sonlarına gelindiğinde, yani ’70’li yıllarda Batı dünyasının kapitalist liberal çerçevede tanımladığı insan hakları kavramı küresel çapta Sovyetler karşıtı siyasetlerin zeminini oluşturacak çerçevede ivme kazandı.

Moyn insan hakları kavramının ‘İkinci Dünya Savaşı sonrası artan Hıristiyanlaşmasından (s. 74) söz ederken tanrısız, materyalist komünizme karşı siyaset zeminini hatırlatıyordu, ancak ’70’li yıllarda insan hakları kavramı daha seküler bir tanım kazanmıştı. Bu süreçte Sovyetler’in ve nüfuzu altındaki sosyalist otoriter rejimlerin yıpranması ve küresel çapta sosyalizmin bir kurtuluş ideolojisi olarak itibar kaybetmesinin önemi yadsınamaz. Ancak yine Moyn’un hatırlattığı gibi, (s. 141) ’60’lı yıllardan itibaren otoriter rejimlere karşı insan hakları savunusu sağcı diktatörlüklerden ziyade sosyalist, otoriter rejimleri hedef alıyordu. ’60’lı yılların sonlarından itibaren, Soljenitsin örneğinde olduğu gibi sosyalist diktatörlükler karşında büyüyen muhalefet Batı dünyasının insan hakları siyasetlerinin odak noktası haline geldi. Ünlü bir Sovyet muhalifi olan Sakharov’un 1975’te aldığı Nobel Ödülü töreninde yaptığı konuşma, ‘Barış, İlerleme ve İnsan Hakları’ başlığını taşıyordu. Sakharov bu konuşmasında insan haklarının siyaset dışı bir ideal olması, büyük siyasi hedeflerinin yerini bireyin savunusunun alması gerektiğine işaret ediyordu. (s. 139)

Aslında insan hakları söylemi ve modern hak ve özgürlükler çerçevesinde, ‘bireysel hukuki-siyasi eşitliğin mi esas olduğu, yoksa bu hakların kullanılması için ekonomik-sosyal hakların mı öncelenmesi gerektiği’ sorusu etrafındaki kadim tartışma, Sovyetler Birliği deneyimi ve sosyalizm fikrinin itibar kaybetmesiyle birinci iddia lehine çözülmüş sayılıyordu. Diğer taraftan, hak ve özgürlüklerin toplumsal çatışma temelinde biçimlenen müzakere ve mücadeleler çerçevesinde siyaset alanında şekilleneceği fikrine karşı, tüm insanlığı kucaklayacak temel değerlerin ve bunların hukuki tanımının yapılabileceği fikri de ikincisi lehine sonuca bağlanmış oluyordu. Bu durumda farklı ideolojilerin, farklı toplumsal sınıf ve kesimlerin çıkar ve taleplerinin temsiline soyunan siyasal aktörler yerini yeni aktörlere bırakıyordu. Bulgaristan kökenli kuramcı Kristeva’nın ‘yeni tip entelektüel’ olarak tanımladığı ‘muhalifler’ (dissidents) ile, insan hakları, özgürlükler, insani yardım gibi değerler etrafında oluşan ‘yeni toplumsal hareketler ve devlet dışı sivil toplum kuruluşları (NGO) bu yeni aktörlerin en başında geliyordu.

Moyn’un işaret ettiği gibi (s. 222), ’80’li yıllarda Doğu Avrupa kökenli muhaliflerin gündeminde artık sosyal haklar yer almıyordu. Sosyal hak ve eşitlik için yola çıkan sosyalist rejimlerin sicili, toplumsal hak ve eşitlik fikrinin ve onun ötesinde kapitalizm eleştirilerinin meşruiyetini tümüyle yitirmesi için gerekçe sayıldığından, bu süreçte sosyalist blok dışındaki muhalefet hareketleri de kendilerini insan hakları söylemiyle belirlenen yeni meşruiyet çerçevesinde tanımlamaya yöneldiler. Bu noktada genişçe bir liberal sol siyasetler parantezi açmak gerekiyor, ancak bu yazının sınırlarını aşmamak için o parantezi açmayalım. Ancak Sovyetler Birliği’nin çözülüş sürecinde Doğu Avrupa’da yükselen sivil toplum ve demokrasi söylemlerinin muhalif söylemler üzerindeki etkisini not edelim.

Bu sırada, Doğu Avrupa’da sosyalist otoriter rejimlerin çöküşü ve demokrasiye geçiş sürecinde, insan haklarını içeren yeni anayasalarda demokrasinin garanti altına alınması için yargı gücü öne çıkarılıyordu. İnsan hakları konusunda Tom Campbell, K.D. Ewing ve Adam Tomkins tarafından yayınlanan derleme (Sceptical Essays on Human Rights, Oxford University Press, 2001) içinde yer alan makalesinde (“Rights- Based Constitutional Review in Central and Eastern Europe”) Wojciech Sadurski, Doğu Avrupa’da ‘hakların hukuki güvencesi’ için alınan tedbirlerin demokrasinin diğer bir önemli unsuru olan katılımcılık ilkesini gölgede bırakabildiğine ve ‘hak’ kavramının tanımının tartışmalı özelliğini dikkate almadığına işaret ediyor. Komünizm tecrübesinin çoğunlukçu bir geri dönüş yönünde yarattığı tehlikenin anlaşılır, ancak sorunlu olduğuna işaret ediyor. Doğrusu o dönemde öngörülemeyen şey, Macaristan başta olmak üzere bu yolu tutmuş ülkelerde bugün yaşanan siyasi geri tepmenin komünizm değil, otoriter popülizm çerçevesinde gerçekleşmesiydi. Söz konusu derlemenin diğer makaleleri insan hakları kavramı merkezli ‘adalet’, hukuk, anayasacılık ve ‘ulus ötesi düzen’ (post-national order) tanımları çerçevesinde demokrasinin yeniden tanımlanmasını sorunlaştırıyor.

İnsan hakları kavramı çerçevesinde ‘demokrasinin sınırlanması’nı tartışma konusu eden Carol C. Gould (Globalizing Democracy and Human Rights, Cambridge University Press, 2004) bu konuda John Rawls, Robert Dahl ve Jürgen Habermas’ın farklı tanımlarından yola çıkıyor. Demokrasiyi Yeniden Düşünmek (Rethinking Democracy) başlıklı bir önceki kitabında geliştirdiği ‘sosyal ontoloji’ gibi kavramlar çerçevesinden hareketle demokrasi, insan hakları ve adalet kavramlarının birbiri ile ilişki içinde tanımlanması imkânlarını öne çıkarıyor. Ancak demokratik karar alma süreçleri ve adalet merkezli normlar ilişkisi çerçevesinde, son kertede normların öne çıkarılması gerektiğine inandığını ifade ediyor. İnsan hakları söyleminin kalkış noktası zaten bu öncelleme olduğu için, demokratik karar alma süreçleri ve demokratik değerler arasında kaçınılmaz gerilim üzerine tüm tartışma başlangıç noktasına dönmüş oluyor. Aslında tartışma konusu olan bu ikilem demokrasi kuramları açısından kadim bir konu, ancak bu kez insan hakları kavramı çerçevesinde zenginleşmesi önemli. Zira insan hakları söylemine ilişkin eleştirel sorgulamanın önemini saklı tutarak, özellikle de son on yılda yükselen popülist otoriterlik ve demokrasi açığı sorunları çerçevesinde, demokratik değerler konusunu yeniden vurgulamak zorundayız.

Tam da bu nedenle, bu yazının başlangıcında vurgulamaya çalıştığım gibi, Soğuk Savaş sonrası ortodoksisi diyebileceğimiz, ‘komünizm sonrası pembe dünya’ portresi çerçevesinde dolaşıma giren kavramları ve bunların tüketiliş süreçlerini sorgulama dışında bırakmak, ters tepmelerin en sağlam zeminini oluşturuyor. Öncelikle piyasa ekonomisinin küresel zaferi ve ona eşlik eden insan hakları, ulus-devletlerin iflası, küresel demokrasi, uluslararası yardım, küresel hayırseverlik, devlet dışı sivil toplum örgütleri (NGO) çerçevesinde çizilen pembe tablo yirmi yıl gibi kısa bir süre içinde tam anlamıyla iflas etmiş durumda. Daha önemlisi, bu söylemin vaat ettiklerini gerçekleştirmek bir yana, devasa sorunlar yaratmış olması asıl sorun. Demokratik değerleri savunmak için, bunları sorgulama dışı bırakmak yerine, önce saha temizliği gerekiyor.

Yine başlangıçta işaret ettiğim gibi, insan hakları kavram ve söyleminin itibar kaybetmesi açısından en önemli etken, bu kavram çerçevesinde dolaşıma giren ‘insani müdahale’nin askerî operasyonlara kapı açması ve uluslararası yardım ve sivil toplum kuruluşlarının güçlü ülkelerin siyasi çıkarlarının taşıyıcısı haline gelmesi oldu. Tony Evans İnsan Hakları Siyasetleri: Küresel Bir Bakış (The Politics of Human Rights: A Global Perspective, Pluto Press, 2005) adlı kitabında insan hakları ve küresel demokrasi kavramlarının siyasal açılımının katılım, şeffaflık ve hesap verilebilirlik gibi demokratik esasları dışarda bırakmasını sorguluyor. Dahası, insan hakları tanımının ekonomik ve sosyal hakları dışarda bıraktığı gibi, küresel ekonomik-politik güç ilişkilerini görmezden gelerek bir güç aracı haline geldiğinin altını çiziyor. İnsan hakları kavramının liberal piyasa ekonomisi anlayışı ile şekillenmiş olduğunu, dahası, ’90’lı yılların başından itibaren ‘Asya değerleri’ (Asian values) ile –yani kültürel farklılık için– insan hakları kavramının bu kısıtlı tanımından dahi taviz verildiğini vurguluyor. İnsan hakları kavramının ‘insani müdahale’ siyasetinin temelini oluşturduğunu hatırlatıyor.

19. yüzyılın sonlarında, İngiltere’nin (Gladstone dönemi) liberal dış siyaset kavramı olarak dolaşıma giren ‘liberal emperyalizm’ veya ‘insani müdahale’ (liberal interventionalism) Batı dışı geri kalkmış coğrafyanın medeniyetle tanışması çerçevesinde tanımlanıyordu. Bilindiği gibi, Soğuk Savaş sonrasında eski Doğu bloku ülkelerini piyasa ekonomisiyle ve onun doğal sonucu sayılan demokrasiyle tanıştırmak ve insan haklarını korumak için Yugoslavya’dan başlamak üzere küresel çapta pek çok askerî operasyon meşrulaştırılmaya çalışıldı. Mary Kaldor’un, kalkış noktası ‘1989 sonrası değerleri’ veya ‘sivil toplum’ olan Savaşa Bir Cevap: Küresel Sivil Toplum (Global Civil Society: An Answer to War, Polity Press, 2003) kitabında ileri sürdüğü gibi, bu değerler etrafında savaşlara cevap bulmak bir yana, insani müdahale adı altında yapılan askerî müdahalelerin iç savaş, göç, yoksulluk, kargaşa gibi sonuçları pek çok yerde savaştan farksız tablolar oluşturdu. ABD’de Carter döneminde ifade bulan insani dış politika, ’90’lı yılların başından itibaren Yugoslavya, Afganistan, Irak ve Arap Baharı döneminde Libya’da ‘insani müdahale ve koruma sorumluluğu’ (R2P) adı altında yapılan askerî operasyonlara dönüştü. İnsan hakları ve demokrasi ihracı siyasetleri, başta ABD Batılı güçlerin iç siyasete müdahelesi biçiminde araçsallaştırıldığı ölçüde, yeni milliyetçi, otoriter ters tepmelere gerekçe oluşturdu. Afganistan ve Irak müdahalelerinin amaçlarına ulaşma başarısızlığının ötesinde vahim sonuçları oldu. Halihazırda Afganistan’da Taliban’ın daha da güç kazanması ve savaş halinin devamı nedeniyle ABD’nin bu ülkeden askerlerini çekme kararının sonrasında kaos bekleniyor. Irak halen başta güvenlik sorunu olmak üzere eskisinden beter bir ülke haline gelmiş durumda. Başarılı bir örnek sayılarak insani müdahalelere meşruiyet kazandıran Yugoslavya’nın çözülüşünün ardından bugünkü statüko beklendiği gibi barış ve demokrasi değil. En son Kosova’nın bağımsızlığı (2008) sonrasında birbiriyle husumet içinde, küçük siyasi birimlerde yaşayan azınlıkların (Sırbistan içinde Müslümanlar, Kosova’da yaşayan Sırplar gibi) yaşamı mevcut durumdan olumsuz olarak etkileniyor. Buna karşılık Yugoslavya örneği özellikle bizim gibi Müslüman ülkelerde halen insani müdahale siyasetinin en az tartışılan konusu olmaya devam ediyor. David Chandler’in Kosova’dan Kabil ve Ötesine İnsan Hakları ve Uluslararası Müdahale (From Kosovo to Kabul and Beyond Human Rights and International Intervention, Pluto Press, 2002) ve David N. Gibbs’in Önce Zarar Verme/İnsani Müdahale ve Yugoslavya’nın Yıkılışı (First Do No Harm/Humanitarian Intervention and the Destruction of Yugoslavia, Vanderbilt University, 2009) başlıklı kitapları, Balkanlar’da insani müdahale operasyonlarının sadece sonuçlarına değil, bu süreçlere dair çok önemli sorgulamalara yer veren eleştirel yaklaşımlardı. Ünlü gazeteci Richard Seymour kolonyalizm politikalarından başlayıp ‘yeni liberal emperyalizm’ dediği askerî müdahalelere uzanan siyasetlere çarpıcı bir şekilde ‘liberal cinayet savunusu’ adını veriyor (The Liberal Defence of Murder, Verso, 2008).

İnsan hakları söylemi kuşkusuz sadece insani dış politika ve insani müdahalecilikle ilişkisi çerçevesinde mahkûm edilemez, ancak bu çerçevede hayata geçirilen siyasetler başta olmak üzere, aynı çerçevede dolaşıma giren devlet dışı sivil toplum kuruluşlarının (NGO) bu süreçler çerçevesinde siyasal araçlara dönüşmesi bir bütün olarak ‘insancıl siyaset’ (humanitarianist politics) iddiasını itibarsızlaştırdı. Dahası, Uluslararası Af Örgütü de dahil olmak üzere uluslararası insan hakları kurumlarının güçlü Batılı devletlerle ilişkisi ve demokratik meşruiyet sorunları giderek daha fazla tartışmalı hale geldi.

Uzun yıllar savaş ve kriz bölgelerinde gazetecilik yapan David Rieff’in Bosna üzerine yazdığı kitap (Slaughterhouse: Bosnia and the Failure of the West) dışında, farklı coğrafyalarda edindiği tecrübelerine dayanarak insani siyasetin krizi üzerine kaleme aldığı kitabı (A Bed for the Night/Humanitarianism in Crisis, Vintage, 2002) eleştirel bakışın ötesinde, mütevazı de olsa insani siyasetin kazanımlarını hesaba katmamız gerektiğini vurguluyor. Bu açıdan bu konularda iyi bir başlangıç okuması olabilir.

 

GİRİŞ RESMİ:

Solda: 1978’de kurulan Birleşmiş Milletler Lübnan Geçici Görev Gücü (UNIFIL), 32. Uluslararası Barış Günü'nü karargâhda bir törenle kutlarken.

Sağda: Dış politikasını insan hakları üzerine temellendiren Jimmy Carter, Liberya’daki bir billboard’da yerel politikacılarla birlikte resmedilmiş.